"Da Vinci’nin Şifresi", "Melekler ve Şeytanlar" gibi romanlarıyla ünlü Amerikalı yazar Dan Brown’ın yeni romanı "Kayıp Sembol"ün ilk iki bölümünü Fransız Paris Match dergisi yayımladı. Milliyet Gazetesi’nden Sabetay Varol‘un çevirdiği kitabın bölümlerini Milliyet Gazetesi sayfalarına taşıdı. İşte 12 Aralık’ta Türkiye’de yayımlanacak kitabın ilk bölümleri.
Eyfel kulesinin güneye bakan ayağındaki Otis marka asansör tıka basa doluydu. Turist kalabalığı arasındaki asık suratlı adam yanındaki çocuğu tepeden tırnağa süzdü: “Yüzün sararmış gibi duruyor oğlum. Keşke aşağıda bekleseydin.”
Bir yandan heyecanını yenmeye çalışırken “Yok, iyiyim” diye yanıtladı çocuk. Ardından “ilk duracağı katta asansörden ineceğim” dedi, “nefes almakta zorlanıyorum” diye ekledi.
Adam çocuğa doğru eğildi, şefkatle yanağını okşarken “Bu korkunu yendiğini sanıyordum” diye söylendi. Çocuk babasını hayal kırıklığına uğrattığı için kendine kızıyordu. Ama kulaklarındaki uğultu dayanılmaz hale geliyor, tüm öbür kaygılarını ikinci plana itiyordu: “Nefes alamıyorum, buradan çıkmam lazım.”
Asansörcü ise eklemli piston ve yapının demir malzemesi hakkında insanları rahatlatıcı bir şeyler anlatıyordu. Orada uzakta, aşağıda Paris sokakları her istikamette yayılıp gidiyordu. Çocuk manzarayı seyretmeye yarayan kulenin bir üst kat platformuna doğru kafasını kaldırarak kendi kendine “az kaldı” diye içinden geçirdi. “Biraz cesaret.”
Güzergâhın son dakikalarında kabin, o ana kadar yan yan gittiği asansör boşluğunda, aniden doğrularak yere dik karanlık bir tünelde yol alır gibi hareket etmeye koyuldu.
“Baba zannetmiyorum ki…” diyecekken, tam o sırada kafalarının üstünde ardı ardına gıcırtılar duyulmaya başladı. Asansör kabini hiç de güven vermeyen bir tarzda titreyerek sarsıldı. Yerinden kopan bir takım halatlar, çılgın birer yılan gibi havayı dövdü. Çocuk elini babasına doğru uzattı ve “Baba!” dedi. Çok kısa süreyle ve dehşet içinde bakıştılar. Ve bütün bunları bir düşüş izledi.
Robert Langdon zıplayarak uyandı. Gördüğü kâbusun etkisiyle iyice sarsılmış halde, uyuduğu deri koltuğu kısmen doğrulttu. Özel bir ticari bir uçak olan ve türbülânslı bir bölgeden geçmekte olan 2000Ex Falcon uçağının tek yolcusuydu. Dışarıda uçağın Pratt & Whitney marka motorları uğulduyordu. Her şey yolundaydı.
“Bay Langdon, inişe geçiyoruz” diyen anons sesini duydu. Bir yandan koltuğunu doğrultmaya devam ederken, diğer yandan notlarını toparlayıp deri çantasına yerleştirdi. Uykuya daldığında vereceği Mason sembolleriyle ilgili konferansın metnini gözden geçiriyordu. Ölmüş babasını rüyasında görmesinin, hemen o sabah uzun zamandır hamisi olan Peter Solomon’dan aldığı davetle ilgili olduğundan emindi.
“Hayatta asla hayal kırıklığına uğratmayı istemediğim ikinci insan” diye aklından geçirdi. 58 yasındaki bu hayırsever, tarihçi ve bilim adamı, Langdon’u kanatları altına alıp babasının bıraktığı boşluğu dolduralı 30 yıl oluyordu. Langdon, sahip olduğu büyük servet ve ailesinin gücüne rağmen Peter Solomon’dan hep tevazu ve iyi niyet görmüştü.
Langdon camdan güneşin battığını gördü. Buna rağmen dünyanın en büyük obeliski, antik bir güneş saati kadranının yelkovanı misali uzaktan ufukta fark ediliyordu. 170 metre yüksekliğindeki anıt, tam da ulusun kalbini oluşturan ve büyük bir itinayla inşa edilmiş o sokaklar ve binalar geometrisinin tam merkezine oturtulmuştu. Washington etrafa göklerden bile hissedilen ve mistiğe yakın sayılabilecek bir güç saçıyor.
Langdon bu kenti çok seviyordu. Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde bu kentte kendisini bekleyenleri düşünerek duyduğu hazdan sanki sarhoş gibi oldu. Uçak Washington – Dallas havaalanının özel uçakların yanaştığı kısmına kadar yoluna devam etti.
Langdon, pilotlara teşekkür edip eşyalarını topladıktan sonra lüks kabinden dışarı çıkarak merdivenleri indi. Ocak soğuğu heyecanını yatıştırmaya yetti. “Nefes al Robert!” diye söylenirken özgür havaya ve devasa mekânlara kavuşmuş olmanın mutluluğu içini doldurdu. Etrafı kaplayan sis tabakası zemine bir bataklık atmosferi veriyordu.
Bir kadın şarkı söyler gibi bir sesle dumanların ortasından “Günaydın profesör Langdon” diye seslendi. “Washington’a hoş geldiniz profesör.” Kafasını kaldırdığında kadının 40 yaşlarında ve sarışın olduğunu fark etti. Göğsünde bir kokart ve elinde bir blok not, neşeli bir şekilde kolunu hareket ettiriyordu.
Langdon “Teşekkür ederim!” diye gülümseyerek karşılık verdi. Oldukça gösterişli bir şekilde “Ben Pam, şirketin yolcu servisindenim. Lütfen arkamdan gelin. Bir araba sizi bekliyor” dedi. Birlikte pırıl-pırıl ışıldayan özel jet uçakları ile dolu “İmza” adlı terminale doğru yöneldiler. Langdon içinden, “zengin ve ünlü kimseler için bir çeşit taksi durağı” diye geçirdi. Kadın bir an için “Özür dilerim. Semboller ve dinler hakkında kitaplar yazan Langdon’sunuz değil mi?” diye emin olmak istedi. Kısa süre tereddüt ettikten sonra evet anlamında kafasını salladı, “Emindim” dedi kadın. “Üye olduğum kitap kulübünde Kutsal Dişi ve Kilise kitabınızı görmüştük. O biçim bir skandala yol açmıştınız. Kesin olarak harikaydı. Siz karınca yuvalarına tekme sallamayı sevenlerdensiniz.”
– Niyetim bu değildi.
Kadın Langdon’un işiyle ilgili konuşulmasından hoşlanmadığını hisseder gibi oldu.
“Özür dilerim. Ben hep öyleyim. İnsanların sizi tanımasından bıkmış olmalısınız. Ama suç sizde. Giydiğiniz kıyafet sizi üniforma gibi ele veriyor” diye üsteledi.
“Benim üniformam mı var?” diye sordu. Her zamanki gibi balıkçı yaka koyu gri renk bir kazak ve Haris Tweed ceket, kumaş pantolon ve deri mokasen ayakkabı giydiğini fark etti. Derslerde, konferanslarda, resmi fotoğraflarda ve sosyete gezintilerinde giydiği standart kıyafet. Kadın ısrarlı, “Kazaklarınız hep modası geçmiş şeyler. Kravat taksanız çok daha şık dururdu” dedi.
– Söz konusu bile değil. Aşağı sarkan düğümlerden hoşlanmıyorum.
Phillips Dexter Akademisi’nde görevli olduğu dönemlerde Langdon haftanın 6 günü kravat takmak zorundaydı. Üniversitenin rektörü, kravatı ses tellerini sıcak tutmak için Romalı hatiplerin taktiği “fascalia” denen ipekten boyun bağına benzetip, olaya romantik bir yorum getirmek istese de, Langdon etimolojik olarak kravat sözcüğünün acımasız Hırvat paralı askerlerinin boyunlarına sardığı bir tür fulardan geldiğini biliyordu. Yüzyıllar sonra aynı kıyafet parçası, tıpkı eski Hırvat paralı askerlerinin düşmanın moralini bozmak üzere taktıkları fularlar gibi, muharebelerini toplantı salonunda yapan modern savaşçılar için önem kazanmıştı.
“Tavsiye için çok teşekkürler. Daha sonra düşüneceğim” diye karşılık verdi.
İyi ki o sırada, koyu renk kostüm giyen bir adam lüks bir siyah Lincoln otomobilden inip yanlarına geldi. Aracın kapısını açarken “Bay Langdon. Beltwat Limousine’den Charles. Emrinizdeyim. Washington’a hoş geldiniz” dedi.
Langton, Pam’a bir bahşiş bıraktıktan sonra görkemli arabanın arka tarafına yerleşti. Şoför klima cihazının düğmelerini izah edip, içme suyu ve sıcak muffin pasta isteyip istemediğini sordu. Birkaç dakika sonra, Lincoln araç özel bir yoldan havaalanından ayrıldı. “Demek zenginlerin günlük hayatı bu?” diye geçirdi içinden. Şoför bir yandan Windstock Drive yolunda gaza basıp yol defterini kontrol ederken öbür yandan telefonla son derece profesyonel bir dille konuşmaya koyuldu. “Burası Beltway Limousine. Talimatınıza uygun olarak yolcuyu araca aldığımı teyit ediyorum. Evet misafiriniz Langdon vasıl oldu. Saat 19 sularında Capitole’e indireceğim” diyerek telefonu kapattı.
Langdon kendini gülümsemekten alıkoyamadı. Her zamanki gibi son derece titizdi. Ayrıntılara dikkat etmek Peter Solomon’un başlıca meziyetlerindendi. Devasa gücünü bu sayede şaşırtıcı bir rahatlıkla çekip çevirebiliyordu. Tabii ki bir banka hesabında birkaç milyar dolarının yatması da işini kolaylaştırıyordu. Havaalanının gürültüleri arkada kalırken, Langdon yumuşak koltuklara gömülüp gözlerini yumdu. Capitol’e yarım saatlik mesafedeydi ve bu süre düşüncelerine çeki düzen vermesi için yeterli olacaktı. Sabahtan beri her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, kendisini bekleyen inanması bile güç akşam programını düşünecek vakti olmamıştı.
Capitol’e 15 kilometre kala yalnız bir kişi Robert Langdon’u büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu.