Şemseddin ÖZDEMİR
Umran Dergisi/Kasım 2021-327. Sayı
MÜSLÜMAN DÜNYANIN HÂLİ VE GELECEĞİMİZ
Beklenmedik, kaygı verici olayların dünya çapında yaşandığı bir dünyada siyasi, ekonomik toplumsal ve ekolojik meselelerden kaynaklanan genel ve devasa bir kriz içindeyiz. Düşüncenin, eylemin, toplumun kısaca insani olan her şeyin yeniden kurulması çerçevesinde bir paradigma arayışı çeşitli mahfillerce telaffuz ediliyor. Uzun zaman alacak olan bu süreçte Müslümanlar olarak hayatımızı, düşünme şeklimizi, dünya ile münasebetimizi bilhassa koronanın hepimizi evlere kapattığı günlerde yeniden düşünme imkânı bulduk.
Koronavirüs sonrasına dair çıkarımlarda bulunurken coğrafyamızın da içinde bulunduğu İslâm âleminin genel görünümünün ufkumuzu karartan, bizi üzen, canımızı sıkan ve Müslümanlara mutluluk vermeyen acı gerçeğiyle yüz yüze kalıyoruz. Müslümanların hâlleri maalesef çok iyi değil. Öncelikle sefalet içinde yüzen, göç yollarında perişan olan, denizlerde boğulan, aç susuz kalan milyonlarca insanımızın durumu ve yaşadıkları içler acısı durum devamlı karşılaştığımız gerçeklerimizdir.
Aynı zamanda etnik ve mezhebi dar görüşlülükle birbirinin kanını döken, dökmek için birçok sözde “dinî” gerekçe icat etmekte son derece maharetli, acımasızca karşısındaki öldüren insanlar gerçeği koronavirüs kaynaklı küresel kriz aylarında da devam etti. Yeryüzünün İslâm dünyası içinde mütalaa ettiğimiz birçok bölgesinde de durum farklı değil. Yaşadık, gördük ve ıstırap veren durum devam ediyor. Ama daha da dehşetengiz olan husus, vatanperverlik ve milliyetçilik kabuğunun derin çatlakların üzerlerini örtmeye yetmeyişi. Gelişen olaylar, henüz fikrî açıdan teşhisini yapamadığımız ve siyaseten çözüm üretip tedavi edemediğimiz problematik süreklilikleri yüzümüze çarpmış vaziyette. Bir başka mesele ise ilmî gelişmeler bakımından bir gerileme, bir durağanlık söz konusu. İslâm’ın ilk asırlarında ilme büyük katkı sunan büyük medeniyetin varisleri, daha sonra bugünkü içler acısı duruma düşmüş ve ilmî/bilimsel ya da başka konulardaki gerilemesi derinleşir vaziyette. Eski sorunlarının yanına eklenen yenilerini dikkate aldığımızda küçük istisnalar hariç umumi manzaranın böyle olduğunu söyleyebiliriz. Bunu ilk iddia eden de ben değilim, Malik Bin Nebi on yıllar evvel bu olguya dikkat çekmiş. Kendisinin toplumların sömürülmeye müsait duruma düşmeleri çerçevesinde yazdıkları içimizi yakıyor ama gerçeği tespit bakımından bundan daha isabetlisi de yok. Bir kere daha söylemek gerekir ki sömürülmeye müsait bir toplum olmak asla Müslüman’ın izzeti nefsine yakışmayan bir durumdur. Unutmamak lazım gelir ki çok büyük bir hareketlilik ve artan bir karmaşıklık içinde, zorlu dengeler kurma arayışındaki bir dünyada mukallitliği bırakıp, yenilik unsuru durumuna geçemezseniz faal bir aktör olamazsınız.
Toplumlarımızdaki mezhepçilik, aşiretçilik, bölgecilik ve fakru zaruretin beslediği sınıfsal nefretin yanında İslâm dünyasının ilim havzaları olması gereken medreselerimiz ve üniversitelerimiz istenilen bilgi üretiminden maalesef çok geridedir. Dinî eğitim adı verilen alanda büyük bir durgunluk söz konusu. Hayata önderlik etmekten fersah fersah uzak bir anlayış var. Din eğitiminin dünyadan ve hayattan kopuk, ürettikleri dar alanda kalan bir görünümü söz konusu. Oysa karmaşık bir gerçekliği basite indirgeyen bir düşünme biçimiyle anlayamaz ve geliştiremezsiniz. Netice itibarıyla çökmüş, mağlup olmuş bir Müslüman medeniyeti gerçeğiyle karşı karşıyayız. Kabul etmek gerekir ki bugünkü hâlimiz en aşağı 300-400 yılın sonucudur, bu bir düşüştü ve ne yazık ki elan devam etmektedir. Müslüman dünya kısaca birkaç başlık altında ortaya koyduğumuz bir acı gerçeği yaşıyor, bu durum gerçekten can sıkıyor/yakıyor, Müslümanlar dâhil herkes bundan şikâyet edip yakınıyorlar. Sürekli birilerini suçluyorlar ancak yalnızca yakınmayla buradan çıkabilmemiz asla mümkün değildir.
Şu soruyu sormak mecburiyetindeyiz: Müslüman dünya Allah’a, kitabına, o kitabı bize tebliğ eden Resûlü’ne çok bağlı olduğunu söylemesine rağmen bu sefil durumu niye yaşadı ve niye yaşamaya devam ediyor? Haşa dindar oldukları için mi başlarına elim hadiseler geliyor? Başka bir ifadeyle mevcut durum Müslüman dünyanın kaderi mi? “Müslümanların kaderi bu ne yapalım başka çare yok!” mu diyeceğiz? Şüphesiz İslâm dünyasının bu perişan vaziyeti bir sonuç ve bunun bir arka planının olması gerekir. Bu bir hastalık durumu, güncel tabirle aşırı bir virüs var ve Müslümanları kemirip duruyor. Söz konusu virüsü henüz tedavi edemedik, buna ciddi bir aşı uygulayamadık, aşımız var ama kullanmasını bilmiyoruz. O zaman “Müslüman dünyanın düşmesine yol açan asıl sebep ne olabilir?” diye sormamız lazım gelir. İslâm’ın doğuşundan asgari ilk 1000 sene zaman zaman hatalı uygulamalar olsa da dünyanın en önemli güç merkezlerinden biriydi İslâm dünyası. Müslümanlar Endülüs’ten, Osmanlı’dan, Selçuklu’dan, Hindistan İslâm medeniyetinden Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyada uzun yıllar tabir caizse dünyanın bir numaralı gücüydü.
Müslüman dünya günümüzdeki içler acısı durumdan kurtulamazsa insanların İslâm hakkındaki kanaatlerinin daha yanlış bir noktaya gitme ihtimali söz konusu. Çünkü görenler yaşanan duruma bakıyor. “İslâm doğru bir dünya görüşü ise, doğru bir hayat tarzı ise, Müslümanların bu içler acısı hâli ne? İş neticesinden belli olur!” Düz mantıkla soruyor insanlar veya bu soruyu sorarak inkâra gidebilen insanlarla dahi karşılaşabiliyoruz. Batılı kötü niyetli insanlar ise tarihteki iyilikleri atlıyor ve yalnız bugünkü ahval üzerinden eleştiri yaparak “Bu İslâm’dan bir hayat çıkmaz, İslâm bir hayat tarzı üretemez!” şeklinde töhmet altında bırakıcı bir suçlama yapabiliyorlar. Söz konusu durum haklı veya haksız onların bir argümanına dönüşüyor. Bu vaziyet aslında kendi gençlerimizin bile İslâm hakkındaki kanaatlerinin sarsılmasına sebebiyet veriyor ve gençler soruyor, “İslâm haksa, bu Allah’ın dini ise, bu hayat tarzı buradan üretilmişse, bu ümmetin elîm durumu ne?” O zaman haşa dinde bir sorun var gibi bir algı oluşuyor, değil mi? İnsan bunu sorar, insanların soru sormasını engelleyemezsiniz, hele gençler daha araştırmacıdır, onları suçlamanın âlemi yok.
O zaman biz şu zemin üzerinden ilerlersek daha doğru olur: Müslüman dünyanın hâlini hazırlayan bir arka plan var olmalıdır. Böylesi bir netice kendiliğinden ortaya çıkmaz. Marazı doğuran asıl sebepleri tespit edemezsek, isabetli bir tarzda belirgin kılamazsak Müslümanları yeniden ayağa kaldıracak çareler üretmemiz imkânsızdır. Kabul edelim ki İslâm dünyası tarihteki birçok başarısına rağmen bugün çöküşteyse bunu bize hazırlayan bir gerçek var, bunun sebeplerini adaletle, hakkaniyetle ortaya koyamazsak mevcudu anlama imkânına sahip olamayız. Tarihin derinliklerinden miras kalan tefrika ile beraber Kur’ân-ı Kerim’in Müslümanların müfredatı olmaktan çıkarılmasının çöküşü hazırlayan birinci sebep olduğunu düşünüyorum. İkinci sebep ise dinî ilimler ve dünyevi ilimlerin ayrışması ve bununla bağlantılı olarak kavramların yanlış anlaşılması ve parçalı bir hayat telakkisidir. Şimdi bunları ana hatlarıyla belirgin kılmaya gayret edelim.
Fırkalaşma ve Kur’ân-ı Kerim’den Uzaklaşma
İslâm tarihinde Kur’ân’ın raflara kaldırılıp müfredat olmaktan çıkarılmasını hazırlayan bir arka plan var. Çok ana hatlarıyla bunu şöyle özetlemek mümkün: Hz. Osman’ın birtakım uygulamalarını bahane eden bir grup silahlı örgüt Medine’ye gelir, halifeye hesap sorar ve onun istifasını ister. Hz. Osman da bunu kabul etmez. En nihayetinde bu “çete” Hz. Osman’ı Kur’ân okuduğu bir zamanda arkadan saldırarak onu şehit eder. Bu çok acı bir olaydır. İslâm’ın üçüncü halifesi Müslüman bir grup tarafından suikastle öldürülmüştür. Söz konusu acı hadise İslâm tarihindeki ilk büyük siyasal darbedir ve bunun arkasından birçok feci olay gerçekleşir. Hz. Ali, Hz. Osman’ın yerine halife tayin edilir. Hz. Osman’ı öldüren katiller kaybolmuştur, birileri onlara hesap sormak için devreye girer ve halifeyi baskı altına alır. “Bu katilleri bulun ve cezasını verin!” derler. Hz. Ali halife seçildi ama bu halifeliği elinde önemli imkânlar bulunan Muaviye tanımaz, isyan eder ve ona itaat etmez. Bunun üzerine Hz. Ayşe’nin başında olduğu bir grup hilafet merkezi Kûfe’ye meseleyi çözmek üzere gider. Ümmet arasındaki bu ihtilaf büyük felaketlere sebebiyet verecek diyerek Hz. Ayşe, Hz. Ali ile bu konuyu görüşür ama maalesef büyük bir çatışma çıkar. Söz konusu hadise İslâm tarihinin Hz. Osman suikastından sonra ikinci büyük iç savaş özelliği taşıyan felaketidir.
Hemen arkasından Hz. Ali’yi tanımayan Muaviye güçleri Hz. Ali’nin yanında duran hilafet ordusu ile çatışmaya girer, burada hayli suistimal yapılır, Muaviye taraftarları savaşı kaybedeceklerini gördüklerinde hileye başvururlar. Kur’ân sayfalarını mızraklarına takarlar ve “Kur’ân hakem olsun aramızda!” derler ama Hz. Ali bunu kabul etmez ve taraftarları da “Kur’ân’a karşı savaşmayız!” diyerek slogancı bir lafla ateşkes ilan ederler. Hz. Ali’nin hilafeti ilga edilir, en nihayetinde daha sonra Hariciler diye bir grup ortaya çıkar. Bu olaylardan Hz. Ali’yi ve Muaviye’yi sorumlu tutarlar. Onları suikastle ortadan kaldırmaya karar verirler ve Hz. Ali’yi şehit ederler. Bu andan sonra Muaviye fiilen yönetime el koyar, kendini yönetime atar ve saltanat süreci başlar. Yaptığı büyük siyasal darbeyle İslâm tarihindeki şûra yönetimini kaldırarak saltanat düzenini başlatır, yerine de oğlu Yezid’i veliaht tayin eder. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu acı hadiseler, bizim tarihimizin ilk baştaki büyük kırılmalarıdır. Bu iç çatışmalar devam eder, daha sonra Muaviye’nin oğlu Yezid zamanında Kerbela hadisesi yaşanır ki bu çok vahşi bir katliamdır. Neticede doğuş asrını takip eden bu süreçlerde iç savaşlar birbirini kovalar. Gelişmeler neticesinde Müslüman millet üç büyük fırkaya ayrılır; Bir fırka Şia, bunlar kendilerini ehlibeyt taraftarı diye görürler. İkinci fırka, bugün Sünnilik denilen diğer büyük cephedir. Üçüncü fırka ise Haricilik diye bilinen oluşumdur. Arkasından Kaderiyye, Mürcie, Mutezile başta olmak üzere onlarca fırka iç savaşlar sonrasında teşekkül eder ve bu ayrışma ile beraber Kur’ân, Müslümanların ana eğitim müfredatı olmaktan çıkar. Elbette onlar bunu Kur’ân’ı reddetmek için yapmadılar. Şöyle ki, her hizip, Kur’ân’da veya varsa Resûlüllah’ın uygulamalarında yoksa da mevzu hadislerle kendini meşrulaştırmak için bir dinî yoruma ihtiyaç duydu. Her fırka ve onların alt mezhepleri siyasi-itikadi tüm bu ekoller dinden algıladıkları yorumları izah ederek kendilerini meşrulaştırdılar ve böylece mezhepler meydana gelmiş oldu.
İşte biz günümüzde bile hâlen bunun kavgası içindeyiz maalesef; etnik ve mezhepsel kavgalar. İslâm dünyasında elan akan kanın çoğu bunun için dökülüyor. Her bir yönelim, toplumun bir kesiminin varlığını inkâr etti veya onu hor gördü ya da imkân bulduğunda ona baskı ve işkence uyguladı. Gerginlik, şiddet ve bölünme ikliminin giderek arttığı Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da başka yerlerde Müslümanlar Müslümanları öldürüyorlar, onlara sorsak en haklı kendileri, ötekiler ise sapık, kendileri doğru yolda, karşı çıkanlar asi… Çünkü tarihin ilk dönemindeki hatanın bedelini meşrulaştırdık. Ne ağır bir insani bedel! Geçmişte de günümüzde de yaşanan hep karşısındakini kendi vesayeti altına alma ve dışlama rekabetiydi. Hâl böyle olunca bir türlü şunu diyemedik: “Bu insanlar bir yanlış yaptı, Allah rahmet eylesin, Allah onları affetsin ama biz aynı yanlışı yapmayalım!” Bunun yerine Şia kendi yorumunu daha da tahkim ederek âdeta din hâline getirdi. Sünnilik yalnız fıkıhta kalmadı, birçok ekolü ile kendini en haklı gördü. En baştakiler Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, Ahmed Bin Hanbel böyle bir şey demedi ama sonradan taraftarları dedi ve en nihayetinde Müslümanlar tefrikaya düştü. Fırkalaşma yahut ayrışma dediğimiz bir sonuç doğurdu, tefrika varsa müfredat değişecektir, nitekim öyle de oldu.
Kur’ân tek ve asıl müfredat olarak Hz. Peygamber zamanındaki gibi kalabilseydi bu fırkaların doğması mümkün olmazdı. Fırkaları meşrulaştırmak için dinî yaklaşımlar ortaya koymak, fırkaların tümünü bütün görüşleriyle hak telakki etmek ve hepsi İslâm’dır demek Kur’ân’a uymaz. Oysa vahiy tam tersine “Dinde fırkalaşmayın, ayrılığa düşmeyin!” diyor. Şûra Suresi 13. ayette “O, Nuh’a buyurduklarını, sana vahyettiklerimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduklarımızı size din kıldı ki o dini ayakta tutasınız, o konuda ayrılığa düşmeyesiniz. Kendilerini davet ettiğin bu din müşriklere ağır geldi. Allah (dini tebliğ için) dilediğini seçer ve kendisine yöneleni doğruya iletir.” buyuruluyor. Var olan durumla Kur’ân-ı Kerim’in iman edenlerden bekledikleri arasında büyük bir uçurum söz konusu. Durumun böyle olmasının temelinde Kur’ân-ı Kerim’in eğitim müfredatı olmaktan çıkarılması yatmaktadır. O yüce değer raflara kaldırıldı, bazı âlimler ondan ne anladılarsa onu ön plana çıkarıp onu anlatmaya çalıştılar.
Yasaklanmasına rağmen inanan insanlar Şii Müslüman, Sünni Müslüman diye ayrıldı. Dolayısıyla Müslümanlar niye bu hâlde, niye bu sefalet var? sorusunun cevabı sadedinde sadece yabancı güçleri suçlayarak buradan çıkamayız. Elbette onların şeytani planları var fakat biz olgunlukla Hz. Âdem’in yaptığı gibi hatalarımızı “Ya rabbi! Ben ve eşim bile bile nefsimize zulmettik, hatayı biz yaptık.” diyerek kabul etmezsek hiçbir yanlışımızı düzeltemeyiz ve zaten böyle devam ettikçe de düzelmiyor. Her fırka kendini en doğru gördüğünden kendini düzeltme ihtiyacı hissetmiyor. Resûller, “Bizler birer beşeriz, bize ilahımızın tek ilah olduğu söyleniyor ve biz nefsimizi temize çıkarmaktan Allah’a sığınırız!” dediler. Başka bir ifadeyle kendilerini sürekli teyakkuzda tuttular, sürekli istiğfar odaklı bir hayat yaşadılar ki Kur’ân’da buna çokça dikkat çekilir.
Dolayısıyla, bugünümüzü doğru dürüst anlamak için arka planda oluşan iç çatışmalar ve fırkalaşma gerçeğini görmek lazım. Tabi bunu söylerken oraya gidelim, orada kalalım, orada kavga edelim, bunu yapanlara hakaret edelim değil maksadımız. Bilakis öncelikle bu ifadeleri bırakalım. “Onlar bir ümmetti gelip geçti, onların kazandığı onlara, bizim kazandığımız bize” anlayışıyla hareket edelim. Allah diyor ki “Siz onlardan sorumlu değilsiniz”. Bizim yapmamız gereken, onları anlatırken ders çıkarmak, ibaret almak ve neyi kaybettiğimizi hatırlamak olmalıdır. Hâsılı bugünkü kötü durumunuzun birinci sebebi, iç savaşlarda çıkan fırkalaşma ve bunun sonrasında Kur’ân-ı Kerim’in Müslümanların hayat kitabı, başka bir iadeyle müfredatı olmaktan çıkarılmasıdır.
Tabi burada ufak bir parantez açmak lazım. Müfredattan kasıt nedir? Kur’ân’ın müfredat olması ne demektir? Kur’ân bizim için ne ifade ediyor? Kısaca buna değinmekte fayda var. Bugünkü mantıkla bakalım, mesela millî eğitim müfredatı diyoruz, değil mi? Bu müfredattaki kazanımlarla insanlar eğitiliyor. Şimdi benzetme yapalım Kur’ân Allah tarafından 23 yılda Resûlüllah’a indirildi, vahyedilirken zaman zaman temel ilkeleri vaaz etti, zaman zaman düşmanları konuşturarak Müslümanları onların tuzakları konusunda uyardı. Kimi zaman ibadeti anlattı, yaratılış gayemizi söyledi, nasıl dua etmemiz gerektiğini ortaya koydu, emanetin ehline verilmesi gerektiğini ve hatta evlere ziyaretlerle ilgili bile belli ölçüler koydu. Hayatın sıradan gidişatına denk düşen, insanların yaşamlarında karşılık bulan hayat kitabı olarak hayatın içinden birtakım kurallar koydu. Bu kitap bunun için indi. Bunu özel bir yerde tutalım, zaman zaman işleri biz yapalım, işimize gelince de kendimizi doğrulamak için oradan “Cımbızla bir ayet çekelim ve o bizi doğrulasın!” diye değil.
Tam aksine ey Müslümanlar, bu kitabı okuyacaksınız, öğreneceksiniz, insanlara da bunu öğreteceksiniz diye. Bilenler bilmeyenlere anlatacak. Şüphesiz bu eğitim devamlılık arz eden bir süreçtir, birkaç yılla sınırlı değildir. Kur’ân-ı Kerim müfredatı yalan söylemeyen ve bunun haram olduğunu bilen, iftira atmayan, zanla konuşmayan, mutlaka hakkaniyeti, adaleti koruyan, konuşulması gerekenleri izhar etmenin farz olduğunu bilen, düşmanın bile olsa hakkında hükmederken adaletle hükmetmesi gerektiğini bilen bir anlayışı yerleştirir. Birbirinin kanını dökmenin mutlak haram olduğunu ve daha ötesi rastgele bir başka insanı dahi öldürmenin bütün insanlığı öldürmek kadar kötü olduğunu bilen bir toplumu hedefler… Dolayısıyla Müslüman olduğunu söyleyip büyük bir heyecanla İslâm’a girenlerin Kur’ân’la eğitilerek örnek insan hâline gelmesi gerekir. Eğitim metnini Kur’ân’ı bilenler Kur’ân’la yapacaklardır, kendi zanni yorumları ile değil.
Peki, İslâm dünyasında böyle mi oldu, elbette hayır! Bunun yerine bir felaket geldi. Kur’ân’ı tamamen Arapça olarak, sevap kazanma mantığıyla anlaşılmadan okunmak için ilimler üretildi. Telaffuza yoğunlaştılar ama manaya/anlama dikkat etmediler. Asırlarca hafızlar böyle yetişti maalesef. Öyle oldu ki Arap dünyasında bile böyle okunmaya başlandı. Anlamak ve yaşamak üzere değil. Güzel sesli okuyanların sesi baskın çıktı, millet o sesin etkisiyle manaya özen göstermedi. Öyle muhteşem sesiyle okuyor ki burada mana dikkate alınmaz, sesle mest olunur. Siz o güzel sesle okunan Kur’ân’ı huşuyla, gözyaşıyla dinlersiniz ama belki de aslında orada şeytan konuşuyor. Zaman zaman Allah Firavun’u uzun uzun konuşturur, Nemrut’u isim vermeden dile getirir. Ebu Cehil’e söz verir. Bütün dönemin kâfirlerini konuşturur, ne var ki siz onları sadece bir kutsal metin edasıyla -makamı eşliğinde- dinleyerek ağlarsınız. Neden ağlıyorsunuz? Oysa o kâfir o gün onu dedi, bak bugünkü kâfir de bunu diyor, sana ders veriyor, düşmanını tanıtıyor Allah.
Tarihte Müslümanların önemli bir kesiminin İslâm’a yaptığı en büyük kötülük Allah’ın indirdiği vahiyle Müslümanları bilinçlendirmek, eğitmek, yetiştirmek yerine onu Müslümanların duygularına hitap etmek üzere okutmaları olmuştur. Bütün İslâm dünyası maalesef bu duruma gelmiştir. Arapça bilenlere de aynı hastalık bulaşmış, onlar da ses üzere okumayı öne almışlardır. Güzel sesli hafızların okumasına alışmışken herhangi biri ayetleri anlamak üzere okumaya kalksa, yavaş yavaş, tertil üzere okusa bunu dinlerken sıkılırlar. Anlamak üzere okuma dinlenmiyor ama anlamama üzere güzel sesi dinlemek heyecan oluşturuyor, işte bu Müslümanların başına gelmiş en büyük felaket, Kur’ân’a yapılmış en büyük kötülüktür! Kur’ân sadece hafızların güzel sesiyle insanların ruh dünyasına anlık duygularla heyecan vermek için inmedi, esas itibariyle hayatı değiştirmek üzere indi. Yeni bir toplum inşa etmek üzere indi. Müslümanları dünyanın örnek halifeleri, Hakk’ın şahitleri ve toplumlara rahmet olmak görevini inşa etmek üzere geldi. İşte bugünkü felaketlerin birincil ve çok önemli sebebi Kur’ân’a karşı Müslüman ümmetin takındığı bu yanlış tavırdır. İnanıyorum ki bu hatalı akış değişecektir ve zamanla Müslümanlar Kur’ân’ın istediği noktaya geleceklerdir.
İlimlerin Ayrışması: Dinî İlimler ve Dünyevi İlimler
Müslümanların başına gelen büyük felaketlerin birincisinin iç çatışmalar sonundaki ayrışmalar olduğunu ifade ettik. İkincisi ise, tefrika sonucu Kur’ân’ın Müslümanları eğitip yetiştiren müfredat olmaktan çıkarılmasıdır. Üçüncü büyük felaket ise, medreselerde ve ilim meclislerinde -İslâm’ın ikinci asrında zannediyorum- tartışılmaya başlanan ilimlerin tasnifi konusu. Bu tartışmalar neticesinde ilimler dinî ve dünyevi ilimler diye ayrıştırıldı. Bu ayrıştırma kararıyla İslâm medeniyeti başlangıç ve yükselme sürecinde kendi damarlarını kesmek anlamına gelen bir tercih yaptı. Sonuçta her yanlış başka bir yanlışı doğurdu. İç çatışmalar tefrikayı, tefrika ise Kur’ân’ın müfredat olmaktan çıkarılmasını ve daha sonra da iyi niyet altında ilimlerin ayrışmasını ve çöküşe giden yolları oluşturdu.
Kur’ân bir bütün (tevhit) olarak diyor ki “afaki ayetleri oku, enfüsi ayetleri oku, kâinatı oku, insanı tanı”. Oysa bu uyarıya rağmen insanlar ilimleri dünyevi-dinî ilimler diye ayırdılar. Kur’ân, sünnet, kelam gibi ilimler dinî, matematik, tıp, astronomi ise dünyevi kabul edildi. Bir gün bir sohbet ortamındaki arkadaşlara “Bana on İslâm âlimini sayar mısınız?” dedim. Ebu Hanife, İmam Gazali, İmam Şafi ve benzerleri tarihten örnek verildi… Çağdaş dönemden ise Elmalılı Muhammed Hamdi, Mevdudi gibi bazı isimleri saydılar. Sayılanların tamamı klasik âlim veya onların yolundan gidenler. Onlara bunların içinde niye doktor, mühendis, matematikçi ve fizikçi yok, diye sordum. Bunlar İslâm âlimi değil mi? İslâm âlimi olmak yalnız “dinî ilimlerle” uğraşmakla mı gerçekleşir? Veya Kur’ân tefsiri yapmak mıdır İslâm âlimi olmanın kıstası. Niye bugün hukukçudan İslâm âlimi olduğunu söylemiyorsunuz? İşte bu çarpık anlayış, tasavvurun bölünmesidir, parçalanmasıdır. Biz kendi kendimize yanlış bir şekilde ayırmışız; bunlar İslâm âlimidir, bunlar değildir diye… Aslında yaşananlar Kur’ân-ı Kerim’in müfredat olmaktan çıkartılmasının yıkıcı sonucudur. İnsanlar “dinî ilimler” dedikleri alana ağırlık vermeye başladılar, tabi bu dar yaklaşımdan dolayı da dinî ilimleri hayattan kopuk okumaya yöneldiler. Diğer ilimler birkaç yüzyıl sonra ihmal edildi, bir gün uyandık ki medresede matematik yok, fizik yok, mühendis yetişmiyor, doktor yetişmiyor, hiç kimse yok ama adı âlim olan çok sayıda insan var.
Medreselerde dinî ilimler adı verilen ilim dallarının da hayattan kopuk biçimde okutulması çöküşü beraberinde getirdi. İslâm dünyasının sefalet içinde bulunmasının sebebi buradadır. Bu dar bakış açısı terk edilmediği müddetçe de bu sürünme devam edecektir. Öyle ki hâlâ depremler için “Allah’ın işine karışmayın!” diyenler var. Deprem Allah’ın takdiri ama depremin olduğu yerde binayı çürük yapmak Allah’ın takdiri değil! O binayı oraya yapmayın, yaptıysanız tedbir almalısınız. Benzer bir durum Karadeniz için de geçerlidir. Karadeniz’in yasası ile Allah’ın ayetleri açıktır. “Takdiri ilahi ne yapalım!” demek kaderci bir anlayıştır ve son derece yanlıştır. Bu yaklaşım biçimi nereden kaynaklanıyor, elbette ilimlerin ayrışmasından, onları “dünyevi ilimler” diye ayırmışsınız, sonra başınıza felaket gelince de sözde dinî bir söylemle “takdiri ilahi” diyorsunuz. İnsanların aklıyla dalga geçmektir bu ve aynı zamanda İslâm düşmanlarına da malzeme vermektir.
İlginç bir hususa temas etmek isterim bu çerçevede: Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin %95’i hâlâ mevcut üniversite kampüsünün dışındadır. Marmara, İstanbul ilahiyat dışarda mesela. Yeni özel üniversitelerden bazılarında fakülte kampüsün içinde, inşallah öyle devam ederler. Bakın bu bile problem doğurur, çünkü onları ayrıştırıyorlar. İlahiyatı bütün ilimlerin tedris edildiği üniversitenin içinde bir bölüm olarak koy ki oradaki öğrencilerimiz, akademisyenlerimiz her türlü soruyla yüzleşsin, karşısına çıkarılan sorulara cevap arasın, kafa yorsun. İlahiyatlarda hocaların bilgisi dâhilinde dinamik bir dünya görüşü oluşturacak ve bir sistem inşası kuracak dersler yapılmıyor. İlahiyat ilimleri, hayattan kopuk okutuluyor. İlahiyat fakültelerinden mezun olan o güzide gençlerimizse hayata atılınca bocalıyor. Din dersi hocası olarak gittiği okulda tesir meydana getiremiyor, muhataplarını tanımıyor zira. Başka alanlarda hayata atılan, meslek sahibi olanlar da yine bu eğitim yüzünden dini hayatında ayrıştırıyor; eğer namaz kılıyorsa, dini sadece o anlara hasrediyor, hayatının geri kalanını dünyevi alan diye yaşıyor ve iki arada bir derede kalıyor. Mesleğini icrada ibadet mantığı taşımıyor. Oysa her alanını, her anını bir ibadet şuuruyla donatması, hataları ve sevaplarıyla, yanlışları ve doğrularıyla bir beşer olduğunun farkında olarak, aşırı idealize etmeden hayatı mümkün mertebe yaşamaya çabalamalı. Tıpkı tüm resûllerin yaptığı gibi… Onlar ki, muarızlarının “Sen de bizim gibi bir beşersin!” suçlamasına karşı, “Evet, ben de sizin gibi bir beşerim, bana sizden farklı olarak, ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor!” diye cevap verdiler. Bundan gocunmadılar, Allah onları yeri geldiğinde uyardı, yeri geldiğinde takdir etti. Diğer bir ifadeyle bize, melek değil, beşer vasfını taşıyan resûlleri şahit gösterdi.
Dolayısıyla işte bu dinî eğitim-dünyevi eğitim ayrımı felaketi getirdi ve bunun kötü sonuçlarını elan yaşamaklayız. O yüzden medreselerde din/dünya ayrımı yapmadan bütün dallarda eğitim verilmesi gerekir. Belli dönemler hariç bugüne kadar böyle olmadı. İran medreseleri ne üretti, hangi modeli öğrettiler veya ortaya koydular? Pakistan ne üretti? Suudi Arabistan ne üretti? Bu zihniyet bütün ilim havzalarını çökertti ve biz Müslüman ümmetin hâlini bu arka plana borçlu olduğumuz için bunu iyi okumadan mevcut durumu anlayamayız ve çare bulamayız, teklifler üretemeyiz.
Hâsılı, Kur’ân’ın müfredat olmaktan çıkarılmasıyla beraber İslâm dünyasına Müslümanlar eliyle yıkıcı bir darbe vurulmuştur. Bugünkü İslâm dünyasının perişanlığını, Yemen’deki mezhep ve etnik kavgaları, Afganistan’daki, Pakistan’daki, Mısır’daki, Libya’daki ve çok farklı yerlerdeki etnik ve mezhebi silahlı kavgaları veya silahsız olarak birbirine düşmanlık üreten tefrikaları tamamen bu zihniyet doğurmuştur. Çünkü fırkaların hemen hemen hiçbirinin temel müfredatı Kur’ân değildir. Bunu yeni yapmaya başlayanlar var, bunun olgunlaşıp istenilen düzeye gelmesi tabii ki zaman alacaktır.
Anlam Kaybına Uğrayan Kavramlar
Yukarıda kısmen değindik, Kur’ân gereği gibi okunmadığı için bazı kavramlar anlamını yitirmiş, bazı kavramlar bize Arapçadan Farsça kelimelerle aktarılmış, namaz, kulluk vb. Bir hayat tarzını, bir sistemi içinde barındıran ibadet, birkaç şarta bağlanarak “kulluk” kelimesiyle daraltılmış. Oysa bütün resûller önce Allah’a ibadete çağırır, “Allah’ın size tebliğ ettiği vahyine göre yaşayın!” der. İşte tam da bu bizim yaratılış gayemiz, yani “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana İBADET etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56) dolayısıyla bugün en önemli ibadetlerden biri, Kur’ân ilkelerine göre, vahye uygun beşerî bir sistemi Müslümanların yeniden model şeklinde oluşturup hayata hâkim kılarak ortaya koymasıdır. Hz. İbrahim bu tebliği yaptı toplumuna, Hz. Nuh bu tebliği yaptı. “Ey halkım, yalnız Allah’a ibadet edin!” İbadet, hayatı parçalamadan, hiçbir boşluk bırakmadan inandığın dine göre yaşamaktır.
Allah vahye dayalı sistemi bir model hâline getirmek görevini insana bırakmıştır. Eğer biz Kur’ân’ı doğru okur ve Müslümanların en öncelikli müfredatı kılarsak düşünen Müslümanlar yarın onun ilkelerine uygun bir sistemi bütün güzelliğiyle hayata yeniden hâkim kılabilirler. O zaman önce Müslümanlar ayağa kalkar sonra bu sistem bütün insanlık için rahmet olur, Allah’ın vadi üzere insanlar akın akın koşarlar bu dine. Çünkü burada hakkaniyet vardır, adalet vardır. Kimsenin ırzına taciz yok, mala mülke gasp yoktur. Müslüman toplumun kendinden emin olunan toplum hüviyetini kazanması lazım. Adına İslâm modeli diyorsanız, İslâmî bir toplum hiç kimseye tuzak kurmaz, zulmetmez, sadece kendisine tuzak kuranların tuzağını bozar, boşa çıkarır.
Yine mesela ahlak kavramını da dinî ilimler gibi ayırmışız, “ahlaki alan”, “ahlaki olmayan alan” diye. Sahabe Hz. Ayşe’ye sormuş: “Resûlüllah’ın ahlakı neydi?” Hz. Ayşe ise, “Siz Kur’ân okumuyor musunuz, onun ahlakı Kur’ân’dı.” demiş. Bundan sonra şu ahlaki alan, bu kelam alanı, bu fıkıh alanı diyebilir miyiz? Hangi ekonomi, hangi siyaset ahlaktan ayrı düşünülebilir veya bir alan gösterin ki ahlakın kapsam alanı dışında olsun! Mümkün değil. Ne var ki ayrıştırma her yerde var, kavramlarda başlayan bu ayrımlar, tasavvurlara işleniyor ve bunun sonucunda hayat parçalanıyor. Oysa parçalanmış bir tasavvurla hayatın sorunlarına çözüm bulmak mümkün değil.
İlimlerin ayrışması takva kavramında da aynı dar bakış açısını beraberinde getirmiştir. Takva dediğimiz zaman belli bir dindarlık anlayışı geliyor akla, yani takvalı bir öğretmen dediğiniz zaman ilk akla gelen namazında-niyazında biri. Oysa muttaki kişi okulda öğretmense ilk görevi insanları tanımak olmalıdır. Mesleğini iyi bilecek, çünkü hangi dersi veriyorsa o dersi orada bir mümin olarak temsil ediyor. Talebelerini tanıyacak. Kim fakir, kim yetim, kim öksüz, böylece onun anladığı dilden konuşacak. Muttaki bir doktor mesleğini en iyi şekilde icra etmekle beraber insan ilişkisinde de en iyi olacak. Mesleğini iyi yapıyor ama insanlara karşı sanki kafasına baltayı vurur gibi konuşuyor, böyle olmaz. İblis, kişiye mesleğinde etki eder, insana oradan saldırır, kişinin kibirli bir ahvâle bürünmesine yol açabilir. Muttaki kişi mesleğini yaparken bunu en güzel tarzda ortaya koyandır. Hiç kimseye şekline bakarak takva ehli diyemezsiniz, zira Kur’ân’ın ifade buyurduğu takva bu değildir. Takva, genel anlamda sakınmaksa, yaptığın işi kötü yapmaktan, hayatını kötü yaşamaktan sakınmak demektir bu. İşinde, mesleğinde, ticaretinde, vazifende, üstlendiğin görevde, ailende, devlet dairelerinde, özel sektörde, eğitimde, sağlıkta, adalette, emanetleri ehline vermede kendini gösterir. Yaşamı kapsayan her alanda titiz, hassas ve sakınarak hareket etmektir takva. Teyakkuzda olmak, dikkat kesilmektir. İşte böyle yaşanan bir hayata Allah ibadet diyor ve resûller de gönderildikleri toplumları bu hayata yani Allah’a ibadete çağırıyorlar. Bunun bilincindeki azgın gürûh, çarklarının, düzenlerinin, sistemlerinin gidişatı bozulacağı için anında tepki gösterdiler ve o elçileri ya taşladılar ya sürdüler ya da öldürdüler. İşte bu kavramlar bu kadar hayati önemi haiz anlamlar barındırıyor. Bugün öyle mi, elbette değil, bugün insanları Allah’a ibadete çağırdığınızda, “camiler açık” gibi cevaplar veriyorlar.
Ne bugünkü Müslümanların çoğu ne de karşıdaki cahil toplum, ibadeti vahyin ortaya koyduğu şekli ile anlıyor ve o yüzden de herhangi bir tepki vermiyorlar. Hâlihazırda yaşadığımız karmaşalar tamamen yüzeysel, kim neyi teklif ettiğinin, kim de neye karşı çıktığının farkında veya şuurunda değil. Lakin meseleye böyle bakmayan hem Müslüman cephede hem de karşı cephede az sayıda bilinçli insan var. Her iki tarafta bulunan bu insanlar, bir tarafın dünya sistemine alternatif oluşturduğunu, vahyî bir teklif getirdiğini, diğer tarafın da buna şiddetle, baskıyla, algı operasyonlarıyla, cebren ve hileyle karşı çıktığını, önünü kesmek için her türlü savaşı verdiğini biliyor. Bu insanlar meselenin tümüyle sistemsel, siyasal bir boyut taşıdığının farkındalar ve asıl mücadele de zaten bunlar arasında geçmektedir.
Yine anlam kaybına uğramış bir kavram olan ve bizde daha ziyade siyasi boyutuyla ele alınan halifeden bahsetmek gerekir. Allah insanı yeryüzünde halifelik ile görevli kıldıysa burada bir misyon var demektir. Mesela, “Ey Davut!” diyor Allah, Sad Suresi’nde “Biz seni yeryüzünde halife kıldık.’’ yani “Sen o toplumun hem resulüsün hem de liderisin, öyleyse insanlar arasında hükmederken adaletle hükmet.” Halife olmanın gereği adaletle hükmetmektir. Şimdi bizdekiler hüküm verirken o halifelik şuuruyla mı karar veriyorlar? Halifelik vazifesi tüm Müslümanları kapsar, her insan bu şuurla hareket etmek zorundadır. Tamam, tarihî süreçte bu kavram siyasal bir anlam kazanmış ve bunun da hem kendi içimizde hem de dışarıda bir karşılığı, bir yaptırımı oluşmuş. İşin bu tarafını da yok saymadan, meselenin vahyi anlamını ön plana çıkarmamız gerekmektedir ki, insanlar nasıl bir vahyi sorumluluğun altına girdiklerinin bilsinler. Aksi takdirde insanlar meseleyi sadece siyasi boyutuyla düşünüp, vazifelerini siyasi makam olan halifeye havale eder ve kendilerini asli sorumluluklarından soyutlar. Kaldı ki geçmişten bugüne kadar gelen sıkıntılı süreçte bu tek boyutlu yaklaşımın da payı yabana atılamaz.
Toparlarsak, bu ümmet çeşitli sebeplerle içi boşaltılmış vahyi kavramların hakiki anlamlarını kavramalıdır. Ümmet, Kur’ân’ı gereği gibi okuyup, anlayıp, yaşayan, insanlara tebliğ edip aktaran, temsil edip ortaya koyan ve Kur’ân’a uygun bir hayatı mümkün kılacak birikime sahip kadrolara sahip olmadığı müddetçe egemenliği katillerden, emperyalistlerden geri alamaz. Suçu başkasında aramaya lüzum yok, bu durumdan doğrudan sorumlu olanlar bizleriz. Yukarıda ele aldığımız konuları bihakkın yerine getirdiğimiz takdirde, biz görmesek de bizden sonraki nesiller bazı anlayışların değiştiğini görecektir.
Ne Yapmalı?
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ebedî âleme irtihalinden sonraki iç çatışmalarla oluşan tefrika ile birlikte Kur’ân’ın müfredat olmaktan çıkarılması, ilimlerin “dinî ve dünyevi ilimler” diye ayrıştırılması ve bazı kavramların anlamlarının daraltılması dinin hayatın dışına çıkarılmasını beraberinde getirdi. Peki, bu durumdan kurtulmak için ne yapmak gerekir? Yukarıda da kısmen değindik, öncelikle Kur’ân-ı Kerim’in bize zaman zaman örnek olarak anlattığı Âdem-İblis kıssasında ortaya koyduğu iki tür tutum vardır. Örnek tutum, Hz. Âdem’in tutumudur. Hz. Âdem hata eder sonra döner der ki: “Ya Rabbi! Ben ve eşim senin kesin talimatının aksini yaparak bir günah işledik, bizi affet eğer affetmezsen biz helak oluruz.” Kendisine o kötü yola gitmesi için tavsiyede bulunan İblis’i suçlamaz. Dolayısıyla bizler de Âdem’in bu tutumunu ilke edinerek olaylara bakmamız gerektiğini anlamalıyız. Bakarken az önce bahsettiğimiz hataları görmeliyiz. Bir toplum, şuurlu kadroları öncülüğünde kendisini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez. Fakirlik, işsizlik, yolsuzluk gibi gerçek toplumsal afetlerle mücadele için sarf edilmesi gereken bütün o devasa enerji ancak böyle sağlanabilir. Öyle ise Allah’ın kitabı Kur’ân’ı, bu ümmetin eğitilmesi ve yetiştirilmesi için birincil müfredat yapma zorunluluğumuz vardır.
Ahlaki, siyasi ve iktisadi boyutlarıyla dünya görüşü edinmek, hadiselere vahyin ışığında bakabilmek için Kur’ân en önemli müfredattır. Yoksa bir kişi yalnız Kur’ân okuyarak matematikçi olmaz, zaten vayhi iyi okursa matematikçi olması gerektiğini bilir. Onun için birincil müfredat diyorum. Bugün buna her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Zira mevcut sefaletimizin ve geri kalmışlığımızın en önemli sebebi, bize hayat veren kaynaktan uzaklaşmamızdır. Kur’ân okumaktan diğer bir kastım, Allah’ın kâinata koyduğu ayetleri okumaktır. İlahi Kelam’ın değişik ayetlerinde buna atıfta bulunulur. Kur’ân’ı doğru okuyan, müfredat kabul eden bir ümmet kâinatta yüce Allah’ın yarattığı ayetleri süreç içerisinde okur ve kavramaya devam eder. Enfüsi ayetler, nefislerdeki ayetler yani insanı tanımak. Allah, insan diye bir varlık yaratmış, onun bünyesine çok farklı yetenekler ve özellikler yerleştirmiştir. Her insanın, biribirlerine nazaran farklı vasıfları vardır. Gerçek Müslüman bir toplumun müfredatı eğer Kur’ân ise eğer, Allah’ın bu vasıflarını tek tip eğitimde bastırıp yok etmek, Kur’ân’a yapılacak en büyük kötülüktür. Tam aksine bunları bulabilmek, ortaya çıkarmak için bir model üretmesi, çareler, çözümler bulması lazım insanların. Kâinattaki Allah’ın ayetlerini, Kur’ân’ın ayetlerini ve nefislerdeki-insan üzerindeki ayetlerini birlikte okumadıkça bu ümmet tarihî kalkışını yapamaz, ebediyen ayağa kalkamaz; yok eğer ümmetin müfredatı Kur’ân’sa o zaman hem kâinat hem de enfüsi ayetler okunur ki kimse bunun önünde duramaz.
Biz buna, tüm hayatı bütüncül, parçalamadan, ayrıştırmadan okuma diyoruz. Bu aslında Zâriyât Suresi’nin 56. ayetindeki insanın yaratılış gayesine denk düşmektedir. Hayatı tüm boyutlarıyla ibadet şuuruyla yaşamak… Bu gerçekleşirse fırkalaşma/ayrışma ortaya çıkmaz. Farklı vasıtalar olabilir ama asıl olan “hayırlarda yarışmak” diyor Allah, “fırkalaşın” demiyor. Mesele birinin ötekine çelme takması değil. Dolayısıyla müfredatın Kur’ân olması ve Müslümanların İslâmlaştırılması rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi ana gayemiz olmalıdır. Müslümanlar yeniden Kur’ân’la İslâmlaştırılmalı, bu müfredat işte bunu sağlar ve Kur’ân müfredat olduğu andan itibaren günümüzde de devam eden ilimlerin ayrıştırılması kendiliğinden ortadan kalkar. O zaman İslâm’ın muhteşem gücü, örnekliği ortaya çıkar ve hiçbir güç bununla baş edemez. Biz egemenliği ancak böyle elde ederiz, düşüncede üstünlük, ilimde üstünlük böyle kazanılır. Biz asırlarca Kur’ân’a layık olduğu değerin aksini vererek bunları kaybettik, o bakımdan hiç kimse Şûra Suresi 13. ayetine rağmen fırkalaşmaya düşecek eylemlerde bulunamaz. Hz. Peygamber, kavminin siyasi ve fikrî yapısında köklü değişiklikler meydana getirirken bunu dikkate aldı. Müslümanlar eğri oturup doğru konuşmalılar, gerçi şu anda eğri oturuyorlar ama doğru konuşabilirler, doğruları tespit edip o yönde hareket edebilirler, buna hiçbir engel yok. İyi bir Hanefi, Şafii, Şii, Sünni, Mutezile olarak tek başına bu işi çözemezler. Bir anda bunların hepsi batıldır yanlıştır, “küfürdür” demiyoruz ama dünyanın bu kadar küçüldüğü, her yere ulaşma imkânımızın ortaya çıktığı bu dönemde, Kur’ân’ın o güzel müfredatını ve muhteşem mesajını tüm insanlığa taşıyabilmek için önce Müslümanların zihninde bir dönüşüm yaşanmalı.
Peki, bu nasıl olacak? Başarmanın yolu, hiç de kolay olmayan kapsamlı bir mücadeleden geçiyor. Çözüm, kanser hekimlerinin stratejisinde olabilir. İster cerrah olsunlar isterse radyoterapi uzmanı, bu hekimler, kanserli dokuya bitişik sağlıklı dokulara zarar vermemek için neşteri sadece ve sadece tümöre vurup tamamen temizlemeye ve ışını da sadece hastalıklı dokuya vermeye son derece dikkat eder. Dolayısıyla Müslümanlar kendi aralarında tefrika üreten ihtilaflı konuları bir kenara bırakarak ayrışmanın önüne geçmeliler. İlimlerin bölünmesini ortadan kaldırarak, ahireti kazanma alanı olan bu dünyaya dair afakî ve enfüsî ayetleri gereği gibi okumalı, onlardan tüm insanlığın hayrına işler, icatlar çıkarmalı ve dünyada fikrî/fiilî üstünlüğü sağlamalı. Kibirli ve başkasını reddetme eğiliminden uzak durmalı, gayrimüslimlerle ilişkileri -zalimler hariç- vahyin öngördüğü şekilde yürütmeli, örfte/marufta yaşamayı ilke hâline getirerek barış ve sükûneti öncelemeli. Müslümanlar Kur’ân’ı, insanlığı eğitmede, yönetmede ve yönlendirmede bir müfredat olarak görmeli, herkese rahmet kaynağı olmalı ve bütün bunları yaratılış amacı olan ibadet bilinciyle yapmalılar.
Gelinen noktada meselelerimizi anlamak ve bizi mahveden problemlerden kaçınmak için marazlarımızı otopsi masasına yatırmamız lazım. Bu okumadan şu dersleri çıkarabiliriz: Tüm sorunlarına rağmen Müslümanların bugünkü hâlinin dünden daha iyi olduğu bir gerçek. Çünkü aramızda düşünen, Kur’ân-ı Kerim’le, Resûlüllah’ın güzel örnekliği ile hayatını zenginleştiren ve olaylara böyle bakan binlerce insan var. Bu insanlar geldikleri daha iyi noktalara doğru devam edecekler, vahye uygun bir hayatı mümkün kılacaklardır. Böylece Müslümanlar dünyanın her alanında öne çıkacaktır ki insanlığın buna şiddetle ihtiyacı var. Dünya Müslümanın zindanı değildir. Allah Kur’ân’ı insanlık/Müslümanlar zorluk, meşakkat çeksin diye göndermedi. Bilakis, rahmet olsun, onları yaşanılabilir bir hayata kavuştursun diye gönderdi ama insan kendi eliyle, kendi hatası, işgüzarlığı, cahilliği ve zalimliği yüzünden hayatı kendine zindan etti.
Dünya, Müslümanın vahyin şahitliğini, rahmet olma özelliğini taşıyan sorumluluk alanıdır. Dünya için, Müslümanın zindanı derseniz, Müslümanlara “Senin uğraşmana lüzum yok, bu kadar sıkıntının, acının sonunda onlar cehenneme, sen cennete gideceksin!” demiş olursunuz. Zaman zaman bunu düşünmeden söyleyen Müslüman kardeşlerimiz var. Dünya Müslümanın zindanı ise ne diye uğraşıyoruz, şikâyet ediyoruz ifsat edicilerden, bırakın vazifelerini rahatça ifa etsinler, dünyayı bütün insanlık için zindana çevirsinler ki elan da bunu yapıyorlar.
Yarının dünyasının bugünkü gibi olmayacağı kesin kanaatini çoğu insan paylaşıyor. Sosyal hayatta, siyasette ve başka alanlardaki krizler devam ederken yolumuzu hayat kitabımız Kur’ân doğrultusunda değiştirmenin vaktidir. Evet, öngöremediğimiz geleceğin şekillenmekte olduğu bugün de her zamanki gibi zilletten kurtuluşun yolu budur, bunun dışındaki her şey detaydır. Herkes kendi işini gücünü iyi yapacaktır. Bugünkü Müslüman ümmetin, kadroların, dinini ciddiye alan insanların en önemli vazifesi, vahyin ilkelerine uygun bir hayat tarzını kurma gayesini, bir sistem/yönetim biçimini, Müslümanlara yeniden umut, enerji ve heyecan verecek şekilde öne almaktır. Bu doğrultuda yapılması gereken her türlü okuma, araştırma, çaba, faaliyet hassasiyetle yerine getirilmelidir. İşte o zaman biz Müslümanlar olarak kapitalizmin, sosyalizmin, liberalizmin, modernizmin, postmodernizmin dünya egemenliğini fikren mağlup edebiliriz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu her paradigma değişikliği gibi uzun zaman alan meşakkatli bir yoldur ama değerlerimizi bir insanlık politikasına dönüştürmek için başka da çaremiz de yoktur! Hem zaten tehlikelere ve tehditlere karşı bizi basiretli kılan fakat aynı zamanda safımızı belirgin kılan da bu değil midir?