Türk Edebiyatında polisiye roman çok da gelişmiş bir tür değil. Bu da yazarların işini bir hayli zorlaştırıyor. Hele ki kadınsanız işiniz daha da zor.
Yazar Esra Türkekul’la hem bunları hem de ilk romanı olan ve oldukça ses getiren Kapalı Çarşı Cinayeti’ni konuştuk.
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1968’de İstanbul’da doğdum. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünü bitirdim ve o zamandan beri, mühendis olmak, kimliğimin önemli bir parçası. On iki sene bankacılık ve finans dünyasında para odaklı çalıştıktan sonra “yeter” diyerek kendi kafama göre takılmaya başladım. Sivil toplum kuruluşlarında çalıştım. Profesyonel turist rehberliği yaptım. İlkokuldan beri, ruhuma büyülü bir dünya ve aklıma çözülecek bir bilmece sunan polisiye kitaplara hayranlık duydum.
Kapalıçarşı Cinayeti ilk kitabınız. Farklı işler yaptığınızı biliyoruz. Kitap yayınlamak için neden bu kadar beklediniz?
Kitabı yayınlamak için beklemekten ziyade, neden daha önce yazmadığımı ben de kendime sordum. Açıkçası tam emin değilim ama bu soruya verebileceğim en dürüst yanıt yetiştirilme tarzımla ilgili. Ben de kendi yaşıtlarımın çoğu gibi “elalem ne der” düsturu ile büyütüldüm. Dolayısıyla ne zaman yazmaya başlasam, merhametsiz bir yargıcın omzumun arkasından okuduğunu ve eleştirdiğini hissederdim. Bu duygu, felç edici olabiliyor. Bizim kuşağın süperegosu fazlaca güçlü ve kapsayıcı, benim gözlemlediğim kadarıyla… Polisiye yazmak gibi gayet zararsız bir uğraş bile bu hormonlu süperegonun alanına giriveriyor. Kısacası, ilerleyen yaşlarımda rahatladıkça ve hata yapmayı göze aldıkça yazmayı başarabildim.
Romanda turist rehberi olan Berna’nın çeşitli tesadüfler yardımıyla bir cinayeti çözümlemesini anlatıyorsunuz. Sizin de turist rehberliği yaptığınızı biliyoruz. Bu olayın gerçekle bağlantısı var mıdır, yoksa tamamıyla kurgu mudur?
Önce net bir şekilde belirteyim ki kitabım tamamen kurgu. Ana kahraman ve başına gelenler, tümüyle hayal mahsulü. Bu demek değildir ki, yazdıklarımı kendi yaşanmışlıklarımdan gelen gözlemler ve tortulardan soyutladım. Zaten böyle bir ayıklama çabası elimi kolumu epey bağlardı. Diğer taraftan, kendimi ve başımdan geçenleri kitapta anlatmak da bir yazar olarak tüketici olurdu benim için.
Ülkemizde okuyucunun polisiye romanla ilişkisi nasıl? Sizce okuyucu bu türe yeterince sahip çıkıyor mu?
Ancak kendi kişisel gözlemlerimi paylaşabilirim. Öncelikle, ben de bir polisiye okuruyum. Bazı yakın arkadaşlarım da öyleler. Benim izleyebildiğim kadarıyla son on-on beş yılda Türkiye’de yazılan kitap sayısında muazzam bir artış oldu. Polisiye türü, kendi içinden çoksatanlarını, kült eserlerini ve ciddi sayıda fanları olan serileri çıkardı. Bu ivme halen de devam ediyor… Bütün bu gelişmeler; yazılan kitaplar, okur cephesinde anlamlı bir karşılık bulmasa, mümkün olmazdı bana göre.
İyi bir polisiye romanda gerilimi sağlayan ve okuyucunun heyecanını eser boyunca diri tutan unsurlar nelerdir?
Bu soruya da bir okur olarak cevap vermek istiyorum. Bir yazar olarak çok yeniyim ve kendi yazma kapasitemi ve tercihlerimi konunun dışında tutmam doğru olur.
Gerilimin büyük ustası Hitchcock’a göre önemli olan “tedirgin bekleyiş” tir. Hitchcock “katil kim” esrarı ile gerilim kavramlarını net bir şekilde ayrırır. Ona göre ortada bir gizem olması ve bunun etrafında şekillenen kurgu, izleyicinin beyninde entelektüel bir süreç yaratır. Oysa gerilim, temelde duygusal bir süreçtir. Katilin kim olduğunu merak ederek izlemeye devam etmek veya kitabın sayfalarını çevirmek başka bir şey, korku janrındaki o tedirgin bekleyişi anbean yaşamak başka bir şeydir. Merak duygusunu ayakta tutmak için izleyiciden bilgi gizlenir. Oysa gerilim yaratmak için izleyiciye bilgi vermek gerekir, ona göre.
Gerilim yaratmak için mutlak ve evrensel kurallar var mıdır? Bir romanda veya senaryoda gerilim öğesini canlı tutmak için neler yapılması gerektiğini anlatan sürüyle kitap var. Bunlarda verilen “formüller” hiç de küçümsenmeyecek derecede geçerli. Diğer yandan belki de okuyucuya en büyük zevki veren başarılı istisnalardır.
Polisiye romanların edebî değeri kimi zaman tartışılmış, bazı eleştirmenler tarafından sanatsal yönü zayıf olmakla suçlanmıştır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bence bu eleştirinin arkasındaki asıl ayrım, polisiye roman-polisiye olmayan roman değil, popüler roman-edebi roman ayrımı. Bugün bir kitapçıya gittiğimizde romanlar Romantik, Gerçekçi, İzlenimci, Dışavurumcu vs diye değil Bilim Kurgu, Erotik, Fantastik, Korku Gerilim, Macera, Polisiye vs. başlıkları altında sınıflandırılıyor.
Popüler roman- edebi roman ayrımı bence geçerli ve işlevsel bir soyutlama. Tabii bu ayrımın da sınırlarının bulanıklaştığı, gri bölgelerde yer alan, farklı niteliklerin iç içe geçtiği şaşırtıcı eserler var. Polisiye türü de bundan muaf değil.
Suç, cinayet gibi kavramlar daha çok erkek egemen bir dünyaya aitmiş gibi bir izlenim var. Bir kadın olarak neden polisiye roman türüne yöneldiniz ve bu konuda nasıl tepkiler aldınız? Buna ek olarak kadın okuyucuların polisiye eserlerle ilişkisini nasıl buluyorsunuz?
Suç dünyasında erkeklerin ezici ağırlığı rakamlarla da doğrulanıyor. TÜİK ‘in 2012 verilerine göre, Türkiye’de 2009-2011 yılları arasında ceza infaz kurumuna giren hükümlülerin yalnızca %4’ü kadın.
Neyse ki, polisiye yazmak için suç işlemeye gerek yok! Benim polisiyeye yönelmem tamamen kişisel tercihim. İlkokuldan beri bu türe ilgi duyuyor ve bu türde bir kitap yazmaya özeniyordum. Kadınların bir polisiye okuru olarak erkeklerden geri kalan hiçbir yönü olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de kadın polisiye yazarı olarak, adeta egzotik bir türün az sayıda örneğinden biri olarak ele alınıp, haksız bir avantaj elde etmeyi de istemem kesinlikle. Yalnız şu da ayan beyan ortada ki, kadınlar toplumsal ilişkiler ağının hemen her noktasında ikinci plandalar. Yazarlıkta da bu böyle, çizerlikte de… Başka mesleklerde de…
Polisiye roman türünü ele aldığımızda bu alanda takip ettiğiniz Türk ve yabancı yazarlar kimlerdir?
Polisiye olsun olmasın, genelde roman okurum. Onun dışında psikoloji, bilim ve tarih kitaplarını severim. Açıkçası, polisiye türünün örneklerini tarihsel gelişim sürecinde okuyup, analiz etmeyi ve çıkan kitapların hepsini alıp bir bir incelemeyi istemiyorum. Bu açıdan kendimi tanıyorum çünkü. Böyle sistematik bir çalışma sonucunda, benim için büyülü olan bir dünyanın formüllere ve örüntülere indirgenmesinden korkuyorum. Polisiye okumayı işim için yapılan bir araştırmaya dönüştürmek istemiyorum. O yüzden sıradan ve biraz da naif bir okur olarak kalmayı tercih ediyorum.
Son okuduğum kitap Dan Brown’ın Cehennem’iydi. Önümüzdeki günlerde, uzun yıllardır ihmal ettiğim Sherlock Holmes serisini ve Agatha Christie’yi bol bol okumayı düşünüyorum. Ayrıca Esmahan Akyol, Celil Oker, Emrah Serbes, Algan Sezgintüredi, Barış Uygur ve Suphi Varım’ın, henüz el atma fırsatı bulamadığım kitaplarını okumayı planlıyorum.
Son sorumuzu da yine Kapalıçarşı Cinayeti ile bitirelim. Romanda Berna’nın cinayeti çözümlerken sosyal medyadan da faydalandığını görüyoruz. Artık sosyal medya romanlara girecek kadar büyüdü. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben birkaç yıldır Facebook’u kullanıyordum. Twitter’a ise geçen Haziran, Gezi olayları sırasında, üye oldum. Bıkmadan, usanmadan aforizma püskürten şahsiyetleri bir yana bırakırsak, Twitter artık gündemi takip ettiğim ve ciddiye aldığım kaynaklardan biri haline geldi. Günümüzde, çok miktarda bilgiye ulaşmanın yolu sıradan bir bilgisayar ve bir internet bağlantısından geçiyor. Bu yüzden polisiye kitaplarda, “esrar çözücü” kahramanın mutlaka bir polis ya da özel dedektif olmasına, teknik anlamda, çok da gerek kalmadı bence.
Röportaj: Yusuf Çifci, Ömer Faruk Ateş
Mürekkep Haber