Ümit Altaş
Türkiye’de hukukun, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne bir zümrenin kendi iktidarını kurma ve muhafaza etme aracına dönüştüğünü söylemek pekala mümkün. Özellikle ceza yargısı seyri bu ideolojinin yansımalarıyla dolu. Hatırlayalım: ‘Rejim düşmanları’nın yargılandığı İstiklal Mahkemeleri, Adalet Partililerin yargılandığı Yüce Adalet Divanı, ‘anarşişt/komunist’lerin yargılandığı Sıkıyönetim Mahkemeleri, ‘bölücü/terörist’lerin yargılandığı Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve neredeyse tüm ‘muhalifler’in yargılanabilme tehdidi ile karşı karşıya olduğu günümüz Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri. Yine bu seyre paralel giden Hiyanet-i Vataniye Kanunu, Şeyh Sait Ayaklanması sonrası çıkarılan Şark Islah Planı, Dersim İsyanı’na katılanlar için çıkarılan Tunceli Kanunu, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu.
Cumhuriyet tarihinin neredeyse tamamı yukarıda belirttiğimiz mahkemelerle ve yasalarla dolu. Bir rejimin ilk kuruluşunda bu olağanüstü yasa ve mahkemelere başvurulması kısmen anlaşılabilir. Fakat nasıl oluyor da 87 yıl boyunca bu kuruluş anlayışı ve düşman algısı kesintisiz devam edebiliyor? Neden herkesin adil bir şekilde yargılanabilme hakkından bahsedildiği günümüzde, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri aynı vatandaşlık statüsüne tabii kişiler farklı bir statüde ve usulde yargılayabiliyor? KCK, Ergenekon, Devrimci Karargah davalarının sıkça konuşulduğu bu günlerde, bu sorulara cevap arayışı, bu davalara bütünlüklü bir yaklaşımı da sağlayabilir. ‘Parçalanmış Adalet’, bu bütünlüklü yaklaşım çabalarına önemli bir katkı sunmaya hazır bir kitap. Özellikle yazarlarının tümünün Sıkıyönetim Mahkemeleri, DGM, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde savunmanlık yapmış ve yapmaya devam eden avukatlardan oluşması kitabın önemli artılarından. Bu özellik, kitaptaki tüm teorik tartışmaların somut davalardaki uygulamalarla birlikte yer aldığı yazıları okuyabilme imkanı vermesi açısından önemli.
Haluk İnanıcı kitabın hem derleyeni hem de iki ayrı yazıyla katkı sunan yazarı. İnanıcı’nın aynı zamanda kitabın giriş yazısı olan ‘Örfi İdare Yargısından Yeni Devlet Güvenlik Mahkemelerine Sanık Hakları’ başlıklı yazısı, Türkiye’de uygulana gelen kriz hukukunun da kronolojik tarihçesini sunuyor. Makalenin önemli bir iddiası var: Cumhuriyet döneminin yarısından fazlasında kriz hukuku uygulandı. Krizin olmadığı dönemlerde de örfi idare zihniyetinden kaynaklı olarak da TCK 141, 142, Terörle Mücadele Kanunu vb. düzenlemelerle hukuk krizi yaratıldı. Bu da bize Cumhuriyet döneminin neredeyse tamamındaki Özel Ceza Yargısının kriz hukukuna dayandığını gösteriyor.
Ercan Kanar da, ‘Özel Yetkili Mahkemelerce Üretilen Hukuk’ başlıklı makalesinde Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin normal ‘yurttaş hukuku’ndan sapma olan ‘düşmanla savaş hukuku’ anlayışının bir uzantısı olduğunun altına çiziyor. ‘Yurttaş hukuku’ndan kasıt; şüpheli ve sanık olan kimsenin eşit vatandaş olmaktan kaynaklı, hukukun sağladığı güvencelerden, diğer tüm kişiler gibi aynı koşullarda yararlanma hakkı. ‘Düşman hukuku’ ise tam tersi; birey ve grupların rejimi tehdit etmesi nedeniyle, hak öznesi olan sanık veya şüpheli sıfatlarının arkasında asıl saik olan ‘düşman’ sıfatıyla yargılanması. 12 Eylül Sıkıyönetim Mahkemeleri’ni hatırlayalım: yargılanan sanık ve şüpheliler asker olarak kabul ediliyordu. Yine yakın dönemde, Hayata Dönüş Operasyonu Eylem Planında da içerdeki tutuklu ve hükümlüler ‘düşman’, operasyona destek verecek kolluk birimleri ise ‘dost’ olarak ifade ediliyordu.
Yeni Türk Ceza Kanunu hazırlanırken temel söylem Terörle Mücadele Kanunu gibi özel-istisnai yasaların kaldırılacağı ve ceza yargılamasında bir birlikteliğin ve tekliğin oluşturulacağı idi. Bu saiklerle TCK, 2005 yılında Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Fakat bu amacın tam tersine, TMK kaldırılmak yerine TCK’ya uyum adı altında yeni düzenlemelerle değiştirildi. Cezalar eskisine oranla daha da ağırlaştırıldı; para cezaları az bulunarak hapis cezasına çevrildi, hapis cezalarında da üst sınırlar yükseltildi. Fikret İlkiz kitaptaki yazısında, ‘devletin bölünmezliği aleyhine propoganda’, ‘örgüt veya amacının propogandasına yapma’ gibi TMK’da yer alan ve çok sayıda kişinin yargılanmasına neden olan bu suçları ele alıyor.
Yüzlerce gazeteci yargılandı
Basına yaptığı açıklamadan dolayı Hrant Dink hakkında, kendi yargılandığı davayı etkilemekten dava açılmıştı. Hrant Dink öldürüldükten sonra bu dava da düştü. İnsanın kendi yargılandığı davayı etkilemek suçlamasıyla yargılanması, bize özgü bir hukuk komedisi olsa gerek. Fakat daha sonra bu suçlamalarla yüzlerce gazeteci yargılandı ve mahkûm edildi. Her ne kadar bu suç tipleri basın ve yayın organlarına özel düzenlenmeler olmasa da, uygulamada bu maddelerin mağdurları sürekli basın-yayın mensupları oldu. Ergin Cirmen de ‘Yargıyı Etkilemek’ başlıklı makalesinde basın-yayın çalışanlarının korkulu rüyası haline gelen ‘adil yargılamayı etkileme’, ‘yargıyı etkileme’, ‘gizliliğin ihlali’ suçlarını düzenleyen TCK 285, 288 ve Basın Kanunu 19. maddeyi inceliyor.
Yasa tanımında ‘tanık koruması’ olarak geçen kavramın nasıl olup da, bugün savunmadan gizlenen ‘gizli tanık’ müessesine dönüştüğünün tartışmasını da Turgay Demirci’nin yazısında görüyoruz. Özel Ağır Ceza Mahkemesi’nin, son 5 yıl içerisinde yalnızca gizli tanık ifadelerine dayanarak insanları tutukladıklarını unutmamak gerekiyor. Demirci’nin yazısı, işkenceden delile ulaşma pratiğinin yerini gizli tanıktan delile ulaşma pratiğinin aldığını göstermesi açısından da ilginç.
Son yıllarda asker ve sivillerin birlikte ya da askerlerin tek başına suçlandığı bir çok medyatik dava ile karşılaştık: Şemdinli, JİTEM, Darbe Günlükleri, Ergenekon… Tüm bu davalarda sürekli akla gelen soru, yetkili mahkemenin neresi olduğu. Asker kişilerle sivil kişilerin ‘cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak’ suçlamasıyla yargılandıkları JİTEM davası, bu yetki sorunu ve çift başlılık nedeni ile defalarca Diyarbakır 2. Ağır Ceza ile Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı arasında gitti geldi. Suç tarihi 1992-94 yılları olmasına rağmen dosya, ancak 2008 yılında yetkili mahkeme olduğu sonunda kabul edilen adli yargıya gönderilebildi. Yargıdaki bu çift başlı sistemin yarattığı sorunlarını, davalardan örnekler vererek eski askeri hakim Ümit Kardaş tartışıyor.
Ahmet Şık’ın ‘İmamın Ordusu’ kitabı nedeniyle yakın zamanda tekrar gündemde olan bilgisayarlarda arama ve kopyalama usulleri, tutuklama tedbirleri ve neyin delil olup olmadığı sorularının cevapları da Erdal Doğan kaleme alıyor.
Seda Akço Bilen’in ‘Terörle Mücadele Kanun’nun Çocukla Mücadelesi’ makalesi, teknik hukuk diline hapsolmamış sade bir metin. 2004-2010 yılları arasında yalnızca çocuğun nerede yargılanacağına ilişkin 5 kez yasal düzenleme yapıldığını hatırladığımızda, kafa karıştıran bu konu hakkında böylesine bir makaleye ihtiyacımız vardı. Bir istatistik gözümüze çarpıyor: 2006-2007 yıllarında yetişkinlerde TMK’ya muhalefetten mahkumiyet yüzde 16.2’den yüzde 33’e çıkarken, bu oran çocuklarda yüzde 4.7’den yüzde 47’e çıkıyor. Başbakan’ın 2006’daki Diyarbakır’daki gösteriler sonrasında ‘Çocuk da olsa, kadın da olsa müdahale edilecektir. Hiçbir demokrasi standartı bu tür şiddet olaylarına müsade etmez’ açıklaması bu verinin zamanıyla örtüşüyor. Çocukların Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılanmasını düzenleyen yasa, 2010 yılında kamuoyunun yoğun baskısıyla kaldırıldı; ancak arkasında bu hukuk dışı düzenlemeler nedeniyle mağdur olan binlerce çocuk bıraktı.
Kitap, gerek İnanıcı’nın girişiyle Türkiye’de ceza hukukunun işleyişinin ardında yatan zihniyetin devamlılığını gözler önüne sermesi gerekse yazarlarının tümünün konunun pratiğiyle iç içe olan avukatlar olması nedeniyle teori ile pratiği bağdaştıran iyi bir örnek. [Radikal Kitap]