Hazırlayan: Gülay Gümüş
1600’lü yıllarda İstanbul’da başlayan mahya geleneği, günümüzde farklı tekniklerle de olsa hala yaşatılıyor. Ramazan ayında ve mübarek gecelerde hala minareler arasına gerilen iplerden güzel mesajlar veriliyor halka.
Mahyanın geçmişi yaklaşık 400 yıl öncesine dayanıyor. 1614’te, Fatih Camii müezzinlerinden hattat Hafız Ahmet, iki minare arasında sanatkarane bir yazı hazırlayarak, genç padişah I. Sultan Ahmet’e hediye eder. Padişah çok beğendiği bu uygulamayı bir gelenek haline getirmeye karar verir ve böylece ilk mahya 1617 Ramazanı’nda Sultan Ahmet Camii’nde kurulur.
Zamanla İstanbul’daki selâtin ( birden fazla minaresi olan) camilere yayılan mahya kurma geleneği, halk tarafından da büyük ilgiyle karşılanır. Öyle ki artık her semtin halkı kendi camilerinde de mahya kurulması için padişaha arz-ı halde bulunmaya başlar. Tüm selâtin camilere mahya kurulması için ferman çıkarıldığında Eyüp Camii‘nin minareleri henüz mahya kurulacak kadar yüksek değildir. Mahya kurulması için camiye daha sonra iki şerefeli yüksek minareler inşa edilir.
Üsküdar’daki Mihrimah Camii de ilk zamanlar tek minareli olduğu için buraya mahya kurulamaz. Üsküdar halkının semtlerinde mahya olmamasından şikayet etmeleri üzerine Mihrimah Camii‘ne de sonradan bir minare daha eklenir ve Üsküdarlılar mahyalarına kavuşur.
Sadece ayet hadis değil resimler de süslerdi mahyaları
Osmanlı döneminde mahya olarak Ramazanın ilk gecesi ‘Besmele, bárekállah’ yazılır, on beş gün boyunca minareler arasında Arapça hadisler ve ayetler görülürdü. Son on beş günde ise yazıların yerini resimler alırdı. Buna çocukluğunda tanık olan Fikret Adil şöyle anlatıyor: ‘Ramazanlarda biz çocuklar, ayın ikinci yarısını beklerdik. Son on beş günde mahyalar resimli olurdu. Çiçek, kayık, köşk gibi! İlk on beş günde ise yazılar yazılırdı.’
Fikret Adil, ‘canlı’ mahya gördüğünü hatırlar ve şöyle anlatır: ‘Çocukluğumda Süleymaniye’de ‘canlı’ mahya görmüştüm. Minareler arasına köprü resmi yapılmıştı, üzerinden araba geçiyordu. O tarihte ışıklı, yanar söner reklamlar yoktu, bu mahya dillere destan olmuştu ve büyük bir başarı idi.’
Aslında bunlara ‘canlı’ değil, ‘gezdirme mahya’ dendiğini Süheyl Ünver’den öğreniyoruz. Bu işin ustası da 1877’de 82 yaşında ölen mahyacılığın en büyük ismi Abdüllatif Efendi imiş. Süheyl Ünver, Abdullatif Efendi için: ‘Bu mahya için üç halat çeker. Ortadaki esastır. Buna Unkapanı köprüsünü ve Azaplar Camii’ni kandillerle resmeder. Üst halata da bir araba koyar. Dip şerefeye gerilen üçüncü ipe de balıklar ve kayıklar yapar. Mahya tamam olunca arabayı ip üzerinde hareket ettirir ve yavaş yavaş sağ minareye götürür. Sonra tekrar geri alır. Yalnız köprü ve cami sabittir, diğerleri yürür. Bu mahyanın ramazanın on beşinden sonra kurulması mutad imiş. O zaman İstanbul’da bu bir hadise olur ve günlerce beklenirmiş’
Bütün bu işler eskiden bir sır, bir rekabet ve bir yarışma havasını da taşırdı. Her gece yeni bir mahya kuranlar olduğu gibi, teravih namazından önceki mahyasını, teravihten sonra yeni bir mahya ile değiştirme ustalığına sahip, mesleğinin aşığı, sanat rekabetine gönül vermiş ünlü mahyacılar da vardı. Usta mahyacılar, namazdan önce gerdikleri mahyayı, herkes teravihte iken, birkaç saat içerisinde yenisiyle değiştirirdi. Diğer camilerin mahyacılarına bir bakıma tatlı bir meydan okuyuş anlamına gelen bu gösteriyle, unutulmaz ramazan gecelerine renk ve heyecan katarlardı.
O dönemlerde halkın sabırsızlıkla beklediği bir mahya şöleni de minarelere kaftan giydirilmesiydi. Minarelere kaftan giydirme uygulamasında ise ipler arasına gerilen kandiller iki minare arasına asılmaz, minarelerin alemlerinden aşağıya dikey olarak sarkıtılırdı. Şerefelerden yanlara doğru açılan iplerdeki kandillerden minarelerin renkli kaftanları gökyüzünü ve şehri aydınlatır; büyük küçük herkesi başka âlemlere taşıyan mahya seyirleri saatler sürerdi. Dünden bugüne mahyacılık sanatında bir estetik aşınmanın olduğu söylenebilir belki.
Cumhuriyetle birlikte değişen mahyalar
Cumhuriyetle birlikte, mahyalar da değişir. Sloganları modern Türk devletinin görüşlerini yansıtır olur. Fikret Adil, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra ilk Ramazanda; ‘Yaşasın İstiklál/ Hakimiyet Milletindir’ cümlelerinin gökyüzünü süslediğini söyler. Daha sonraki yıllarda çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan fotoğraflar sayesinde görüyoruz ki, bu tür sosyal mesaj taşıyan mahyalar arasında: ‘Ey Türk genci, Gazi Cumhuriyeti sana emanet etti.’/ ‘İçki kötüdür.’/ ‘İçkiden kaç.’, ‘Yerli malı kullan’, ‘Vergini öde.’, ’Vergi namustur.’, ‘Yüce Fatih ruhun şad olsun’ (İstanbul’un fethinin 500. Yılı dolayısıyla), ‘Kırkpınar er meydanı’ (Kırkpınar Şenlikleri 1958) gibi yazılar da yer almış.
Günümüzde ise daha çok eğitim, sağlık, orucun önemi, yoksullara ve yetimlere yardım, temizlik konularında nasihat edici ve mesaj verici sözler, ayetler, hadisler yer alıyor mahyalarda. Ramazanın gelmesiyle camilere genellikle ‘Hoş Geldin Ramazan’, ‘Ya Şehri Ramazan’, ayın ortasında ‘Allah’ın Emrini Tut’, ‘On Bir Ayın Sultanı’, ‘Oruç Tut Sıhhat Bul’, ayın sonunda ise ‘Elveda Ramazan’ gibi yazılar asılıyor.
Mahya nasıl yapılır?
Mahya ustası, yazı veya şekli önce kareli kâğıt üzerinde planlar, her bir kareye isabet eden çizgiye göre yapılacak düğümleri hesaplar. Sonra ayrı ayrı iplere kandiller (lambalar) dizilir. Böylece harf ve çizgiler sırasıyla minareler arasındaki yerini alır. İşte o zaman mahya ustaları bir ömür boyu kazandığı hünerle, aylardan beri büyük bir titizlik ve gizlilik içerisinde hazırladığı tasarılarını uygulama alanına koyarak, sema ekranında sergiler.
Türklere özgü bu gelenek, bugün elektrikli lambalarla, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az kişinin elinde hayat buluyor. Sabır ve sevda isteyen bu işi öğretecek kimse bulamıyor mahya ustaları. Böylece bir güzel gelenek daha kaybolmaya yüz tutuyor…