Mülksüzler’den Gazze’ye: Bitmeyen Bir Sorgulama

Fikir
Mülksüzler’den Gazze’ye: Bitmeyen Bir Sorgulama Anarşizm, ülkemizde eskiden terörizm yerine kullanılan olumsuz bir kavramdı. Sadece sokaktaki insan tarafından değil Meclis kürsülerinde de ...
EMOJİLE

Mülksüzler’den Gazze’ye: Bitmeyen Bir Sorgulama

Anarşizm, ülkemizde eskiden terörizm yerine kullanılan olumsuz bir kavramdı. Sadece sokaktaki insan tarafından değil Meclis kürsülerinde de nefretle söz edilirdi anarşistlerden. Fırsatı ganimet bilen siyasetçiler de terörizm yerine tepe tepe kullanagelmişlerdir bu kelimeyi. 1970’lerde özellikle, halkın büyük bir kısmının hafızasında anarşizm, yabancı güçler adına devleti yıkmaya yönelen, bu yolda da nice masumlara kıymakta sakınca görmemiş bir yabancı ideoloji olarak yer etti. Belki anarşizme özgü haklı sorularla yola çıkmış nice masum genç, devletler oyununun girdabında sağa sola çarparak teröre bulaştılar. Böylelikle masumane amaç ve eleştiriler kolaylıkla bastırılabildi.

Genel bir kabulde anarşizm kardeşlik toplumundaki barışı ve adil paylaşımı arayışın ütopyasıdır. Ve kuşkusuz anarşist teori ve hareketlerin yelpazesi bir hayli geniş. Amaca giden yolda teröre başvurmayı hak bilen küçük grupların eylemleri yüzünden yer yer yanlış anlaşılsa bile, öğretinin öne sürdüğü eleştiri ve teklifler anlamını korumaya devam ediyor. Özellikle küreselleşmeye özgü çeşitli atılımların “Alternatifi yok,” şiarıyla öne sürüldüğü bir dönemde, her türlü şart altında dayatılan herhangi bir otoriteye karşı bir tavrı olan anarşistlerin söyleyeceği çok söz olduğu açık.

Anarşizm ve Edebiyat

Anarşizm özellikle 19. yüzyılın sanat ve edebiyatını etkiledi. Bu etki sanat ve edebiyat eserlerinin içeriğine yansımakla kalmadı, üsluplarını da belirledi. Zamyatin’in 1920’de yayımlanan Biz’i, anarşizm bağlamında yazılmış ve benzeri distopik eserlere ilham veren en önemli ilk roman. Yazılışıyla bu alanda -zaman içinde- çığır açan ikinci roman ise hiç şüphe yok Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’i. İlki “Başka türlüsü de mümkün”ün kitabıydı. Mülksüzler, o eserde dile gelen Sovyetler eleştirisinin açtığı yolda ve elbette ABD’yi de sorguya dâhil etmeyi getiren yarım yüzyıllık bir tecrübenin bilgeliğini yansıtan bir roman.

Adil bir düzene yönelik mücadeleler, isimsiz, kişilerin sayıyla anıldığı, şiirsiz, topraksız, ağaçsız, güneşsiz, annesiz, rüyasız, oyuncaksız kapalı bir dünyayla sonuçlanmıştı Biz’de. Canlı öğretmenler yoktu orada. Haddizatında olaylar MS 26. yüzyılda geçmektedir. Anlatıcı D-503’ten Tek Devlet isimli sistemin bin yıl önce kurulduğunu öğreniriz. İki Yüzyıl Savaşları’ndan sonra kimse sistemi çevreleyen yeşil duvarın ötesine geçememiştir. Düş gücü, ameliyatla alınması gereken bir hastalıktır. Zihin saydamlaşmalıdır. İdeoloji veya sistem adına ihbarcılık, sistemli muhbirlik, ödev veya sıradan görevlerdir. Matematiksel gerçeğe, mekanik düşünceye iman beklenir yurttaşlardan. Bulvar gezilerinde ritimler madenidir. Dans, özgürlüksüzlük diye tanımlanıp reddedilir. Yeni bir ilahiyatçı profili sunan Velinimet, tanrısal bir konuma sahiptir. Koruyucuları meleklerin yerini alır. Koruyuculuk, özgürsüzlüğün koruyuculuğudur. Seçme hakkı, Karamozov Kardeşler’deki büyük sorguda da ifade edildiği şekilde, “mutsuzluk” olarak görülür. Uzak gezegenlerdeki insanları, kendileri için amaçladıkları gibi kutsal ve kusursuz kılmaktır hedef. Milyonların mutluluğu içindir gaz odası. İnsanlaştırılmış makineler ve bir makine gibi kusursuz insanlar… Peki ya aşk? “Her sayının bir diğer sayıyı cinsel bir meta olarak kullanma hakkı vardır.”

Beri taraftan şu gerçek de değiştirilememiştir: “Sadece boyun eğdirilmeyenler sevilebilir.” D-503’e de aşk bu şekilde, bir olayla birlikte çarpar, ansızın. Yeşil Duvar’ın ötesinden esen rüzgâr yabanıl ovalardan tatlı sarı çiçek tozlarını taşımıştır burnuna. Toprak yol nedir, çiçek nedir, bilmiyordur ki D-503…

Biz, 1917 devriminin imgeleri, vaatleri ve tecrübelerinin, hayal kırıklıklarının biçimlendirdiği, bir distopik roman. Zamyatin, kurulması için mücadele ettiği sistemin tamamen dışına çıktığı, karşısına geçtiği bir dönemde yazıyor bu kitabı. Ütopya karşıtı ilk roman olarak Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve George Orwell’in 1984’üne esin kaynağı oluyor. Sovyetler Birliği’nde sakıncalı bulunup yasaklanıyor, ancak 1988’e gelindiğinde yayımlanıyor.

Bir Romanın Dünyası

Mülksüzler’in farkı, Ekim Devrimi ve etkilerinin sönükleştiği bir dönemde yazılması. Bilim kurgu olarak nitelendirilen roman, David Harvey’in Ursula K. Le Guin’e de atıfla geliştirdiği diyalektik ütopya çerçevesinde de düşünülebilir bir içeriğe sahip. Zamyatin’in romanı bir büyünün bozumunun süreğinde oluşur, 68’i takiben yayımlanan Mülksüzler ise bir büyü ihtiyacını yansıtır.  68 hareketi, Sovyetler tecrübesinin oluşturduğu hayal kırıklığı karşısında hâlâ “Başka bir dünya mümkün,” diyebilmenin sorularıyla da yükselip yayılmıştı. Mülksüzler’in, işte bu mümkün dünyaların arayışını kuşatan soruların arayışıyla kaleme alınan bir başlangıç romanı olduğu söylenebilir.

Roman, birbirine zıt iki hayali gezegen olan Anarres ve Urras’ta geçiyor. Urras’ın bir uydusu olan Anarres’te kendilerine Odo’cu diyen, kişisel mülkiyet nedir bilmeyen, karşılıklı yardımlaşmaya dayalı bir hayat düzenine sahip anarşist bir halk yaşamaktadır. Urras’taki sistem ise günümüz dünyasındaki toplumsal düzeni andırır. Esasında gezegenlerin isimleri, farklı toplumsal yapılarını ifade eder. Anarres isminde anarşizm çağrışımı açıkken, kapitalist ve devletçi ana gezegen Urrass’ta ABD (USA) ve SSCB (USSR)’nin harfleri fark edilir. Urras, hak ve hukukun yerlerde süründüğü, paylaşım ve dayanışma konusunda hiçbir çabası olmayan eski dünyadır, Anarres ise mazlum ve göçmenlerin umutlarına karşılık gelen menzil. Bu isimlendirmeler, yazarın Sovyetler Birliği hakkındaki olumsuz bakış açısını da gösterir. Dünya o dönemde hiç de sunulduğu şekilde çift kutuplu değildir, 68 hareketi de bir bakıma istismar edilmiş ideal ve değerlerin yeniden tanımlanışına yönelik derin bir ihtiyacın dışavurumu olmuştur.

Mülksüzler, uzun zaman önce işte böyle bir ihtiyaçla başını alıp başka bir gezegene göçen insanların farklı bir hayat kurma çabalarını konu alıyor. Anarşizmde tarifini bulan bir hayat tarzı, romanda Odoculuk diye isimlendirilir. Onlar ne sağı solu bombalamakla ilgilidirler ne de sosyal-Darwinist Ekonomik Özgürlükçülükle. Eski Taocu düşüncede öngörülmüş, Shelley ve Kropotkin’in de geliştirdiği bir biçimle, alternatif bir düzen kurmaya çalışır mensupları. Gelgelelim hiç de kolay bir hedef değildir böyle bir düzenin tesisi, her şeyden önce hedonist vandallara terk ettikleri Urras’ınki kadar verimli bir toprağı yoktur Anarres’in. Urras’taki su kaynaklarından, verimli topraklardan ve yeşil bitki örtüsünden de yoksundur. Kuraklık yüzünden kıtlık yaşanır sürekli, topraktan çok tozla kaplıdır zemin, bu yüzden de bitki yerine çalılıklar ve gezegene özgü bir ağaç olan holum yetişir. Hayvan olarak ise yalnızca balık bulunur. Bunlara karşılık halk, Urras’ta görülmeyen bir yardımlaşma ve dayanışma sergilemektedir.

Anarşist düşünür Kropotkin’e göre, toplumların gelişmesi ancak karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmayla mümkün olabilir. Odoculuk, Kropotkin’in bu görüşleri esasında, karşılıklı yardımlaşmaya ve bireysel inisiyatife dayalı, eşitlik ve ortak mülkiyeti hedefleyen bir toplum düzeni şeklinde tanımlanır romanda. Bu düzenin mimarisi de komün hayatına göre şekillenmiştir. Binalar tek katlı, yalın ve sadedir. Urras’takinden farklı olarak insanlar sade giyimlidir.

Gerçi her iki gezegen de aşırılıklar ve buna bağlı oluşan yoksunluklar yüzünden yerleşimcilerinin potansiyellerini keşfetme veya değerlendirmede ket vurucu bir yapı sergilerler. Urras medeniyet açısından değerlendirildiğinde albenili görünse de insan ilişkileri konusunda yoksul ve engelleyicidir. Anarres’de ise, yardımlaşma kültürüyle kazanılan erdemlere karşılık yaşama şartları sönük ve yorucudur.

Günün birinde Anarres’li fizikçi Shevek,  eşzamanlılık teoremini geliştirmek üzere Urras’a doğru yola çıkar. Birbirine zıt hayatlar böylelikle Shevek’in bakış açısıyla sürekli karşılaştırılır ve analize tabi tutulur. Günümüz dünyası zaviyesinden bakıldığında, bu analizlerin sonuçları o kadar da şaşırtıcı gelmeyebilir. Bir tarafta çeşitli mahrumiyetlere katlanılarak, olumsuz şartlar altında hayatta kalma mücadelesi verilirken, diğer tarafta bereketli topraklarda bolluk ve rahatlığa dayalı bir hayat tarzı fütursuzca sürdürülür. Anarres’teki kuraklık, kıtlık, toz ve fırtına hayatı zorlaştırırken, Urras’ta bolluk, su, biyolojik çeşitlilik ve ihtişam hayatı rahat ve kolay kılmaktadır. Beri taraftan, Anarres’te zor şartlarda yaşamayı gerekli kılacak direnç, paylaşım kültürü, yeterli miktarda tüketim ve başkalarının haklarına saygılı özgürlük ahlakı yerleşmiştir. Buna karşılık Urras’ta kapitalist düzen benzeri toplumsal ayrışma, negatif özgürlük ve aşırı tüketim hâkimdir. Anarres halkı, olumsuz şartlar karşısında ayakta kalma çabası içinde, dayanışma, kanaatkârlık gibi erdemleri içselleştirmiştir. Urras’ta ise hâkim kapitalist düzenin oluşturduğu rekabet ve tüketim yarışı, bununla gelen toplumsal ayrışma, sürekli bir huzursuzluk kaynağıdır. Özgürlüğün keyfilik olarak anlaşılmasının getirdiği problemleri de eklemek gerekiyor bunlara.

Urras’tan büyük bir yılgınlık içinde uzaklaşan Shevek ise, Anarres’te de umduğu hayatı bulamaz. İktidar ilişkileri orada da yetenekli ve yaratıcı insanlar için engeller oluşturmaktadır.  Başka bir dünya ise hâlâ mümkündür. Bambaşka bir dünya belki de sadece bir arayışın zemininde gelişen ilişkilerin, dayanışmanın ve kardeşliğin, paylaşmanın ve diğerkâmlığın sürekli çırpınışıyla oluşumunu sürdürecektir.

50 Yıl Sonra Mülksüzler’i Yeniden Düşünmek

Yayımlanışının 50. yıl dönümünde Mülksüzler içerdiği eleştiri, soru ve önerilerle hâlâ önemini koruyan bir roman. Aradan geçen zaman içinde önemli olaylar yaşandı. 1979’da İran Devrimi gerçekleştikten 12 yıl sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Bir bakıma Anarres’in, 1917 Devrimi’nin ardından komünizmin mazlumlarda büyük umutlar oluşturmuş yönünün çöküşünün son aşamasıydı Sovyetler Birliği’nin dağılması. İran Devrimi ise, Irak Savaşı’nın da etkisiyle devrim gerçekleşirken yükselen özgürlük şiarını paranteze almak suretiyle bir savunma kabuğu oluşturmaya yöneltti potansiyelini.

Geçen yıllar içinde tırmandırılan çeşitli krizler, silah endüstrisi gibi hayal satan şirketler için de elverişli zeminler oluşturdu. Kapitalizm tüketime dair keyfi öylesine merkeze yerleştirdi ki geçmiş yüzyıllarda ütopyaların ve binlerce yıldan beri de dinlerin öne sürdüğü değerler marjinalleşme tehdidiyle karşı karşıya kaldılar.

Böylelikle kapitalizmin küreselleşmesinin önünde hiçbir engel kalmadı. Kendi ülkelerimizde hatta şehirlerimizde nice Anarres’ler, nice Urras’lar var. Tutunamamışlar bir ümitle köylerine doğru yola çıkar, ayrıcalıklarını yitirmekten korkanlar türdeşleriyle sitelere kapanır. Anarres’te yükselen aktörler arasında ahlaki problemlerden kaynaklanan açmazları çözmek için Urras’a dâhil olanların bir çarpılma yaşaması da az görülmez.

Yazarın kızı Elisabeth Le Guin, romanın siyasi imalarını 13 yıl önce 53 yaşında üçüncü kez okuyana kadar gerçek anlamıyla kavrayamadığından söz eder Kitap-lık dergisindeki söyleşisinde. Aynı zamanda annesinin, her ne kadar bir umut kaynağı olarak sunsa da anarşizmi eleştirmekten geri kalmadığını hatırlatır ve şöyle devam eder: “Aslında Ursula’nın romanda sergilediği hayal gücünün gerçekten de çarpıcı olan marifetlerinden birinin, anarşist ideallerin gündelik yaşamın ve insan doğasının baskıları altında en çok boyun eğeceği yerleri görme imkânı yaratması olduğunu düşünüyorum.”

Sıfır noktasına doğru çekiliş sürecinin kapitalizm tarafından sürü yerine konulan ve bir alternatifin yokluğu şiarına teslim olmuş zihinlerdeki etkisi şimdilik işleri kendi hâline terk etmek oluyor hem de dijital teknolojiye has, komplo teorileriyle uyumlu görkemli sloganların eşliğinde. Toptan bir yok oluş, ilahi bir ceza veya distopik romanlarda olduğu gibi gezegen ötesinden gelen güçlerin dünyayı işgali gibi korkutucu hayaller sinemayı ve edebiyatı istila ediyor.

Zizek’in de yenilerde bir konuşmasında vurguladığı gibi, son yıllarda bir yandan distopik roman ve filmlerde, bir yandan da yok oluş roman ve filmlerinde bir artış gözlemliyoruz. Bunun bir sebebi çileli mücadelelere mal olan ve büyük umutlarla gerçekleştirilen devrimlerin başarısızlığıysa, diğer bir sebebi de küreselleşme ile birlikte egemenliğini güçlendiren kapitalizm karşısında duyulan kapana kısılmışlık hissi ve buna bağlı teslimiyettir. Thatcher 1980’lerin başlarında “Alternatifi yok,” demişti, bunu Harvey Umut Mekânları’nda defalarca belirtir. Biz bu umut kıran ve köşeye sıkıştıran şiarı daha sonra da sıkça duyduk.

Şüphesiz mekân ve aidiyet arasında büyük bir bağ var. Umut duyabilmek ise artık göçmenliğe zorlanan kalabalıklar için bir lüks. İlki bir kapatmaya maruz kalmış, diğeri ise paranın belirlediği bir kapanmayı imleyen Gazze ve Las Vegas arasındaki hayat uçurumu distopik bir romanda sergilenen ürkütücü ayrılıklardan hiç de geriye kalır değildir. Birinin etrafı işgalcisinin ördüğü çelik duvarla kaplı, diğerininki ise emeksiz para kazanımı keyfini yerleştiren gangsterlerin imgeleriyle. Bu noktada akla, Le Guin’in üzerine çok konuşulan hikâyesi “Omelas’ı Terk Edip Gidenler”i de geliyor. Herkesin mutlu bir hayat sürdürdüğü Omelas’ta bunu sürdürebilmenin tek şartı, bir bodrum katında, zor şartlar altında ve büyük acılar çekerek yaşayan bir çocuğun varlığının bilgisini kabullenmektir. O çocuk dünyada yer değiştirir bazen ama altmış yıla yakın bir süreden beri Gazze’ye kapatıldığının bilgisine sanki yeni erişmiş gibidir dünyamız.

Ursula K Le Guin’in Mülksüzler’i, çift kutuplu dünya düzeninin sorgulanmasının romanıydı. İlk kez bir kadın yazar bir kurguyla verili dünyaya özgü sorgulamaların konformizmini aştı. Kızının ifadesiyle de Le Guin “Herhangi alternatif bir ‘izm’i tamamen kabul etmeyecek kadar akıllı ve insan doğasının fazlasıyla farkında olmasına rağmen kapitalizme karşı uygulanabilir alternatifler bulmak, keşfetmek için sonuna kadar çabaladı.” Silah, ilaç ve eğlence endüstrisinin oyuncağı hâline gelmiş görünen günümüz dünya düzeninin romanı yazılacaksa ki elbet yazılır, amansız yalnızlığında seksen yıla yakın bir süreden beri verdiği mücadelenin ardından dünyayı bir kez daha iki kutuplu hâle getiren bir etki uyandıran Gazze kadar hiçbir mekân, hiçbir “uzak gezegen” bunu hak etmez. Anarres, neticede romancı muhayyilesinin gerçek mekânların esiniyle hayal ettiği bir gezegen. Gazze ise on yıllardır yaşadığı ve giderek pervasızlaşan katliamlarla, “Başka bir hayat mümkün olmalı!” şiarını yeniden yükseltme sorumluluğunu yüklüyor dünyaya.

Cihan Aktaş / (Umran Dergisi – Eylül 2024)