Toplum olarak, kişi olarak onlarca sorunumuzu görmezden geliyoruz. Ama sorunlar da bu yaklaşımla çözülmüyor. Psikiyatr Kemal Sayar, toplum olarak ruhumuza ayna tuttu sorunlarımızın nasıl çözüleceğinin formülünü anlattı.
Ölüm ve acı, hayattan kovulacak şeyler haline geldi. Bu büyük bir kırılma. İnsanlık tarihinden bir sapma ile karşı karşıyayız. Hüznü hayatlarımızdan kovmak istiyoruz ölüme bakmak istemiyoruz. Oysa öleceğimizi bilmek bizi daha mütevazi kılar.
Acıyı yaşamadan gelen mutluluk insana derin bir tatmin hissi sağlamaz, kalıcı olmaz. Oysa acısıyla yüzleşen insanlar hayatta fark yaratır.
Sistem, Türkiye’de 1980’li yıllarda nasıl sol siyasete ait insanları bir ahlak sınavından geçirdiyse, bugün muhafazakar kitleyi ciddi bir ahlak sınavından geçiriyor. Bakıyorsunuz kimi insanlar bu sınavdan geçiyor, kimileri kalıyor.
Türkiye çocuksu bir toplum. Çocuksu bir toplum olarak çok kolay kutuplaşıyoruz, çok kolay birbirimizin boğazına çöküyoruz.
Neden hüzünden bu kadar kaçıyoruz? Pozitif düşünce akımlarının peşine takılıp, hayatı neden sadece pozitif duyguları görerek yaşayacağımız bir alan haline getirmeye çabalıyoruz? Ben bu sorulara cevap ararken, karşıma Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez adlı bir kitap çıktı. Yazarı, psikiyatri profesörü Kemal Sayar. Anlamak ve hissetmenin aslında mutlu olmak kadar önemli olduğunu, insan olmanın acı çekmekle başladığını anlattığı son kitabı çok konuşulacak. Çünkü Sayar, pozitif düşünce akımına sert çıkıyor, "Acıyı yaşamadan gelen mutluluk kalıcı olmaz," diyor. Biraz yağmur, kimseyi incitmez…
Bu kitapla şu an dünyayı kasıp kavuran pozitif düşünce akımına sert çıkıyorsunuz.
Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, bir protest şarkıcı olan Tom Waits’in sevdiğim bir şarkısından alınma bir söz. Bu cümle bana hayatın içindeki kırılganlıkların, acıların bizi yıkamayacağını, tam manasıyla incitmeyeceğini, tam tersine biraz yağmur almanın bizi olgunlaştırabileceğini, hayatın içindeki o zorluklara katlanmamız gerektiğini hatırlatıyor. İnsanlar mutluluk meselesine o kadar kafalarını takmış durumdalar ki. Oysa insan olmak farkına varışla başlayan bir şey. Bütün kadim öğretiler insanlara mutsuzluğa dayanmayı, tahammül etmeyi öğretir, hüznü içlerinde gezdirmeyi, hüznü kabullenmeyi öğretir. Oysa modern zamanla beraber günümüzde ölüm ve acı hayattan kovulacak bir şey haline geldi. Bu büyük bir kırılma. İnsanlık tarihinden bir sapma ile karşı karşıyayız. Hüznü hayatlarımızdan kovmak istiyor, ölüme bakmak istemiyoruz. Oysa öleceğimizi bilmek, bizi daha mütevazi kılar. Mezarlıklar giderek şehrin dışına inşa edilmeye başlıyor. Ölüm, hayatlarımızın içinde konuşulacak kadar bir yer tutmuyor.
Ölümü konuşmak mı gerek?
Bence doğru bir hayatın, ölüm sorusuna cevap verebilen bir hayat olması lazım. Çünkü ölüm hayatın en büyük hakikati, en büyük gerçeği. Öleceğimizi bilmek, bizi hayata yakınlaştırır, o hayatı dolu dolu ve güzel yaşamaya mecbur eder. Bugün insanların önemli bir kısmı, anlam boşluğundan mustarip. Sistem bize ‘Sen başkalarının sırtına basarsan varolabilirsin ve ancak bu yarışta varolabilirsen değerlisin,’ diyor. Bu sistemde hüzünlenmek bile verimi düşüren bir olgu olarak kabul ediliyor ve istenmiyor.
Hüzün nerede hastalıktır, nerede değildir?
Hüzün çok doğal bir hal, gelir ve gider. Hüzün ile depresyonu birbirinden ayırmak lazım. Depresyon, klinik olarak müdahale edilmesi gereken bir durum. Modern insanın problemi, hüzünden de kaçması. Oysa hüznü yaşamadan mutluluğu yaşayamazsınız. Hayatta her şey zıddıyla kaimdir. Hüznün denizinde kulaç atmazsanız, mutluluğun denizine de varamazsınız. Bu kadar basit.
Günümüzde psikiyatri, her türlü insanlık halini patoloji hanesine mi yazıyor?
İşte buna karşı çıkmamız gerekir. Biz psikiyatrlar bazı hastalarımızda karşılaştığımız bazı durumların normal keyifsizlik halleri, hayatın kendisinden kaynaklanan mutsuzluklar olduğunu bilirsek her durumda ilaç yazmayız.
Pozitif bakış kötü bir şey mi? Kabahati nedir?
Bir kabahati yok. Hayatta insanların olumlu olanın peşinden koşması güzel. Fakat bu pozitif düşünce kavramına eklenen, çekim yasası diye sunulan şeyin bir uyuşturucu olduğunu düşünüyorum. Bu çekim yasası diyor ki: Başına kötü bir şey geldiyse mutlaka negatif düşündüğün için gelmiştir. Kolaycı bir formül sunuyor. Bu durumda 10 yaşında kanser, lösemi olmuş çocukların ne gibi bir kabahati olabilir? Hayatlarında nasıl kötüyü çektiler de birden başlarına bu geldi? Freud’un çok temel bir önermesi vardır: Bastırılmış olan geri döner. İnsanın zoraki bastırdığı bir şey mutlaka bir yolunu bulur ve bilince çıkar. Bastırılan tüm o negatif düşünceler bir süre sonra ciddi hastalıklar olarak karşımıza çıkar.
Sizce depresyona girmekten korkmamak mı gerekiyor?
Depresyonun insanı felç eden taraflarından korkmak lazım ama hüzünden kaçmamak lazım. İnsan hüznün kıyısında dolaşırken, çok değişik ilhamlarla hayata bambaşka bakış açılarıyla bakabilir. İşte kaçırdığımız şey bu. Acıyı yaşamadan gelen mutluluk insana çok derin bir tatmin hissi sağlamaz ve çok kalıcı da olmaz. Istırabın faydaları var. Istırap bize bir şeyler öğretiyorsa, geçmişte yapmış olduğumuz yanlışlara karşı oradan büyüterek çıkartıyorsa, o üretken bir ıstıraptır ve bize çok şey kazandırır. Acısıyla yüzleşen insanlar hayatta fark yaratır.
MERHAMET BİLİNCİNİ OLUŞTURMADAN BİR MİLİM İLERLEYEMEYECEĞİZ
Türk toplumunun ruh halini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye çocuksu bir toplum. Çocuksu bir toplum olarak çok kolay kutuplaşıyoruz, çok kolay birbirimizin boğazına çöküyoruz. Hangi dünyaya ait olduğunu bilememe, nereye yöneleceğinden tam emin olamama, kişiliğini tam oluşturamama hali yaşanıyor. Muhafazakar kesim biraz daha kültürel kodlarını oturtmuş gözüküyordu ama onlar da kapitalist sistem tarafından sınanıyor şu an. Önlerine sunulan nimetleri, bir lokma bir hırka felsefesine göre ret mi edecek, yoksa o sofraya oturup, midesine oturacağını bile bile ileride ruhuna ters geldiğini bile bile oradan nimetlenecek mi? Bu, vicdani bir sorudur ve bugünün en temel sorusu budur. Sistem enteresan bir şekilde 1980’li yıllarda nasıl sol siyasete ait insanları bir ahlak sınavından geçirdiyse, bugün muhafazakar kitleyi ciddi bir ahlak sınavından geçiriyor ve bakıyorsunuz kimi insanlar bu sınavdan geçiyor, kimileri kalıyor.
Acıyı sonuna kadar yaşayın diyorsunuz. Ama zaten biz acıyı seven bir toplumuz….
Bu çok doğru. Acı tiryakisi olmuş bir toplumuz, ama o üretken olmayan acıya saplanıp kalma ve o acıdan kendimize mazeretler üretme şeklinde kendini gösteriyor. Bütün hayatı, geçmişte yaşadığımız acı ekseninden yorumluyoruz. Hiçbir sorumluluk almadan hayatın kıyısından dolaşmak istiyorlar ve bir yandan da bundan şikayet ediyorlar. Bunlar ilaçla çözülecek durumlar değil terapi ile çözmeye çalışıyoruz.
Varoluşumuza ters mi davranıyoruz?
Tamamen öyle. Fıtrata ters bir bilim anlayışında bir modern dünya ile karşı karşıyayız. Yaşlanmayı geciktirmek istiyoruz. Hatırlayın, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın başına ‘Her canlı ölümü tadacaktır’ yazıldığı zaman bir sürü insan dehşetle irkildi. Bu bir hakikat, yani bununla yüzleşmek niye bize bu kadar ağır geliyor? İnsanlar giderek uyuşturucu kültürü dediğim bir kültüre hapsoluyor. Başarı eksenli bir uyuşturucu kültürü, maddi tüketim eksenli bir uyuşturucu kültürü ya da ilaçlara bağlı bir uyuşturucu kültürü içinde dibine kadar uyuşmuş ve dünyaya duyarsızlaşmış halde yaşamalarına yol açıyor. Bugün gençlerin çoğuna bakıyorsunuz, hakikaten bu uyuşmuş halin yansımalarını görüyorsunuz. Bize artık uyanık bir bilinç lazım. Ötekinin canını yakmaktan çekineceğimiz, çok uyanık bir bilinç lazım. Hoşgörü lafında bile bir kibir var. Türkçede hemhal olmayı çok güzel buluyorum. Onunla hallenmek, onun hali ile onun ıstırabı ile ıstıraplaşmak, onun derdini anlamak. Merhamet bilincini oluşturmadan da bir milim ilerleyemeyeceğiz gibi gözüküyor. Istırabımızı üretken hale getirmeliyiz. Kendi ıstırabımızdan, bunca sene çektiğimiz ıstıraplardan öğrendiğimiz bir şeyler olmalı.
Siyaseti futbol takımının taraftarlığına indirmişiz
Okullarda merhamet odaları kurulmalı diyosunuz kitabınızda…
Evet. Mesela milli eğitimin karakter eğitimi anlamında, kişilik gelişimine çok az değer verdiğini görüyorum. Bizim ileri matematik öğretmekten başka yapacak işlerimizin olması lazım. Dramaların, drama derslerinin olması lazım. Türkiye çok ağır baskı dönemlerinden geçti. Biz bu ağır baskı dönemlerinden geçmiş bir toplum olarak karşılıklı bir konuşma ahlakı, yeni tahayyül biçimleri üretemedik. Hâlâ birbirimizin boğazına basacak kutuplaşma siyasetleri üretiyoruz. Biz siyaseti futbol takımının taraftarlığı mesafesine indirmiş durumdayız. Çok duygusal şekilde bir takımın renklerine sebepsizce bağlanma tarzında siyaset yapılıyor. İnsanların kafasındaki siyaset derinleşemiyor ve kavgacı bir düzeyde kalıyor.
BU KUŞAĞA TOST VE TEST DIŞINDA BİR ŞEY VERİLMEDİ
Türkiye için büyüyememiş bir toplum dediniz. Çocuklarını yetiştirirken bu büyüyememiş toplumun hataları var mı?
Nasıl olmaz? Çocuklar tamamen anne ve babanın narsistlik hevesinin bir yarış atı haline geliyor. Prensler olarak yetişiyorlar. Bu çocuklar gerçek hayatla karşılaştıkları zaman çok büyük hayal kırıklığı yaşıyorlar. Annelerinin babalarının kendilerini şişirdiklerini fark ediyorlar ve birden tuzla buz oluyor egoları ve depresyona giriyorlar. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde Ergen Kliniği’ni kurdum, dört sene boyunca oranın şefliğini yaptım. Türkiye’de herhalde en çok ergen hasta görmüş insanlardan birisiyimdir. Öyle çocuklar görüyorsunuz ki, doğuştan hak edilmişlik duygusu her şeyi istiyor.
Ebeveynler kendilerinin uzak kaldığı duyguları çocuklara nasıl aşılayacaklar?
Aşılayamıyorlar. Türkiye’de giderek acımasızlaşan bir kuşakla karşı karşıyayız. Bu kuşağa biz test ve tosttan başka bir seçenek de sunamadık maalesef. Yani devlet kendi kuyruğunu yiyen bir canavar gibi genç nesillerini 20-30 senedir öğütüyor. Anne-baba çocuğunu her şeyden önce merhametli bir birey olarak yetiştirmeli. Zalim bir dünyada, zalimlik yapmak üzerine kurulmuş bir robot olarak değil, hisseden, anlamaya çalışan, başkalarının acısı ile alakadar bir insan olarak yetiştirmeli. Türkiye’de herkes o kadar kendi gettosunda, kendi duvarlarının arasında yaşıyor ki, kimse öbürünün derdine kulak kesilmiyor ve onun hayatına katılmak istemiyor.
Sabah