Yazarımız Ayşe Büşra Erkeç, Hüseyin Akın’la "Canlı Renkler" kitabına, şiire ve hayata dair söyleşti. Enteresan konulara da değinilen ilginç ve keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.
Röportaj: Ayşe Büşra Erkeç
– Evvela Canlı renkler, hayatınıza can ve renk katsın diyerek iyi dileklerimle başlamak istiyorum. Son çıkan kitabınızın arka yüzünde zaman ve mekana dair yazdıklarınızda dikkatimi çeken bazı cümleleriniz oldu. Zaman kavramı hep tartışılır, Tanrı indinde zaman, insanlar nazarında zaman, buna bir de şairin gözünde zaman mefhumu eklenmeli midir? Nasıl bakar bir şair zaman ve mekâna?
– Zaman Allah’ın biz kulları üzerine kurduğu saatin adıdır. Allah’ın hâkimiyet anlamında bir eli vardır ve el her daim yarattıklarının üzerindedir. Yaratıcının elini en çok da üzerinde hissedenler şairlerdir. Galiba bu el zamandır. Bu dünyada sınavda olduğumuzun en büyük delildir zaman. İnsanın idrak melekesini geliştiren ve insanın mekâna dair aidiyetini pekiştiren bir olgudur aynı zamanda. Fanilik ve yarın ölecek oluşumuza dair gerçeklik dünyaya dair bütün planlarımızı geçersiz ve hükümsüz kılıyor. Bu yüzden şiire tutunmamızın asli sebebidir zaman.
– Şiir başta olmak üzere birçok deneme ve hikâye kitaplarınız yayımlandı, fakat şair kimliğiniz hep ön plandaydı. Şiirin, hayatınızın merkezine bu denli yerleşmesine neden, hayatınızı ele geçirmesi mi yoksa hayatınızın şiire eşlik etmesi mi?
– Kendimi ancak bu şekilde ifade edebiliyorum galiba. İnsan mevcut dilin kifayetsizliğinden dolayı şiir yazar. Yani gerçek ve asli diline geri dönmek ister. İnsanın hayatı şiiriyle didişmez aksine uzlaşır ve kucaklaşırsa bir bütüne ulaşır. Yani bir bütüne ulaşmak için şiir yazarız. Uğraştığı şey ne kadar çeşitli olursa olsun yine de tek bir kişiliği vardır insanın. Hikâye de yazsak, şiir de yazsak, öğretmenlik ya da manifaturacılık da yapsak kişiliğimiz değişmez. Ama asıl kişiliğimizi kendimize indiğimiz zaman buluruz. Bu inişin gerçek anlamda gerçekleştiği yer şiirdir.
– "Suyun yüzeyine çıkmak için ufak bir hamle gerekli fakat önce dibe inmek gerekli" gibi bir anlam çıkarabiliriz sanırım burada… Peki, şiirlerinizde, denemelerinizde ve kitaplarınızın başlıklarında esprili bir bakış açısı dikkatimi çekiyor… Oysa alışılagelmiş profilde şair acılı ve hüzünlüdür, efkârını sanatına mihenk taşı atfeder ve bunu her fırsatta dikte eder, sizin zamana tanıklık eden eserlerinize de yansıttığınız bu espri nedir ve nasıl bir bakış açısıdır ki, bu hüzün perdesini kırmayı başarıyor?
– İsterseniz buna espri demeyelim de ironi diyelim. Evet, yazdıklarımda bir ironi havası olduğu doğrudur. Lakin ironi hüzünden bağımsız bir durum değildir. Acı ile karışık bir gülünçlüğe denk düşer. Daha doğrusu sonu hüzne varan bir durumun karşılığıdır ironi. Yani ironi ile mizahı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Ayrıca mizahı da severim. Ama şiirde mizah şiiri sabote etmeye yarar sadece. Hüzün sırıtan değil sızan bir şeydir aslında. Onu alın çizgilerinde ya da bir insanın onlarca yıllık yaşanmışlığında, ömür sürmüşlüğünde aramak daha doğru olur. Söz konusu ettiğiniz ironi daha çok hikâye ve denemelerimde görülebilir. Mesela günlük hayatın gerçekliğini ters yüz ettiğim hikâyelerden oluşan "Hepsi Hikâye" kitabı böyledir. Bu hikâyelerde gerçekten insanın şaşkınlığını bir anda yüksek sesle gülmeye terken bir şeyler vardır. O bir şeylerin adına biz "Hayat" diyoruz.
– Daha önceki söyleşilerimde bazıları sorun ettiği için belirtmek istiyorum. Aklıma geleni sormak gibi bir özelliğim var, konuya ilişkin olmayan sorularıma kendinizi hazırlayın lütfen… Arkadaşlarıma da sıkça sorduğum bir sorudur bu; kendinizi ait hissettiğiniz bir yer var mı?
– Evet var… Bir zamanlar bahçesinde oynayıp sokaklarında dolaştığım çocukluğumdur orası. Ben hep orayı özlerim. Oraya gitmek için gayret sarf ederim. Yeniden çocukluk günlerine gidemediğim için hayatı oyuna dönüştürerek bunu bir ölçüde telafi etmek istemişimdir. Bence sanat ve edebiyat uğraşı bu oyunun en önemli parçasıdır.
– Peki, kitabınız da "Bir şiiri anlamak, aynı zamanda o şiiri yazan şairi anlamayla birlikte sürüp giden bir gayretin neticesidir…" diyorsunuz "Canlı Renkler" de… "Bir şairi anlamak için onun hayatına tanıklık etmek yeterli midir?" sorusunu getiriyor hemen aklıma, şiirin gizemi bu tanıklığın gözden kaçırılmasından mı kaynaklanıyor?
– Her şair şiirinde kendi serüvenini yazar. Şairin hayatı şiire dâhildir yani. Bir şiiri anlamaya yöneldiğimiz zaman o şiiri yazan şairin tarihini de çözmeye davranmış oluruz. Tanıklık dış gözleme dayalı bir tecrübedir, dolayısıyla şairin sadece dışa dönük hayatına tanıklık etmek onu tanımak anlamına gelmez. Asıl ve daha önemli olan şairin iç gündemi yani deruni dünyasında olup bitendir. Buna şahitlik yapmak ancak onun şiirine vakıf olmakla mümkündür. Bir şairin şiirine vakıf olmak demek bir nevi onunla duygudaş olmak demektir. Yani aynı anda aynı şeylere aynı hislerle yaklaşabilmek meselesi… Bu kolektif duyarlık şairle okuyucuyu trajik akraba kılar.
– Kitabınıza dönecek olursak "Muhteşem bir tembel Ahmet Muhip Dıranas" isimli bölümde, şehirlerin insana yaşattığı fırtınalardan bahsettiğiniz bir kısım var, "Bir insanın içinde uyuyan şiiri uyarmada yaşadığı şehrin ne denli etkisi olduğunu, hayat ve ölüm arasına sıkıştırdığı hayattan anlıyoruz…" diyorsunuz. İnsanın ruhundan birçok şehir geçiyor aslında, sürekli bir yalnızlık duygusu var ki, bir şiirin aklımda kalan mısrasına binaen "içimdeki sesler de olmasa yalnızlıktan ölecektim" diyecek kadar hatta. Şehir görmemişse bir şair, onu besleyen, fırtınalarda coşturup şiir yazdıran nedir? Şiir akımlarını yaratan bu olabilir mi, göçler vesaireler…
– İnsan yaşadığı yere benzer. Yaşadığı şehir şairi dolayısıyla şiiri etkiler. Şairin yaşadığı yerle ruhunu sığdırabildiği yer elbette farklıdır. Bulunduğu yeri bulunmak istediği mekâna dönüştürebildiği oranda kendini emin hisseder. Bütün şairlerin kendilerini içlerinde emniyette hissedebilecekleri yere "özülke" diyoruz. Ahmet Haşim buna "O Belde" diyor. Herkesin böyle bir muhayyilesiyle sınırlarını çizdiği bir ülkesi vardır mutlaka. Şehir görmek şart değil bir şehri içinde duyumsamak ve büyütmektir asıl olan.
– Yazının uzağında bir hayatınızın olduğunu varsayarsak, şiirden ve yazıdan uzak bir hayatı nasıl tarif ederdiniz?
– Zor ama güzel olmalı. Ne de olsa asıl olan yazmamaktır. Buna direnerek muvaffak olanlara ne mutlu. Yazmak yaşamakla insanın arasına giren bir şeydir. Sürekli teyakkuzda olmayı gerektirir. Oysa insanın uyumaya da ihtiyacı var. Gündelik hayat uykudur gündelik verili dil uyku dilidir. Sürekli dikkat ve teyakkuz insani şiire götürür. Ama bu da her an gerilmiş yay gibi durmanızı icap ettiren bir durumdur ve gerçekten meşakkatlidir.
– Meşakkat demişken, bir öğretmen çocuğu sanatçı olamaz, fakat annesinden sürekli dayak yiyen bir çocuk ya da babadan ayrı kalan bir çocuk sanatçı olur gibi bir konuşma geçti geçenlerde arkadaş grubunda sohbet ederken. Aslında kastedilen şey hayatın çemberinden geçmekle alakalı bir durumdu… Sizin ayağınıza kaç kere çelme taktı hayat?
– Şiir yazmak için sorunlu bir kişilik yapısına sahip olmak gibi bir kural vardır diyenlere katılmıyorum. Şair marazi bir şey değildir. Duyarlıdır, kendini yabancı hisseder, yanlış yerde indirilmiş bir yolcu tedirginliği vardır belki. Ama annesinden sürekli dayak yiyen çocuk sanatçı olmuş olsaydı ortalık şairden geçilmezdi. Hayat herkese ne yapıyorsa bana da onu yapıyor. Önemli olan bizim hayata nasıl davrandığımızdır. Hayat bu haliyle kendinden bahsettirecek bir özelliğe sahip. Başka türlü olsaydık hayattan hiç bahsetmez onu sadece yaşardık. İletişim sorunu yaşayan insanlar mutlaka kendilerini ifade edecek bir enstrüman arayışına girerler elbet. Ama bu her zaman edebiyat ve sanat olur diyemem.
– Mutlu musunuz?
– Herkesin anladığı anlamda soruyorsanız mutlu değilim, benim anladığım manada ise eğer soru evet mutluyum.
– Şöyle ifade edebiliriz üstad, dünya algınız içerisindeki mutluluk -tırnak içinde "Mut"- tanımınız nedir, bu dünyada Mut’a ulaşmak mümkün mü?
– Tanımını herkes kendi dünyasına göre yaptığı için bir tuzağa düşmek istemiyorum. Bu tür sorular hep tuzak sorudur. Evetle hayırla direk anlatılabilecek bir şey değildir. "Köylü müsünüz?" diye sormak gibi bir şey. Evet de denilebilir, hayır da denilebilir. Hangi anlamda sorduğunuz önemli. Köylü değilim desem kalkıp "ama siz Mecidiye Köy’de oturuyorsunuz" da diyebilirsin. Evet, köylüyüm desem, "ama sizin oturduğunuz yerin köyle ne ilgisi var da diyebilirsiniz." Mutlu musunuz sorusu klişelerden arınmış bir şekilde cevaplanması gereken bir soru. En iyisi içimden dışarıya sızan hayatıma bakın anlarsınız diyeyim. Miskin Yunus’un dediği gibi: "Dışarıya o sızar, içeride ne varsa"
– Peki söyleşimizin sonuna yaklaşırken, ölmeden evvel yazmayı tasarladığınız bir kitap yahut da bir şiiriniz var mı? Hani yazıp sakladığınız?
– Bütün yazdıklarım zaten ölmeden evvel tasarladıklarımdır. Halen yaşıyor olduğuma ve ölmediğime göre bütün yazdıklarımı ölmeden evvel yazmayı tasarladıklarım kategorisine dâhil edebilirisiniz. Yazıp sakladığım hiçbir şey yok. Fakat yazmayıp sakladıklarım gizli bir sandıkta duruyor.
– Yazmak için bir derdi olmalı insanın, ya da bir derde talip olmalı. Bu gözü kapalı ateşe atlamak kadar da cesaret isteyen bir şey sanırım, ben bu anlamda şair ve yazarlara normal gözle bakamıyorum. Gözü kara olmanın ötesinde aklın dar çemberinden de çıkmış olmalı ki, her şeye başka bakabilsin. Toparlayacak olursak özetle; şiiri yaşayan başka yaşar ve bu hayatına da sirayet eder kanısındayım. Buradan hareketle son olarak yapmış olduğunuz en küçük delilik nedir, yazmanın dışında?
– Delilik fark edildiği an delilik olmaktan çıkar, organize ve yapmacık bir aykırılık denemesine dönüşür. Bir delilik yapmışsam bunu fark edebildiğim an deliliğin şanına leke sürmüş olurum. Hiç de delice bir hareket olmaz. Dolayısıyla benim fark edebildiğim öyle delice bir hareketime rastlamış değilim şu ana dek. Belki de vardır, ama benim haberim yoktur.
– Gençlere son olarak ne söylemek istersiniz?
– Okusunlar… Kitap okumak, hayatı okumaktır.
on5yirmi5.com