Modern Nesneler Sisteminde Gizlenen Tüketim Oyunu

Yazarlar
Modern ekonominin, tüketim mefhumu üzerine kurulduğu sıklıkla dile getirilmektedir. Günümüzde üretim mekanizmasının, kişisel durum ve isteklere göre üretimi şekillendirebilmesi ise her yerde ve her ko...
EMOJİLE

Modern ekonominin, tüketim mefhumu üzerine kurulduğu sıklıkla dile getirilmektedir. Günümüzde üretim mekanizmasının, kişisel durum ve isteklere göre üretimi şekillendirebilmesi ise her yerde ve her koşulda insanları bir tüketim oyunu içine çekilebilmesini sağlamaktadır. Evlerimizdeki mobilyalardan tutun da bindiğimiz araca kadar etrafımızdaki nesnelere yüklenen işlevsel görev, onları toplumsal anlamlardan bağımsız hale getirerek, güncel dekorasyonun hizmetine sokmaktadır. Bu durum, her ne kadar nesnelerin modernizasyonu çerçevesinde bir tüketim eylemi olarak algılansa da toplumsal ahlak ve anlam değişimi ile ilişkilendirilebilmektedir. Çünkü Baudrillard’ın da belirttiği gibi nesnelerin, bir dünya görüşünü olduğu gibi yansıtma kabiliyeti bulunmaktadır.

Kültürel alanda nesneler yeniden anlamlandırılmaktadır

Teknolojik açıdan nesne düzeyinde görülen gelişmelere çok “önem” verilmekle birlikte, sosyolojik ya da psikolojik açıdan gereksinimler ve kullanımlar düzeyinde bu nesnelerin önemsendiği söylenemez. Mesela, önemli bir teknolojik buluş olarak insanı şaşırtabilen “ütü”ye, kullanım alanında sadece iş gören sıradan bir nesne olarak bakılmaktadır. Çünkü üretici onu topluma, işlevi için sunmuştur. İşlevi bittikten sonrada bir kenara atılıp yenisi alınacaktır. Fakat bu nesnenin mekanik sistemine ruh olan elektrik, bu iki unsurun sentezi aklın ucundan dahi geçirilmez. Baudrillard, “işlevsel olarak gerçekleştirilen her sentez bir anlamı ve bu anlam da kendisini üreten bireylerden bağımsız nesnel bir ölçüt oluşturduğunu savunmaktadır.” Yani teknolojik gelişmeler, unsurlar arasında oynanan bir oyundur. Tıpkı dil sistemi gibi. Fakat teknoloji, dil gibi dengeli bir sisteme sahip olmadığından, nesneler sistemine özgü gündelik yaşamın kavranılması da dil bilimsel bir yaklaşımla mümkün değildir. Çünkü kullandığımız nesnelerin her biri, başka yapısal unsurla da bağlantılıdırlar. Bu nedenle teknik yapısal özelliklerini terk ederek ikinci bir anlamlandırma düzenine kayarlar. Yani kültürel sisteme geçiş yaparlar. Görüldüğü gibi son derece dinamik bir yapıya sahip olan teknoloji, nesneler bağlamında, kendisini doğrudan etkileyen kültürel sisteme özgü ayrımlayıcı öznelliğe bürünmektedir.

Eşyanın diziliş biçimi, ahlâki bir simgedir!

Baudrillard, tüketim oyununu ve nesneye giydirilen işlevsel misyonun toplumsal karakteri etkileme biçimini, bundan 250-300 yıl öncesindeki toplumun nesneye yaklaşımını, bu günle karşılaştırarak tahlil etmektedir. Eskiden bir eve girildiğinde ailenin kültürel ve ahlaki yapısının evin düzeni ve eşyanın konumundan anlaşılabildiğini belirterek başladığı anlatımında yazar, bir burjuva evini örnek göstermektedir. Burada eşyaların yerleştirilme biçiminin ataerkil bir aile tipine özgü olup salon ve yatak odasının birlikte değerlendirildiğini belirtmektedir. Karşılıklı olarak yerleştirilen ve birbirlerine değen, dokunan eşyalar sanki mekânsal değil, ahlaki bir birliktelik sergilemektedirler. Bu özel mekânda her mobilya, her eşya belli bir işlevi yerine getirdiğinden hem simgesel hem de kendinden emin bir şekilde böyle bir görevi yerine getirmenin gururunu taşıyor gibidir.

Nesneler ve insanlar birbirlerine yakın bağlarla bağlanmış olup bu danışıklı dövüş çerçevesinde kendilerine atfedilen duygusal değer sayesinde evde yaşayan bir kişilik gibi algılanmaktadırlar. Çocukluk yıllarında yaşanılan evlerin insanların anılarında bu kadar derinlemesine yer etmesinin nedeni de hiç kuşkusuz yaşanılan yer olarak adlandırılan mekânın, sahip olduğu bu karmaşık yapı ve buraya belli bir şekilde yerleştirilen nesnelere atfedilen simgesel önemdir.”

Doğu toplumlarındaki mabetler ve İslam dünyasında ev, ibadethane, medrese, saray, kervansaray ve çilehane gibi mekânların da nispeten daha sade olmakla birlikte, nesnelerin ve konumlandırılış biçimlerinin ortamın karakterini belli ettiği bilinmektedir. Bu biçimiyle “nesneler, bir dünya görüşünü olduğu gibi yansıtır” diye düşünen Baudrillard’ı aynı zamanda haklı çıkaran göstergeler gibidir.  “Nesnelerin imalat sürecinde insan denilen varlık, kültür adlı kendini dayatan bir biçim aracılığıyla tözsel açıdan doğayı değişime uğratmaktadır. Tamamen biçimin egemenliği altında olan nesne, tıpkı doğanın bir parçası olan insan bedeni gibi, içinde doğanın bir parçasını taşımaktadır. Başka bir deyişle nesne, özünde insani çizgilere sahip bir şeydir. Bu nedenle insanın çevresini saran nesnelere vücudundaki organlar kadar derinden bağlı olması ve nesneye gerçek anlamda sahip olmaya götüren yol, tözünün söz düzeyinde elde edilmesi ve “özümsenmesinden” geçmektedir.”

Modern nesne ile anlamsal ruh tüketilmiştir!

Günümüz modern ev içlerinde ise artık bu doğal düzene ait hiçbir şey kalmadığını belirten Baudrillard, iç-dış ayrımındaki o biçimsel sınırla insan ve buna bağlı olarak dış görünümü arasında kurulan karmaşık diyalektiğin ortadan kalktığını ifade etmektedir. Burada ilişkiler yeni nitelikler kazanmış ve nesnel bir sorumluluk anlayışı ortaya çıkmıştır. Tekniğin egemenliği altında olan bir toplum oluşmuştur. Bu toplum, dünyanın yaratılış öyküsünü sorgulayan, o eski güzel mobilyaların hâlâ somut simge görevi yaptıkları, fakat “kökenlerin” unutulmuş olduğu bir toplumdur. Bu doğaüstü bir güç tarafından yaratılmış bir dünya değil, egemenlik altına alınmış, güdümlenebilen, sınıflandırılıp denetlenebilen, yani üretilen, satın alma ve kullanma üstüne oturan bir dünyadır.

Her şeyi kısa yoldan kavramsallaştırıp soyut bir anlam atfeden bir hesap kitap dünyasıdır. İşte bu dünyada mobilya stilleri, bireyin, aile ve toplumla olan ilişkilerinde görülen değişikliğe koşut değişmiştir. Temel bir duvar kalkmıştır, buna paralel olarak toplumsal ve kişilerarası yapılarda da hissedilir bir değişim vardır. Artık nesnelere bir “ruh” kazandırılmaya çalışılmamakta; onlar da simgesel varlıklarıyla bir konum kazandıramamaktadırlar. Başka bir ifadeyle artık yalnızca işlevsel nesnelere indirgenmiş olduklarından, yalnızca belli işlere yarama özgürlüğü ile sınırlandırılmış bulunmaktadırlar. Oysa nesnenin yalnızca işlevsel açıdan özgürleştirildiği bir yerde insanın da yalnızca bu nesneden yararlanma özgürlüğüne sahip olabileceği söylenebilir. Burada eşya artık hayati bir öneme sahip değildir. Yatak yalnızca bir yatak, sandalye de yalnızca bir sandalye işlevi görmekten başka bir işe yaramıyorsa bunlar arasında herhangi bir ilişkiden söz edebilmek de mümkün değildir.

Dekorasyon tutkusu duyguları da geçicileştirmektedir

Baudrillard, günümüzde nesnelerin ve mobilyaların dağınık bir şekilde durmaları, onların belli bir söz dizimi oluşturmalarının önüne geçtiğini savunurken, mekân sıkışıklığının zorunlu kıldığı dekorasyon biçimini buna sebep olarak göstermektedir. Burada dekorasyon, mekân sıkıntısını çözmeyi amaçladığından eşyalar soyut dil düzeyinden yoksul kalmaktadırlar. Burada bir “ortam” oluşturmaya yarayan nesnelere bakış biçimi tamamıyla değişmekte ve bir mobilya sosyolojisinin yerini bir dekorasyon sosyolojisine bıraktığı görülmektedir. Bunlara hâkim olmaya, denetimi altına almaya, düzenlemeye çalışan modern insanın aslında bir sistem tarafından güdümlendiği ve kendisine biçilen taktik role boyun eğmekten başka bir şey yapmadığı görülmektedir.

Geleneksel üretim düzeninden tamamıyla farklı olan modern düzenin de sonuç olarak özünde simgesel bir düzene boyun eğiş olduğunu söyleyen Baudrillard, doğal malzemeler üstüne oturan bir önceki uygarlıkta sözlü yapılara boyun eğen nesne; üretim, hesap ve işlevsellik üstüne oturan modern dünyada rekabete dayalı, dönüştürücü, nesnel yapılara eğilimi olan fallik bir düzene boyun eğdiğini ifade etmektedir. Tekniğin egemenliği altında bulunan bir dünyada nesnel bir görünüme sahip olmaya çalışan nesnelerin örgütlenme biçimleri, her zaman için güçlü bir özendirme ve baştan çıkartma aracı olmuştur. Bunun en güzel örneği, toplumsal örgütlenme biçiminin veya dekorasyon arzusunun gerisinde bulunan, her şeyin birbiriyle iletişim halinde, işlevsel olmasını sağlama çabasıdır. Bu toplumda artık sırlara, gizemlere yer yoktur. Her şey belli bir düzene boyun eğmeli, yani açık ve seçik olmalıdır. Bu gün söz konusu olan saplantının geleneksel ev dekorasyonuna özgü saplantıyla bir ilişkisi yoktur; zira o evrende her şeyin belli bir yerde durması ve tertemiz olması gerekmektedir. O, belli bir ahlak anlayışı üstüne oturan bir evrenken, günümüzdeki belli bir işlevsellik anlayışı üstüne oturan bir evrendir.

Toplumsal değerler, işlevsel ilişkilere kurban edilmektedir

Toplumsal değerin, artık mülkiyet ya da mahremiyetle değil; haber, buluş, denetim, nesnel mesajları sürekli izleyebilme kapasitesiyle bir ilişkisi vardır. Değer artık, modern yurttaşın çektiği söylevin sözdizimsel yapısı içerisine gizlenmiştir. Eskiden evlerin içi şiirsel bir söyleve benzer, belli anlamlara sahip nesneler kendi aralarında konuşurlarken; günümüzdeki nesnelerin artık konuşmak yerine sadece iletişim kurduklarına tanık olunmaktadır, zira bu nesnelerin hiçbiri özgün bir kişiliğe sahip değildir. Bunlar ancak koda özgü basit unsurların bir araya getirilmesi ve aralarında belli ilişkiler kurulmasıyla uyumlu bir görünüme sahip olabilmektedirler. Sonsuz sayıda kombinezon yapma olanağı tanıyan bu eşyalarla her insan kendine özgü yapısal bir söylev çekebilir.

Özetle, nesneler sisteminin toplumsal ahlaka vurgu yapan anlamsal birlikteliğinin, dönüşerek işlevsel ilişkiler bütününe büründürülmesi ile; günümüz toplumlarında “değer” kavramında görülen anlamsal dönüşüm paralellik göstermektedir. “Modern”in baskısıyla her iki alanda da yaşanan değişimin özündeki ruh “tüketim”dir. Mekânlar ve nesneler, bu ruha uygun olarak geçici işlevsel ilişkiler kurdukları gibi bireyselleşme, bağımsızlık ve sorumsuzlaşma gibi mefhumlar nedeniyle birey ile toplumsal anlamlar arasındaki ilişki de anlamdan uzaklaşarak işlevselleşmektedir. Belli işlevsel görevleri yerine getirmesi amacıyla dekorasyona boyun eğdirilen nesneler gibi toplumsal değerler de işlevsel ilişkilere boyun eğdirilmektedir. Modern dünyada her şey aslî hüviyetinden uzaklaştırılıp bağlamlarından koparılarak TÜKETİLMEKTEDİR.

Abdulkadir BÜYÜKBİNGÖL kimdir?

1979 yılında Erzurum’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini aynı şehirde tamamladı. Lisans eğitimi 2002 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde yaptı. Daha sonra Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bilişim Bilim dalında yüksek lisans ve 2018 yılında aynı bölümde Doktora eğitimine kabul edildi. Halen bu bölümde “ACP Yaklaşımı Çerçevesinde Toplum 5.0’ın Gerçekleşebilirliği, Fırsatlar ve Tehditler” konulu tezini çalışmaktadır. “Online Serbest Gazetecilik ve Etik Sorunlar” başlıklı yüksek lisans tezinin yanı sıra farklı süreli yayınlarda editörlük, görsel yönetmenlik ve yazarlık yapan yazarın, uluslararası hakemli bilimsel dergilerde yayınlanmış makaleleri de bulunmaktadır.