Tuba OLGAÇ’ın röportajı…
Türkiye’de yayıncılığı ve yayıncılık sektöründeki sorunları ve Nesil Yayın Grubu Genel Yayın Yönetmeni Ali Erdoğan ile konuştuk. Erdoğan’a göre, toplum olarak okuma alışkanlığımız yeterince gelişmiş değil. Dünyanın süslü bir vitrin haline geldiği, tüketimin büyük ölçüde arrtığı bu çağda, okuyucunun bir kitabı almasında reklam ve pazarlama faktörü önemli rol oynuyor…
Kitapları seçerken hangi kriterlere göre değerlendiriyorsunuz?
Yayınlanacak kitap seçiminde, yayıncı kuruluşun misyon ve vizyonu, okuyucu yelpazesi, piyasa beklentileri ve konjonktür gibi birçok unsur devreye girer. Kitaplar, elbette okunmak üzere yayınlanır ve dolayısıyla yayın kararı alınırken sayıca az veya çok bir hedef kitle tahmini yapılır. Hiçbir kitap, boşluğa doğmaz.
Nesil Yayın Grubu olarak, daha ziyade, yayınevimizin başından itibaren sürece dahil olduğu, proje bazlı dosyaların basımını esas alıyor olmakla birlikte, bize şu veya bu mecradan, tamamlanmış halde gelen dosyaları; muhteva, dil ve üslûbu itibariyle şu ilkeler ışığında değerlendirdiğimizi söyleyebilirim:
İnsana fıtraten yerleştirilmiş olan genel ahlak ilkelerinin dışına taşan; itikada hakaret içeren, onları istihfaf eden; ulûhiyet inancını reddeden; küfür ve argo ifadeler içeren; müstehcenliği, alkolü ve uyuşturucu madde kullanımını nazara sunan; yalanı ve hileyi öven, ümitsizlik aşılayan; ırkçı söylemler taşıyan; dine, kutsal değerlere düşmanlıkları veya ahlak dışı davranışlarıyla şöhret bulmuş kişi ya da kişilikleri öven, onları mitleştiren eserleri yayınlamıyoruz. Bunlar, bizim kırmızı çizgilerimiz.
Bu kırmızı çizgilerin dışında kalma kaydıyla, insana dair her konu bizim kapsama alanımızda yer alıyor. Bu kitapları yayınlarken, elbette bir ihtiyaca karşılık gelip gelmediği, bir hedef kitlesinin olup olmadığı, üslubu ile hedef kitlesi arasında uyumun bulunup bulunmadığı gibi hususları müzakere ediyoruz.
Diğer taraftan, işin ekonomik boyutunu da gözönüne almak zorundayız. Her kitabın ‘çok satmasını’ beklemiyoruz; ama toplamda yayınevinin zarar değil, kâr ediyor olması da gerekiyor.
Bu çizgide, bu kâr-zarar dengesini gözeterek, bir ihtiyaca karşılık geldiğini, az sayıda satıldığı halde düşünce hayatımıza hizmet edeceğini bildiğimiz ve yahut genç bir istidadın günyüzüne çıkmasına vesile olacağını umduğumuz kitapların da yayınına karar veriyoruz.
EN ÇOK ROMAN OKUNUYOR, EN ÇOK ROMAN SATILIYOR
En çok kitaplarınız satıyor? En çok hangi yazarlarınız ilgi görüyor?
Türkiye yayıncılığı açısından, sabit bir gerçek var. En çok roman okunuyor, dolayısıyla en çok roman satılıyor. Bu, bizim için de geçerli bir durum.
Ancak bu noktada bazı yayınevlerinin çok da dürüst ve etik davranmadıklarını düşünüyorum. Şöyle ki: Farklı ilişki düzenekleri çerçevesinde, farklı mülahazaları gözeterek, bir ürünü ya da ürün grubunu kamu kurum veya kuruluşlarına belli ilişkiler çerçevesinde satan bazı yayıncılar, bu kitaplarını sanki piyasada en çok satanlar arasındaymış gibi pazarlayabiliyorlar.
Hediye edilmiş veya mecburen okunması istenmiş bir kitabın, ‘çok satan’ bir kitap olduğu halde gerçekten ‘çok okunan’ bir kitap olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu bakımdan, ‘toptan satış’ rakamları gerçek okuyucu ilgisini yansıtmıyor; bu noktada aslolan, tek tek okuyucu tercihiyle ne kadar talep edildiğini, alınıp okunduğunu test edebilmek.
Az önce söylediğim gibi, tür bazında baktığımızda roman öne çıkıyor. Ayrıca, dönem dönem öne çıkan konular ve türler oluyor. Meselâ, son on yılda tarih, aile, psikoloji ve din, okurun en fazla ilgi gösterdiği türler olarak öne çıkıyor.
Yayınladığı kitabın çok satması her yayıncının tabiî arzusudur. Ancak Nesil Yayın Grubu olarak amacımız kısa vadede parlayıp sönen değil, kalıcı eserler ortaya koyabilmek. Bu noktada bizim gözdemiz, kısa sürede çok satan değil, şu veya bu miktarda da olsa hep satan kitaplar.
Elbette, bir kitap çok ve hep satıyorsa, nurun alâ nur. Keşke her yayınevimiz için böyle kitaplar sözkonusu olsu. Zira böylesi kitaplar, yayınevlerini risk alma, yeni tarzlar deneme, yeni isimlere imkân tanıma noktasında daha cesaretli ve girişken kılıyor.
Ayrıca, her kitabın belli bir kaderi olduğuna inananlardanım. Onlarca yıl önce çıkıp belki hiç satmamış bir kitap veya yazar, daha sonra çok satanlar arasına girebiliyor. Yani, bir kitabı veya yazarını, yayınlandığı ilk zaman diliminde kalarak değerlendirmek, bizi bazı değerleri ‘değersizleştirmeye’ de sürükleyebilir. O yüzden, iyisi mi, biz isim vermeyelim ve yayınevimizi tercih etmiş bütün kalem erbabına teşekkürlerimizi, sevgilerimizi sizin vesilenizle bir kez daha iletelim.
Yazarların çoğu telif noktasında yayınevlerinden yana şikayetçi, bu konuda yayınevleri neler düşünüyor?
Bu konuda bütün tarafları dinlemeden bir yargıda bulunmanın sağlıklı olmayacağını düşünüyorum. Yazarların işletmecilik ve piyasa şartları noktasında bazı bilgi eksiklikleri var. Bunun karşılıklı empati yaparak, tarafların hassasiyetleri gözetilerek belli bir ortak anlayış çerçevesinde çözülebilir.
Bir gaye-i hayal, manevi amaç ve hedefiniz olmayıp konuya sırf ekonomik yönüyle yaklaşıyorsanız yayıncı veya yazar olarak bu alandaki yürüyüşünüzün çok da uzun soluklu olmayacağı tecrübelerle sabittir.
Kaldı ki, bu tür bir anlayış özellikle ürünlerinizin niteliğine negatif olarak yansıdığı da bir gerçektir. Diğer taraftan, kartelci eğilimler taşıyan veya sektöre yeni giren yayıncılar veya merdiven altı diyebileceğimiz bazı yayıncılar, piyasada tutunma adına yazar transferi yoluna gidiyorlar.
Bunu yaparken de fahiş telif ücretleri teklif ediyorlar. Ürünün çıkmasını müteakip beklenen netice de hasıl olmayınca her iki taraf da mağduriyet yaşayabiliyor. Yazar ürünün tanıtımının çok sınırlı kaldığından şikayetçi ederken, yayıncı da ürünün talep görmemesinden yakınıyor. Bu tarz şikayetler daha ziyade kurumsallaşmamış yayıncılar veya yazarlıktan milyoner olma hülyasındaki bazı yazarlar arasında yaşanan birşey.
Sonuç itibarıyla, bir kitap onbinlerce satan bir kitaba dönüşmedikçe, yazarın o kitaptan alacağı telifin ‘harcadığı emeğe değdiği’ni söylemek çok zor. Ama bu durum, yayınevi için de geçerli. Ama şu açık ve net olarak bilinsin: Bir kitaptan yazar kazanıyorsa, yayınevi de kazanıyor. İki taraf da söyleşme şartlarına uyduktan sonra, yazar kazanamazken yayınevinin kazanması diye birşey sözkonusu değil.
Bir de şu durum var. Bir kitabın ilk baskısının telif geliri, yazarın harcadığı emeğe ve zamana göre, çok düşük kalıyor. Bu yüzden, bazı yazarlar, kitabın yayın hakkını daha yüksek bir bedelle tamamen yayınevlerine devrediyorlar. Yayınevi başta bir risk alıyor, ama sonra bu kitabın bahtı açılabiliyor.
Öte yandan, şu taraf da dikkate alınmalı: Bir kitap yayınlandığında, bu kitap satsa da satmasa da yayınevi yazara telif ödüyor. Satmadığı takdirde, yazara ödediği telif, matbaa ve kağıt masrafları, editöre ödediği maaş, reklam ve tanıtım masrafları, sabit işletme giderleri, bütün bu ödemeler yayınevinin zarar hanesine yazılıyor.
Sözün kısası, istisnai durumlar dışında, ya hem yayınevi hem yazar kazanıyor. Ama yazar az da olsa kazanırken yayınevinin zarar ettiği durumlar da oluyor. Ama en az gerçekleşen, yazar az kazanmışken yayınevinin çok kazandığı durumlar…
Farklı yayınevleri, kendi çizgilerinin çok dışındaki kitapları basabiliyor. Yayınevleri, eskiden gelen solcu, sağcı gibi kimlikleriyle ön plana çıkıyor, bu yönleriyle tanınıyordu. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?
Burada küresel bağlamda serbest piyasa ekonomisine bağlı olarak teşekkül eden sosyolojik ve ekonomik dönüşümün rolü büyüktür. Aslında bu, Türkiye ölçeğinde baktığımızda, belki bir dönüşümden ziyade normalleşme sürecinin sonucudur.
Bir bakıma, Soğuk Savaş şartlarında ve ihtilallerin gölgesinde uzun yıllar oluşmuş toplumsal grupların alışılmış/alıştırılmış davranışların dışına çıkmaya başladıkları için bu gerçekleşiyor. İnsanlar alışılmış davranış kalıpları ve önyargılarla birbirine yabancılaşan zıt kutuplar halindeyken, bu süreçte, birbirlerini daha yakından tanıma imkanı buldular. Bunun neticesinde aslında belli odaklar tarafından kullanıldıklarının farkına vardılar.
SAĞ SOL ARASINDA KORKUNÇ UÇURUMLAR VARDI
Eskiden önyargıların sevkiyle toplumun sağ-sol ideolojik yapıları arasında korkunç uçurumlar vardı. Bediüzzaman, “Zaman en büyük müfessirdir, hükmüne itiraz kabil değildir” der. Bugün baktığımızda, mazide yaşadıklarımıza acıyoruz.
Sözü edilen kutuplaşma, sosyal hayatın bütün alanlarında olduğu gibi yayıncılık sektöründe de mevcuttu. Ancak bugün geldiğimiz noktada Nesil Yayın Grubu olarak, yazar anlamında, sağ düşünceden de, sol düşünceden de gelen yazarlarımız var. Aynı şekilde, sol blok olarak bilinen yayınevlerinde de dini alanda çok değerli doktora tezlerinin basıldığını veya dinî muhteva içeren popüler çalışmalarının da yer aldığını memnuniyetle görmekteyiz.
Bunları bir dönüşümün değil, bir normalleşmenin sonucu olarak görmek gerekir. Olması gereken de budur zaten. Bilgi ve düşünce bizatihî değerlidir. Bir ayrışmaya gitmek, ilim ve bilginin tabiatına da, bizim temel düşünce ve dinamiklerimize de zaten aykırıdır.
Burada meseleye bakış açısı önemlidir. Yayıncılık bir yönüyle zihin faaliyetidir, zor bir iştir. Muhatabınız kainatın en mükerrem varlığı insandır ve daha ötesi o mükerrem varlığın en önemli unsurları aklı ve kalbidir. Bu yönüyle manevî bir yönü de vardır yayıncılığın.
Biz, Nesil Yayın Grubu olarak misyon ve vizyonumuz itibariyle, her ne kadar, toplumlar, ülkeler ve bir bütün olarak dünya değişiyor, dönüşüyor olsa da, dönüşmeyen ve değişmeyen temel sabitelerin her zaman için var olduğuna inanıyoruz. Sözgelimi, insanın anlam arayışı, huzur ve mutluluk arayışı, varoluşa dair temel sorular, aile içi uyum ve ileşitim, değişmez gerçekler ve ihtiyaçlardır. Dolayısıyla, değişimi ve dönüşümü doğru okuduğumuz gibi, her zaman ‘aktüel’ kalan değişmez gerçeklere ve ihtiyaçlara dönük bir yayıncılık, her zaman için geçerli olacaktır.
Bu bakımdan, ‘güncel’i gözardı etmeyen; ama ana yayın ağırlığını kısa dönemde büyük ilgi toplayıp sonrasında gündemden düşecek sansasyonel güncel yayınlara endekslemeyen; genel ve kalıcı insan meselelerine odaklı bir yayın çizgisinde ilerlemeyi önemsiyoruz. Bu, genel olarak bütün yayıncılar için geçerli. Bunun ötesinde, yayınevimizin varoluş sebebi, Kur’ân’ın asra bakan özgün bir yorumu olarak gördüğümüz Risale-i Nur ve Risale-i Nur hizmeti, bunu bizim için hem daha bir gerekli, hem daha bir mümkün kılıyor.
Yayıncılığın sermayenin kontrolüne girdiği görülüyor. İdeolojik bütünlük yerini paraya mı bıraktı?
Sermaye, özü itibariyle güç değildir. Ancak amaca giden yolda kolaylaştırıcı bir araçtır. Gerçek güç bilgidir. Bilgiyi elde eden yönetir. Nice sermayeler bilgiden mahrum olarak yönetildiği için heba olmuştur. Dolayısıyla, sermaye ancak bilgiyle birleştiğinde gerçek bir güce dönüşebilir. Yayıncılık sektör itibariyle diğer ekonomik sektörler gibi kâr getirici bir sektör olmadığı için büyük sermayedarların hiçbir zaman ana faaliyet alanı olmamıştır. Ancak, bazıları için, şu veya bu şekilde ticari diğer faaliyet alanları için bir ilişki ağı oluşturma veya menfaat devşirme alanı olmuştur.
Bugün ideolojik yapılanmalar güç kaybediyorsa bu sermayenin gücünden dolayı değil; okurun artık sosyal değişime paralel olarak sıkı toplumsal grupları bir arada tutan ideolojik bağların gevşemesinden kaynaklanıyor. Yoksa sermaye eskiden de vardı.
Yayıncılık, okuru şekillendirmekten ziyade, bir noktada okurdan şekil alan ve yenilenen bir yapıdadır. Zamanı iyi okuyan, ihtiyaçları iyi tespit edip cevap veren kim olursa olsun bunu başardığı ölçüde ekonomik anlamda bu pastadaki payını arttıracaktır.
Şimdi, homojenleşen bir toplum içinde ürünler standardizasyona giriyor. Belirleyicilik kalite ve orijinallikle kendini gösteriyor. Yayınevi karizması ve yazar karizması ideolojik karizmaların yerine geçmiş durumda.
Ekonomik koşullara ve pazar şartlarına nasıl direniyorsunuz?
Daha çok dilli bir yayıncılık yaparak… Bu dilden kasdım daha fazla markalaşmaya, daha fazla sınıfa hitap etmeye çalışarak yaşadıkları yatay büyüme. Son dönemde büyük yayınevleri alt marka sayılarını bir hayli arttırdılar. Bunda yurtdışı fuarlara iştirakle dünyayı ve dünya yayıncılarını tanımanın rolü var. Oradan bazı modeller alıp burada uyguluyorlar.
Mesela aynı yayın grubu çatısı altında iki farklı kimliğin yazarı kitap çıkarabiliyorlar. Farklı markalarla yapıyorlar bazen bunu. Bazen buna bile gerek duymuyorlar. Eskiden bu ne kadar mümkündü?
Şimdi her yayınevi, her okura ulaşmaya çalışıyor ve bu potansiyeli görüyor. Toplumun farklı sınıflarına hitap edebilme adına, hem akademik yayınlara hem de daha başka türlere yer verebiliyor. Bir de çoksatar kitaplardan hepsatar kitaplara doğru bir eğilim var. Ama nihayetinde belli başlı kriterler belirleyici. Her yayınevinin olmazsa olmazları var. Daha evvel de konuştuğumuz gibi, bu biraz kimlikleriyle ilintili.
E-kitapların ortaya çıkması yayıncılığı nasıl etkiledi? Önümüzdeki on yılda, yayınevlerini neler bekliyor?
Gerek ülkemiz, gerek İslâm dünyası, gerek bir bütün olarak dünya için bir büyük dönüşümün yaşanıyor olduğu bir dönemece girmiş bulunuyoruz. Bunun yayıncılıkla, yayıncılığın geleceği ile ilgili tazammunları hakkında bir öngörüye ve dikkate sahip olmamız, ‘yarının yayıncısı’ olabilmek gibi bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.
Bu dönüşümün ‘teknik düzlemde’ başlayan, ama orada kalmayan bir yansıması olarak hem dijital yayıncılık, hem de sosyal medya üzerinde daha fazla kafa yormak; mevcut yayıncılığı bu iki alanla bütünleştiren bir çizginin izini sürmek kaçınılmaz gözüküyor. Bugün bile Türkiye’de evlerin yüzde 40’ında internet erişimli bilgisayar kullanılıyorsa ve birkaç yıl içinde eğitimin tamamında tablet bilgisayarlar devreye girecekse, biz yayıncılar için bunun anlamı üzerinde elbette kafa yorulması gerekir.
Bu meyanda, yayıncılık, ilerleyen dönemde basılı kağıt-internet sitesi (görsel unsurlar da içerir şekilde)-dijital kitap-sosyal medya dörtgeni içerisinde yeni bir kompozisyona kavuşacaktır
Bizler, yayıncılar olarak, bu dörtlü kompozisyonu, şimdiden öngörme durumundayız. Bunlar içerisinde en önceliklisi ve en hızlı sonuç alınabilir durumda olanı ise, yayınlarımız hakkında sosyal medya üzerinden bir haberdarlık, aşinalık ve ilgi hâlesi ve (yayınevi, yazar, konu veya kitap temelinde) bir ‘gönüllüler platformu’ oluşturabilmek. Bütün bunlar da ‘sosyal medya editörlüğü’nü daha ön plana çıkaracaktır.
Ayrıca, önümüzdeki dönemde Türkiye’de ortalama eğitim düzeyinin giderek yükseleceği; kısa bir gelecekte sınava giren her gencin üniversiteye de girdiği bir süreç yaşanacağı; ayrıca, 21 yaş üzeri nüfus toplamında üniversite mezunlarının sayısının yüzde 50’lere doğru ilerleyeceği bir sosyal-kültürel ortama doğru ilerlediğimiz gerçeği var.
Dijital bir genç neslin oluştuğu bir dünyada, e-kitap benzeri dijital yayınların basılı kitap piyasasını etkilememesi düşünülemez. Türkiye ölçeğinde baktığımızda henüz e-kitap yayıncılığının başında sayılırız. Ancak, az önce belirttiğimiz gibi, bu yöne doğru bir eksen kaymasının olacağı muhakkaktır. Yayıncıların yatırımları da bu kaymaya bağlı olarak dijital yayıncılık üzerinde ağırlık kazanacaktır. Buna direnmek mümkün değil. Dirençte inat gösterenler uzun vadede kaybetmeye mahkum olacaklardır.
Öte yandan, basılı kitap ise asla tarih olmaz. İlgi ve talep düşebilir, üretim olarak yayınevleri rakamları tekrar gözden geçirmek zorunda kalırlar, ama basılı kitap bir şekilde devam eder. Biz, tamamen dijital yayıncılığa geçişin, esas olarak, ansiklopediler, sözlükler gibi referans kitaplarda sözkonusu olacağı gibi bir öngörüyle hareket ediyoruz.
Bazı yayınevleri şiir konusunda isteksiz gözüküyor. Şiir satılmıyor mu, yayınevleri risk almaktan mı korkuyor?
Şiir, söz sanatlarının sultanı. Kendi içinde farklı tarzları ve ekolleri de olsa, sonuçta akılla birlikte ve belki akıldan önce kalbe ve duygulara hitap ediyor. Durum bu olunca da, şiirde daha fazla ayrışma yaşanıyor. Şiirin az satıyor olmasında bunun belirleyici olduğunu düşünüyorum.
Diğer taraftan, şöyle bir gerçek var: Çok az şair yetişiyor ve çok fazla ‘şiir yazarı’ var. Ama bütün ‘şiir yazarları’ kendilerini şair olarak görüyor ve yayınevlerinin kendilerini en üst diplomatik düzeyde kabul etmesini bekliyor. Bu noktada öyle hazin örnekler var ki, iki cümleyi düzgün ve kurallı şekilde yazmaktan aciz kimi insanlar bile, kendilerini çevrelerine ‘şair’ diye takdim ediyorlar. Böylesi kişiler yüzünden, söz sanatlarının sultanı olan şiir, maalesef ayaklar altına düşüyor.
Yayınevleri, kendi edebî beğenileri doğrultusunda bir şiir dizisi yayınlamaya giriştiğinde, gerçekte şiir olmayan, ama yazanın ‘şiir, hem de çok iyi şiir’ olduğu iddiasıyla takdim ettiği o kadar dosya, dolayısıyla o kadar kargo, o kadar e-mail, o kadar telefon ve o kadar zihin/yürek meşguliyeti ile karşılaşıyorlar ki, birbirine aktarılan bu tecrübeler de yayınevlerinin şiir yayınlamada çekingen hale gelmelerinin bir diğer sebebi.
Böyle bir durum olmasa, yani beğendiği ve benimsediği bir şairin veya şiir tarzının yayıncılığını yaparken, böylesi bir bunaltıcı meşguliyete maruz kalmayacaklarını bilseler, sanırım birçok yayınevi, nisbeten az satacağını bildiği halde şiire de yer verecektir yayınları arasında.
Kitapta KDV’ler yüzde 18’den yüzde 8’e düşürüldü. Bu indirimin yayınevlerini rahatlattığı söylenebilir mi?
Kitapta KDV’nin başka birçok ürüne göre daha düşük olması, cep telefonu binlerce lira verirken kitapta kuruşun hesabının yapıldığı bir toplumda, elbette önemli. Ama yayıncıları rahatlatacak olan asıl unsur, kitabın oluşum ve okuyucuya ulaşım süreciyle ilgili unsurlarda, meselâ kağıtta, baskıda, reklam-tanıtım harcamalarında KDV’nin eşitlenmesidir.
Devletin yayınevlerine destek olmak maksadıyla kitap alımları oluyor. Siz böyle bir destek görüyor musunuz?
Nesil Yayın Grubu olarak kamuya hiç bu nazarla bakmadık. Bugün de bakmıyoruz. Ancak tabii ki arzu ediyoruz, kitaplarımız devlet eliyle gençlerimize ve daha geniş kitlelere ulaşsın. Zaman zaman sınırlı da olsa, bazı kamu kurum ve kuruluşlarından gelen talepler çerçevesinde ürünlerimizin dağıtımı yapıldı ve yapılıyor.
Ben kişisel olarak şunu söylemek istiyorum. Devletin böyle bir görevi olmamalı. Devlet yalnızca diğer sektörlerde olduğu gibi, yayıncılık sektörünün önünü açmalı. Belki ana materyalleri desteklemeli, örneğin kağıt ve basım ekipmanlarının uygun şartlarda sektörün hizmetine sunmalı.
Yoksa eğer sözünü ettiğiniz minval üzere bir destek bağlamında baktığınız zaman, eskiden şikayetçi olduğumuz resmi ideolojinin yayıncılık sektöründe yarı resmi yayıncı ya da yayıncı temsilcilerini konumlandırmış olursunuz. Bu da haksız rekabete yol açar. Burada temel kriter, umumun istifadesine sunulacak en güzeli, faydalıyı, ehil olanı arayıp bulmak, objektif ilkeler ışığında değerli ürünü tespit edip, devlet eliyle hangi mecrada dağıtılacaksa insanımızın hizmetine sunmak olmalı. Böylelikle başarılı ürünü de ödüllendirmiş oluruz.
İSTENEN DÜZEYDE BİR OKUMA ALIŞKANLIĞINA SAHİP DEĞİLİZ
Geçmişten bugüne bakıldığında okuyucuların kitap okuma alışkanlıklarında, kitap seçimlerinde neler değişti?
Öncelikle toplum olarak istenen düzeyde bir okuma alışkanlığına ulaşmış değiliz. Bunun altını çizmek gerekir. Okuyucunun kitap seçimi ve okuma eğilimlerinde pazarlama, reklam ve tavsiye gibi harici dinamiklerin her zaman rolü olmuştur. Bugün de vardır, yarın da olacaktır.
Geçmişe baktığımızda, belli ideoloji, toplumsal grup ve cemaatlerin, müntesipleri üzerindeki okuma dahil her türlü etkileri çok daha genişti. Ancak cemaati yapıları ayakta tutan bağların giderek zayıfladığı, buna karşın bireyselliğin öne çıktığı bir gerçek. Son yıllarda ekonomik ve teknolojik gelişmelerin doğal bir yansıması olarak, özellikle internetin ve sosyal medyanın etkisi altında, eskiden olduğu gibi insanlara birşeyi dayatmanız ve onları kontrol etmeniz kolay değil. Daha şeffaf bir ortamdan söz edebiliriz. İnsanların bilgiye ulaşmaları kolaylaştı. Araştırma ve mukayese vasıtaları çeşitlendi. Bu noktada daha müdakkik ve dinamik bir okur kitlesinden söz edebiliriz. Aynı alanda kalem oynatan yazar ve kitaplarını araştırarak karar verme mekanizmaları daha kolay işler hale geldi. Dolayısıyla bugün ideolojik olarak, eskiden olduğu gibi ‘garanti okur’ kesiminin iyice daraldığını söyleyebiliriz.
Buna karşın teknolojinin yönlendiriciliği daha bir önplana çıkıyor. Sosyal medya üzerinden yapılan pazarlama ve reklamların okuyucu tercihleri üzerinde etkisinin güçlendiği görülüyor. Bu daha da güçlenerek devam edecek.
Öte yandan konu itibariyle de bir değişim söz konusu. İçinde bulunduğumuz asrın belki en büyük manevî tehlikesi, dünyayı bilerek âhirete tercih ettirecek derecede çekici, aldatıcı ve gaflet verici bir mahiyete sahip olmasıdır.
Çünkü sözde medeniyetin her türlü vasıtaları dünyayı öylesine süslü bir vitrin haline getirmiş ki, insanlar bitaraf kalamıyor, sanki dünyada ebedî kalınacakmış vehmini veriyor insana. Sürekli tüketimi körükleyerek, tüketim toplumu oluşturmuş. Gerçekte ihtiyaç olmayan şeyler zarurî ihtiyaç mesabesine geçmiş. İnsanın dengesi bozulmuş, buna bağlı olarak özellikle psikolojik rahatsızlıklar artış göstermiş. Bunun sonucunda, kişisel tatmin isteğine paralel olarak estetik, güzellik gibi alanlar yanında hiç olmadığı kadar psikoloji alanındaki kitaplara ilgi fazla. Öyle gözüküyor ki, bu artarak devam edecek.
Değişime paralel olarak okur eğilimlerinin de değişmesi, çeşitlilik kazanması kaçınılmazdır. Zira değişime paralel olarak, bu şartlarda, “Okuyucu bunu istiyor” diye bugün sözü edilenler ile, yarın sözü edilenler arasında büyük bir fark oluşacaktır. Bugünkü ‘ortalama’ okuyucunun istedikleri, yarın belki ‘marjinal’ kalacak. Öte yandan belki bugün güçlü bir karşılığının olmadığı düşünülen konular-yazarlar-üsluplar ise yarın daha ciddi bir ilgiye mazhar olacak.
Fakat, daha önce de değindiğimiz gibi, her türlü değişim ve dönüşüme rağmen, dönüşmeyen ve değişmeyen temel sabiteler her zaman için mevcut. İnsanın anlam arayışı, huzur ve mutluluk arayışı, varoluşa dair temel sorular, aile içi uyum ve ileşitim, değişmez gerçekler ve ihtiyaçlardır. Dolayısıyla, temel sabiteleri değişim ve dönüşüme uygun olarak yorumlayan bir üslûp ve dille üretilen kitaplara okuyucunun her zaman rağbet göstereceğini söyleyebiliriz.
Profil Yayınları’ndan Münir Üstün röportajı için tıklayın…
İnsan Yayınları’ndan İlhan Akıncı röportajı için tıklayın…
Hayy Yayınları’ndan Rauf Baysal röportajı için tıklayın…
HECE Yayınları’ndan Abdurrahim Karadeniz röportajı için tıklayın…
İZ Yayıncılık’tan Hamdi Akyol röportajı için yıklayın…
Çıra Yayınları’ndan Yahya Ayyıldız röportajı için tıklayın…
Yeditepe Yayınları’ndan Mustafa Karagüllüoğlu röportajı için tıklayın…
Kültür A.Ş’den Fatih Yavaş röportajı için tıklayın…
Granada Yayınları’ndan Hüseyin Kaya, Erkam Yayınları’ndan Salih Zeki Meriç röportajı için tıklayın…
On5Yirmi5.com