Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu, Geert Lovink’in Otonom Yayıncılıktan çıkan kitabının adı. Türkçe’ye çevrileli çok da olmadı. Nedir bu sosyal medya? Nasıl bir toplumsallık kurar? Bizi nasıl özneleştirir ya da ne tür öznellikler yaratır? Bilginin üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında ne gibi bir işlev üstlenir? Özellikle sosyal medya alanındaki eleştirel çalışmalarıyla bilinen Hollandalı kuramcı ve aktivist Geert Lovink, Türkçedeki ilk kitabı Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu’nda bu soruların yanıtını arıyor.
Geert Lovink Hollandalı bir medya teorisyeni, internet eleştirmeni ve Amsterdam Üniversitesi’nde dersler veren çeşitli araştırma ağlarının da parçası bir ilim adamı. Her şeyden önemlisi Sosyal Medyanın Dipsiz Kuyusu’nda sosyal medyayı dipsiz ve tekinsiz bir kuyu olarak ele almanızın ardında yatan temel düşünce nedir? sorusuna yanıt arıyor. Kaynakçada belirttiğimiz linkte geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye bir söyleşi için gelen yazarın konuşmasından aktaracağımız pasajlarla devam edelim.
Geert Lovink kontrolün artık bizde olmadığını artık kabul etmemiz gerekiyor, diyor. Sosyal medya araçları artık eskisi kadar harika gelmiyor ve merakımızı giderek yitiriyoruz. Adeta bir efsane olan sosyal medyayla ilk karşılaşmamızın üzerinden daha sadece 10 yıl geçmişken, sosyal medyanın nasıl işlediğini ve “ücretsiz” olanın aslında nasıl bir maliyeti olduğunu görmeye başladık. İnternetin inovasyon döngüsü sona erdi. Bu enformasyon tekellerinin daha fazla veri elde etmek için bizi köşeye sıkıştırdığı, konsolidasyon ve gerilemenin egemen olduğu bir kültürün içine düştüğümüzü ifade ediyor.
Bizler sosyal medyayı genellikle güçlenmeyle ve kendini olumlu anlamda teşvik etmeyle ilişkilendiriyoruz. Bazen ödüllendirici dopamin anları yaşanıyor olsa da, sonunda baskın çıkan duygu kaygı, can sıkıntısı ve depresyon oluyor. Sosyal medya, bizi hayal kırıklığına uğratmaması için tasarlanmış, aslında hiçbir şeyin öğrenilmediği bir ortam. Mesele artık sosyal medyanın sunabileceği yenilik ve yaratabileceği beklentiler değil. Aksine, hepimizin ayak uydurmaya çalıştığı, geride kaldığı, cevap üretemediği, yanlış seçimler yaptığı, daha da kötüsü hiç seçim yapamadığı, eşitsizliğin, tükenişin ve çatışmanın giderek tırmandığı bir dünyayla karşı karşıyayız. İşte hiçbir seçim yapamadığınızda, dipsiz bir kuyudan aşağı yuvarlanmakta olduğunuzu da anlıyorsunuz. Teknolojik iyimserliğin yerini, bir zamanlar Lenin’in ifade ettiği gibi, tekelci devlet kapitalizminin dijital versiyonunun aldığını görüyoruz.
İnterneti bir avuç sosyal medya aracına dönüştüren ağlardan biri Facebook, diğeri Twitter. Zuckerberg’in Kongre önünde verdiği ifadeyi de göz önünde bulundurduğunuzda Facebook’un son derece güçlü algoritmik filtrelemesinin politik sonuçlar üzerinde ne denli etkili olduğunu konuşmamız gerekiyor.
Buradaki temel kavram mikro-hedeflemedir: Toplumu değiştirmek maksadıyla veri üzerinde mikro-cerrahi yapabilmek. Manipülasyon, propaganda ve sansür gibi terimler kör bıçaklardır. Sosyal medya araçları dar olarak tanımlanmış destek grupları tarafından kullanılıyor ve artık “kitleleri” hedeflemiyor. Başka bir deyişle, hedef kitle çok iyi tanımlanmış; Amerikalılar bunlara “creepy” diyor.
New York Times Facebook’un hedef kitleyi ne kadar hassas bir şekilde tanımlayabileceğine dair şöyle bir örnek veriyor: “Philadelphia’da yaşayan, üniversitede felsefe okuyan, 21 yaşında, geçen yıl mavi tişört satın almış, nevrotik bir yapısı olan, yılda 28.000 $ ‘dan daha az kazanan, önümüzdeki altı ay içinde bir minivan araç satın alması muhtemel olan, kamp yapmayla ilgilenen, ilgi alanları Afrikalı Amerikalılar ile uyuşan herhangi biri. Ve Facebook’ta bu profile benzeyen herkes.” Facebook bunu yapmayı bırakacağını açıkladı, yapıp yapmayacağını ve sonraki adımını göreceğiz. Toplumlar temel meselelerde derin bir şekilde ayrışmış olduğu için, politikacıların oy çoğunluğunu elde etmesi gerektiğinde (örneğin, bir bölge veya eyalette), oy oranını yüzde 49,35’ten yüzde 51,20’ye çıkarmak istediklerinde mikro-hedefleme hayati öneme sahip bir araç hâline geliyor. Sosyal medyanın reklamla ilişkisi koparılmadığı sürece, politika yapıcıların mikro-hedeflemeyi yasaklamakta zorlanacağı aşikârdır.
Twitter yazılımın şematik yapısı ile insanların özgür iradesi arasında bir çatışma var. Hesap oluşturmak, indirmek ve giriş yapmakta özgürüz. Ama sonrasında kullanıcılar sistemi bozmaya başlar. Yaşımız hakkında yalan söyler, anketleri görmezden gelir, cevaplamayı unutur, çıkıp gideriz. Sonuçta, karşımızdaki şey enformasyondan ibaret. Özgür insanın enformasyonun maliyetinin farkında olmaması düşüncesi hoşuma gidiyor. Önemsemiyorlar ve ilk etapta bu insanlara şantaj da yapılamıyor. Bunun adı “veri egemenliği.”
Okuldan alınması gereken çocuklar, buluşulması gereken arkadaşlar ve sevgililer var, işyerine zamanında gitmek, yemek pişirmek, ailemizi arayıp hâl hatır sormak gerekiyor. Sosyal medya, yapacak bir sürü şeyimizin olduğu bu hayatı sürdürmemize hem köstek hem destek oluyor. Silikon Vadisi’nin bilinçaltı müdahalelerinin hedeflediği yer tam da burası. Kullanıcı deneyimi tasarımcıları, davranışçı psikologlarla birlikte günlük hayatımızdaki kalıpları dikkatle inceliyor. Özgür irade, bir salisedeki dikkatimizi ele geçirmek için sürdürülen bu bilişsel silahlanma yarışına nasıl yanıt verebilir? Bunun bireysel yollarla başarılamayacağı açıktır. Bireyler olarak oldukça zayıfız. Makineler zaten bizi yakından tanıyor. Misilleme yapmak istiyorsak kolektif iradeyi göreve çağırmalıyız.
Özel ve kamusal hayatlarımızı giderek artan ölçekte akıllı telefonlar ortamında geçirdiğimiz düşünüldüğünde, bir gecede bundan vazgeçmek mümkün mü?
Karşımızdaki gelip geçici bir moda değil, bütün bir toplumu adeta araca bindirip kaçıran ve yaşamsal hizmetlere erişmek istediklerinde bu cihazları kullanmaya zorlayan uzun vadeli bir kilitleme stratejisi. Kısa bir süre sonra akıllı telefonumuz olmadan mağazalarda ödeme yapamayacak, uçak veya trene binemeyecek hâle geleceğiz. Kimlik tespiti için Google veya Facebook’u kullanmaya mecbur bırakılacağız. Artık ofisimizi veya dairemizi bunlar olmadan kiralayamayacağız. Tüm bunların sosyal medya bağımlılığıyla çok alakası yok. Arkada ciddi bir enformatik akıl var. Bu kimliklendirme meselesine hep birlikte karşı çıkmalıyız. Belli bir süre için çevrimdışı olmak kesinlikle yeterli değildir, hatta ters de tepebilir. Altta yatan ağ ve yazılım mimarîlerini birlikte anlamalı, eleştirmeli ve değiştirmeliyiz.
Bu etkileşim çağının özü, herkesin ne kadar küçücük ya da bilinçsiz olursa olsun bir girdi sağlamak zorunda olmasıdır, aksi takdirde ekranınızda hiçbir şey görünmez. Reddettiğiniz durumda bile veri üretmekten kaçamazsınız. “Karşılıklı edilginlik” diye bir şey yoktur. Bu Kıta Avrupası’na ait romantik bir kavramdır. Tıklıyoruz, tuşlara basıyoruz, çerezlere izin veriyoruz, profilleri tanıtıyoruz, güncellemeleri gözden geçiriyoruz ve tüm bu hareketlerimiz dikkatle saklanıyor.
Yuval Harari’nin deyişiyle “Ne tanrıya ne de insana hürmet eden, sadece veriye tapan en ilginç din olan yeni “dataizm” ideolojisinin içine sürüklendik. Harari tam olarak kimlerden bahsediyor emin değilim ama işin içinde bilgisayar bilimcilerinin, bürokratların, yöneticilerin olduğu kesin. Bu dine gerçekten inanıp herkesi ona çekmeye çalışanlar en çok bunlardır. Bu insanlar baktıkları her yerde veri akışlarını görürler. Ama organizmalar algoritma değildir, ben değilim, siz de değilsiniz..