Mizgin Müjde Arslan’ın yeni filmi ‘Ben Uçtum, Sen Kaldın’ı gözaltındayken ilk kez soruşturma savcısı izlemişti, İstanbul Film Festivali’ndeyse ilk kez izleyiciyle buluşacak.
Mizgin Müjde Arslan, yeni filmi ‘Ben Uçtum, Sen Kaldın’ın ilk gösterimini şubatta KCK kapsamında gözaltına alındığında soruşturma savcısına yapmıştı. Gözaltına alınma sebebi, Arslan henüz birkaç aylıkken PKK’ya katılmak üzere evden ayrılan ve 17 yaşındayken ölüm haberini aldığı babasının izinden çıktığı Mahmur Kampı yolculuğuydu. Perşembe günü İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde izleyicilerle buluşacak film için Arslan, “Türkiye’de savaştan dolayı parçalanmış binlerce aileden sadece birini gösteriyor” diyor. Film, onun ailesiyle, geçmişiyle yüzleşmesini anlatıyor. Çekim sonrasında başına gelenlerse Türkiye’nin ‘arka bahçe’sinde sinema yapmanın zorluklarını.
Aslında Kürt sinemacılar için sansür ve gözaltı yeni engeller değil. Hüseyin Karabey, onlarca kere gözaltına alınmış. Kazım Öz, ilk cümlesinden beri her yazdığını ‘üçüncü bir göz okuyormuş gibi’ hissettiğini anlatıyor. Sanki kameraları kendilerine doğrultulmuş gibi yaşamaya alışık olsalar da, Arslan gözaltına alınınca çemberin iyice daraldığını hissetmişler. “Onunla beraber hepimiz gözaltına alındık” diyor Kazım Öz. Sanki hepsine kadrajlarını başka yöne çevirmelerini söylüyor birileri…
Nasıl karar verdiniz babanızla ilgili bir film çekmeye?
Arslan: Bir platform için Ermenistan’a gitmiştim. Bir arkadaşım orada Irak’taki kampta büyümüş Kürtler tanıdığını söyledi. Babamın Irak’taki mülteci kamplarında kaldığını biliyordum, bizi tanıştırdı. “Size bir adamı sormak istiyorum” dedim, adını sordular, “Kızıl Kemal” dedim. Aralarında biri, Gülistan, sevinçle, “Onu tanıyorum, O benim babam” dedi. Benim diyemediğimi, bir başkası diyordu babam için. O sözden sonra 3 gün ağlamaktan otel odasından çıkamadım. İstanbul’a dönmeden yine Gülistan’la buluştum, bana “Mahmur’a gitmelisin” dedi, “Orada babanı tanıyanlar var, babanın büyüttüğü çocuklar var, gitmelisin çünkü orada binlerce kız ve erkek kardeşin var.”
Babanıza dair neler hatırlıyordunuz?
Arslan: Birkaç fotoğrafı dışında ona dair hiçbir bilgim yoktu. Bizim evin sırrıydı babam. Ben doğduktan birkaç ay sonra gerillaya katılmış, üniversiteye başladığım yıl da ölüm haberini almıştık. Ermenistan’dan döndükten sonra oraya gitmenin bir yolunu aradım. Tek başıma gitmeye korkuyordum. Cesur bir kameramanla, tehlikeli bir yolculuk yaptık. Filmin kurgu aşamasında da yine kameramanımla beraber gözaltına alındık.
Gerekçesi neydi? Neler soruldu size?
Arslan: Bir sürü soru… İspanya’ya gitmiştim Basque Yazarlar Birliği bursuyla. Onu kimin ayarladığını sordular. Bir film için iletişim içinde olduğum bir gazeteciye yazdığım e-mail’de “Elegez’de kasımda kar yağıyor mu” diye soruyorum. Orada örgütsel bir çalışma yapacağımı düşündüler herhalde, sürekli onu sordular. Sonra Mahmur’a gidişimizi adım adım dinlediler… Nasıl gittiniz, kim karşıladı? Aslında filmi anlatıyordum onlara. Tanıtım yapmaya gitmiş gibi oldum. İzlemek istediler, “Çok merak ettik” dediler. 4 gün kaldım gözaltında. Çıktıktan sonra emniyete gittim 181 DVD’mi geri almak için. Bela Tarr, Bergman, Tarkovski’ler, Ömer Kavur’lar, röportaj DVD’leri, filmlerimin ham halleri… Gözaltına alınma gerekçem buydu işte.
Siz nasıl algıladınız bunu?
Öz: Deniz Gezmiş de devrimcileri korkutmak, umutsuzluk yaratmak için asıldı. Toplumun ilgisiz, apolitik, sıradan kesimine “Yerinizi değiştirmeyin” demek için. KCK gözaltılarının sebebi de büyük oranda bu. Siyasete bulaşmayın, bu mevzulardan uzak durun demek. Müjde’nin gözaltına alınması da işte onu ve ilişki ağını aynı vebalı gibi göstermek, marjinalleştirmeyi amaçlıyor.
Arslan: Başıma gelenlerin tek güzel tarafı dayanışmayı görmekti. Avukatım gelip insanların gözaltına alınmamıza nasıl tepki gösterdiğini anlattığında ağladım. Aslında kimse bir şey de yapmayabilirdi. Sonuçta adınız KCK’yla anılıyor. Telefon rehberinden bile silebilir sizi.
Öz: Mizgin gözaltına alınınca, hepimiz gözaltına alınmış gibi olduk. Ben de gözaltına alınmış gibi hissettim kendimi. Bana ne sorarlardı acaba, ben ne cevap verirdim, bunları düşünmeye başladım.. O sırada bir arkadaşım aradı, “BDP’li bir belediyeden kısa filmimi çekmem için 5 bin lira destek çıktı. Sence bu parayı kabul edersem KCK’dan yargılanır mıyım, başıma iş alır mıyım” diye soruyor… 90’lardaki fiziki şiddet değişmiş, psikolojik baskıya dönüşmüş. Bize verilmek istenen mesaj şu: “Bu konuları işlerseniz, bu riski alırsanız başınız ağrıyabilir.”
Karabey: Aslında ben ayrıştırılmak istemiyorum. Türkiye’de genel bir özgürlük sorunu var. Bir eşcinselin veya Ermeni öğretmenin de yoğun olarak yaşadığı bir sorun bu. 94’ten beri Türkiye’nin doğusunda çalışıyorum, onlarca kere gözaltında alındım. Eskiden yalan ifade için baskı yapılır, işkence uygulanırdı. Ama şimdi baskı form değiştirdi. İnsanda hiçbir yerde özgür olmadığı duygusunu yaratıyor, çünkü e-mail’leriniz, telefonlarınız dinleniyor gizlice ve sizin mahreminize girip oradan suç unsuru çıkartmaya çalışıyorlar… Dinlemelerle ellerine geçirdikleri özelinizi açık edip sizin ahlaksız birisi olduğunuz ve her türlü suçu işleme potansiyelinizin olduğu izlenimini yaratıyorlar. 1984 romanındaki gibi.’Büyük birader’ korkusuna benzer bir korku. Hatta daha beter. İşin en korkunç tarafı da yasaları korumakla yükümlü kurumların yasaları çiğnemesi. Eliniz kolunuz bağlı. Kimi kime şikâyet edeceksiniz?
Arslan: McCarthy’nin cadı avına benzetiyorum ben. Arjantin’de darbe zamanı gibi. Veya daha yakına gelirsek bizim 12 Eylülümüz gibi…
Karabey: İyimser olmak istiyoruz malum. “Artık barış daha yakın, filmlerimiz özel kanallarda da gösterilir” diyorduk. Bu KCK soruşturmaları herkeste Kürtlere bulaşma yanarsın korkusunu yaydı… Çok hayalperestmişiz meğer. Bir yandan TRT Şeş var, bir yandan da büyük bir otosansür var. Halbuki bu öyküler ne kadar çok paylaşılırsa barış o kadar çabuk gelecek…
Öz: Geçenlerde 100-200 sanatçı ‘rahatsızız’ diye basın açıklaması yaptı, gidişattan endişeli olduklarını söyledi. Ama Kürtlerden bir kelime bile geçmiyor… Bunu bu dönemde aşamazsak, birlikte duramazsak hiç aşamayız.
Nasıl etkiliyor sizi bunlar?
Karabey: Önceliklerimi yeniden gözden geçiriyorum, önce önemli işlerimi yapayım diyorum. Başımıza bir şeyler gelecekse bari dişe dokunur bir şey yapmış olayım… Biz politik sinemacılar değiliz. Bizim hayatımız politik!
Arslan: Benim politikliğim de genetik!
Hüseyin Karabey (solda)
Birçok kısa film ve belgesel çeken Karabey’in ilk uzun metrajı “Gitmek: Benim Marlon ve Brandom”, Tribeca Film Festivali’nde en iyi yeni yönetmen ödülünü aldı. İstanbul’un 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olmasının ardından altı yönetmenin çektiği ‘Unutma Beni İstanbul’ filminin sanat direktörlüğünü yaptı.
Kazım Öz (ortada)
İlk kısa filmi ‘Ax’ (Toprak) ile birçok ödül aldı, ilk uzun metraj filmi olan ‘Fotoğraf’, 2002 yılında vizyona girdi. ‘Dûr’ (Uzak) belgeseli ARTE gibi birçok uluslararası televizyonda gösterildi. ‘Bahoz’ (Fırtına) yüz binin üzerinde izleyici ile buluştu, 2009’da ‘Son Mevsim: Savaklar’ belgeseli Uluslararası Mannheim-Heidelberg Film Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’nü aldı.
Mizgin Müjde Arslan (sağda)
‘Son Oyun’ ve ‘Nora’ adlı kısa filmleri, ‘Kirasê Mirinê: Hevîtî’ (Ölüm Elbisesi: Kumalık) filmi ile birçok belgesel çekti. Sinema üzerine üç kitabı olan Arslan şu anda Bahçeşehir Üniversitesi’nde Sinema ve Medya üzerine doktora yapıyor.
Radikal