Camiler İslâmiyetten önce de var olan ve içinde Allah’a ibadet edilen yapılardır, İslâmiyetten sonra değişik boyutlarda binlerce yeni câmi ve mescit yapıldığı gibi eskiden kalma çeşitli yapılar ve ibadethaneler de câmi ve mescitlere çevrilmişlerdir. Câmi ve mescitlerde ibadetin yanı sıra toplantı, mahkeme, ziyafet ve hattâ pazar gibi çeşitli işler de yapılıyordu, ama bunların arasında ibadetten sonra en çok yapılan iş, eğitim ve öğretimdi. İbadetten önce ve sonra Kur’an ve ilâhiler okunur, vaaz ve hutbeler verilirdi. Câmilerde dinî ve ahlâkî hikâyeler anlatarak kıssadan hisse çıkaran “kussas”lar da bir zamanlar önemli bir rol oynamışlardı.
İslâmî ilimlerin kaynakları Kur’an-ı Kerim ve hadisler idi. Halk çeşitli problemlerini ibadetten önce ve sonra câmide bulunan din adamlarına ve âlimlere sorar, onlar da problemin İslâmî kurallar çerçevesinde çözümünü anlatırlardı. Zamanla bu açıklamalar o kadar dikkati çekti ki, problemi olmayan insan da bu âlimlerin çevresinde “halka”lanarak onları dinlemeye başladılar ve bu bir gelenek haline geldi. Artık günün belli saatlerinde âlimler câminin bir köşesine oturuyor, dinleyiciler etrafında halka şeklinde oturuyor ve sorulara bağlı olmayan hadis ve fıkıh (İslâm Hukuku) dersleri veriliyordu. Zamanla dersler iyice düzenli bir hale gelmeye, âlimler “müderris” olmaya ve dinleyicilerin sürekli olanları da “talebe” olmaya başlamışlardı. İslâmiyetin daha birinci yüzyılından itibaren gerek İslâm ilkelerini gerekse ibadet kurallarını öğreten birçok “halka sahibi” ve “kürsü sahibi” müderrisler vardı.
Giderek bu öğretim halkaları belli ders konularına göre ayrıldığı gibi, câmiye gelen sünnî mezheplerin görüşlerini anlatan “halkalar” da birbirinden ayrı olarak fakat aynı câmilerin içinde kurulmaya başlamıştır. Özellikle Arap ülkelerinde, Tunus’ta Zeytuna Câmiinde, Bağdad’ta Ulu Câmide, el Mansur Câmiinde, Şam’daki Emeviye Câmiinde, Mısır’daki Amr, Tulun, el-Hakîm, el-Ezher gibi câmilerde öğretim neredeyse ibadetten daha fazla yer almaya başlamıştı.
Câmilerde kurulan öğretim halkalarının öğrenci sayısı beş-altı öğrenciden yüzlerce öğrenciye kadar çıkıyordu. İsteyen istediği müderrisin halkasına katılabiliyordu. Müderrisler, bu öğretim halkalarından yeni müderrisler yetiştirdikleri gibi, yaptıkları öğretim karşılığında zamanlar vakıflardan veya zenginlerden belli bir ücret almaya da başlamışlardı.
Gene zamanla bu öğretim câmilerinin içinde ve dış taraflarında öğrenci ve müderrisler için “maksura” veya “zaviye” denen küçük odacıklar ve dershaneler de yapılmaya başlandı. Bugünkü el-Ezher Üniversitesi’nin temellerini oluşturan el-Ezher câmiinin öğretim yeri olma özelliği bu şekildeki genişletmelerle sağlanmıştı.
Câmi ve mescitlerde ibadetle öğretim her zaman iç içe olmuştur.
Hankâh, Ribat, Tekye ve Zaviyeler
“Hahkâh”lar, İran’dan kaynaklanan Doğu eğilimli tasavvuf tekkeleri idiler. Selahattin Eyyubî zamanında Filistin ve Mısır’a kadar yaygınlaştırılmışlardır. “Zaviye” ise “köşe” anlamındadır ve genellikle Batı ve Kuzey Afrika’da yer alan küçük tasavvuf tekkeleri idi. “Ribat”lar ise sınırlarda cihat edenlerin oturdukları bir nevi sınır karakolları durumunda idiler; kendi tarikatlarını ve tasavvufî görüşlerini sınır bölgelerinde yaymak isteyen şeyhlerin ve dervişlerin kaldıkları yerlerdi. “Tekye” (tekke) ise bunların genel adı veya daha belirgin şekliyle, bizim kültür çevremizde bunlara verilen bir isim idi.
Yukarıda sayılan kurumlarda genellikle tasavvuf eğitimi ve bunun uygulaması sayılabilecek “murakebeye dalma” ve “çileye girme” işleri yapılırdı.
Tasavvuf, bütün dinlerde var olan, genelde Allah’a aşk ve sevgi yoluyla ulaşmayı amaçlayan, kendinden geçmeyi ve bu dünyada iken kendi isteği ile Allah ile bütünleşmeyi amaçlayan bir dinî görüş idi. Normal insanların kullandıkları dinî bilimleri genelde kabul etmezler, bunların, insanın Allah’a ulaşmasını engelleyeceğini savunurlardı.
Bu kurumlarda yer alan dervişlerin ve sufilerin bilimleri “yokluk bilimi” veya “gerçeklik bilimi” idi. Gerçeği perdeli olarak değil de apaçık bilmeyi amaçlıyorlar, bu nedenle akıl yolunu pek kullanmıyorlardı. Bu dünyanın renklerinden, şekillerinden, tat ve nimetlerinden kaçarak gerçek evrene ulaşmak isterler, Bu da oldukça uzun bir çabayı gerektirirdi.
Tasavvufa yeni başlayanlara “fakir”, biraz ilerlemiş olanlara “zâhid”, “ârif”,”şeyh” veya “mürşit” denirdi.
Tekkelerde şeyhler ile müritleri arasında esası saygıya ve sohbete dayanan, şeyh sohbetlerini dinlemek şeklinde gelişen bir eğitim vardı. Bu şekilde tasavvuf üzerine oldukça bilgi sahibi olan öğrenciler “halvethane” veya “çilehane” denen özel hücrelerde genelde 40 gün süren çilelere girerlerdi. Bir nevi staj mahiyetinde olan bu kendi kendine düşünme, bütün dünyadan, zaman ve mekândan soyutlanarak kendi üzerine dönmüş düşünmeyi (teemmül, refleksiyon) gerçekleştiren ve bu arada yüzlerinde ve davranışlarında bunun etkileri gözüken dervişler başarılı bir şekilde değerlendirilir ve eğer isterse veya şeyhi uygun görürse, şeyhten alacağı postu başka topraklarda sererek şeyhin görüşlerini orada yayarlardı.
Tekkelerdeki eğitimde halvete veya çileye çekilmenin yanı sıra zikir âyinlerine katılmak, semaa oturmak ve başka şekillerde, kişileri vecd haline getirecek törenler düzenlenirdi. Bu şekilde teorik eğitim ile uygulamanın en yoğun ve en ciddî olarak yapıldığı eğitim merkezlerinin başında tekkeler geliyordu, Pratik eğitimde başarılı olamayanların teorik bilgisine çok fazla güvenilmiyor; gerekirse defalarca çileye sokuluyor, çilede kalınan günler normaldeki kırk günü çoğu kere aşıyordu.
Tekkelerde yapılan eğitim, İslâm dininin yayılmasında ve alınan yeni toprakların arkadan gelen Müslüman Türklerin yerleşebileceği bir ortam haline getirilmesinde büyük rol oynamıştır.