Ahmet Taşgetiren’in Star gazetesindeki yazısında “mağduriyet” konusunu irdeliyor ve ““Gavurla bile diyalog” diye başlayıp dünyaya elçiler gönderdikten sonra, finali darbe girişimi ile noktalamak için nasıl çift kişilikler oluşturmak gerektiğini düşününce, gerçekten bütün hüsnü zanların üzerinden buldozer gibi geçildiğine inanıyorsunuz.”diyor.İşte o yazı…
Geçtiğimiz hafta sonu, farklı bakanlıklarda “FETÖ soruşturması”nda etkin konumda olan bazı isimlerle görüştüm. “Aman mağdurlar olmasın, kılı kırk yaralım, at izi it izine karışmasın, sapla saman karışmasın” noktasında tıpkı Cumhurbaşkanı ve Başbakan gibi duyarlıydılar. Ama devletin bu yapıdan temizlenmesi konusunda da duyarlı olarak, karşılaştıkları olaylardan dolayı, mağdurlarla mağdur rolü yapanlar arasında ayrım yapmanın zorluğunu da görmüşlerdi.
– Mesela bir mağdur edebiyatı vardı gerçekten. “Mağduriyeti Ak Parti ve Tayyip Erdoğan’la savaşın bir parçası” gibi görüp, bir anlamda “geniş cephe” politikası uygulanıyordu. Bunlar mağduriyetten kurtulmaktan çok, mağduriyetin gündemde kalmasını amaçlıyorlardı. Böyle bir durumda, devletin bunu mağduriyet gibi değil, savaşın parçası gibi okumasından daha tabii bir şey olamazdı.
– O yapıya bağlılığını sürdürüp, mağduriyet söylemiyle devlete yeniden dönmeye çalışanlar da devletin mağduriyet çerçevesinde mütalaa edemeyeceği bir durumdu. Çünkü devlet, bu yapı ile her türlü her seviyede aidiyetin problem olduğu kanaatindeydi. Bir şoför bile olsa, “güven” sorunu gündeme gelmekteydi. Çünkü Yapı, tüm elemanlarını adeta yabancı bir devletin istihbarat elemanı haline getirmişti.
Bunu bir ara Mustafa Yeşil’le ilgili bir olay vesilesi ile anlatmıştım. Mustafa Yeşil “Başbakan bir operasyon emri vermiş, orada bulunan hakşinas bir kişi de bu operasyonu hedef kişilere bildirmiş” diyordu. Yani Yeşil, Başbakan’a ihanet eden adamı “hakşinas” olarak niteliyordu. Korumanız ihanet etmişti, yaveriniz ihanet etmişti, özel kaleminiz ihanet etmişti, hani sorası geliyor insanın: “Kim ihanet etmemişti? Devlet kime güvensindi?”
– O yapı içinde bulunup da “samimi rücu” söz konusu mu? Diyelim sendika savaşının uzantısı oldunuz, diyelim Bankasya’ya savaş uzantısı olarak para yatırdınız, diyelim işadamlığınızı savaşa dönüştürdünüz, diyelim öğrenciliği unutup savaşçı oldunuz…
Bunları “küçük bir şey” gibi mütalaa edip, o sebeple tasfiye edilmeyi içine sindiremeyenler, o gün yaptıkları şeyin yanlış olduğunu düşünüyorlar mı? Bir “samimi pişmanlık” söz konusu mu?
Yoksa “Ağıtlar” artık o yapının üzerine kalıcı biçimde yapışmış olan “kamuflaj” siyasetinin bir parçası mı? Buradan bakıldığında sahte ağıtların gerçek ağıtları boğucu bir nitelik taşıdığını söylemek mümkün. Onun için gerçek mağdurlara, sahte ağıtlardan arınmak gibi bir sorumluluk da düşüyor.
Bir gün beni bir TV kanalına konuk olarak götürürken tam da bu olaylardan söz edip “Ne olup bitiyor hocam?” diyen şoföre “Sen, demiştim, bunu merak saikiyle soruyorsan sen herhangi bir şoförsün ama benim cevabımı bir yerlere götürüyorsan sen şoför olmaktan çıkıyorsun ben de konuk olmaktan, sen istihbarat elemanı oluyorsun, ben de senin oyununa gelen kişi” demiştim. Hani anladığım kadarıyla devlet “samimi rücu” istiyor ama “samimi rücu”nun nasıl anlaşılacağına dair ölçüler bulmak kolay değil.
– Bir de, o yapı ile hiç ilgisi olmadığı halde operasyon hedefi haline gelenler olduğu anlaşılıyor. Hatta bunların tam da “FETÖ’cü bir komplo” ile operasyon hedefi haline gelmesi söz konusu. Devlette bu alanda önemli, çok iyi niyetli, hatta tek bir kişinin bile mağdur olmasının bizatihi Ak Parti’ye nasıl bir zarar vereceğine dair bir hassasiyet bulunduğunu söylemek mümkün.
– “Bu yapı, bu yapı…” diye başlayıp sayılan öyle negatif özellikler yekunu var ki…
yazının devamını okumak için..