Mayıs 2024’ün son haftasında sevgili Faruk Karaaslan beni Konya’ya, yıl boyu okul dışında bir dernekte sosyoloji dersi verdikleri öğrencilere kapanış dersini sunmak, onlarla tanışmak üzere davet etmişti.[1] Entelektüel seviyesi yüksek bu çalışmaya elbet Konya’da yaşayan Mustafa Aydın Hoca’mız da desteklerini esirgemiyordu. Ancak kendisi rahatsızlığı sebebiyle katılamamıştı. Başka bir dost Hoca’mız İbrahim Sarmış ve daha birkaç hoca ile beraber hem hasret giderdik hem dertleştik. Bursa’dan ayrılmadan önce benim asıl hevesim öteden beri rahatsızlıklarından haberdar olduğum Mikail Bayram ve Said Şimşek hocalar ile de dünya gözüyle birer kez görüşebilme ihtimali idi. Ancak her iki dostun ailesinden de ne yazık olumsuz cevaplar geldi ve maalesef dersin ertesi sabahı Bursa’ya eli boş döndüm.
Göçtü Kervan
Elimde değil, böylesi hüzün yıllarında zihnim ve kalbim duyguların tasallutuna uğruyor. Hafızamın bütün algı kapakları açılıyor. Düşünmek Farzdır demiştim; birileri sanmışlardı ki duygularını iptal eden bir şair var karşılarında. Oysa selim kalbin ürettiği düşüncelerin lokomotifine öylesine ulvi duygular birer vagon olarak eklenir ki insanın ayaklarını yerden keser adeta. Hüzün de keser sevinç de. Yunus Emre böyle zamanlar için söylemiş olsa gerektir:
“Nice bir uyursun, uyanmaz mısın?
Göçtü kervan kaldık dağlar başında
Çağrışır tellallar inanmaz mısın?
Göçtü kervan kaldık dağlar başında.”
Duygular, ulvi duygular demiştim; işte onların kalbimi harman yerine çevirdiği dönemlerde ben şiire, türkülere daha fazla kulak asarım. Birilerinden, hele ki kimi dostlarımdan sonraya kalmanın hüznü kaplar bütün bedenimi. Giderek yorulan, yaşlanan, tıkanmaya başlayan bedenimin hâli çok normal. Lakin ardı ardına yakın ölümler karşısındaki psikolojik hâlimin çaresi, dermanı ne ola? “Çile” şiirinde Üstat Necip Fazıl diyordu:
“Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.”
Ne diyordu bir başka şair: “En son ölüm gelir, yine de erken oldu deriz.” İşin hülasası böylesi hüzün yılları, ayları, haftaları ve günleri elbet benim de yüreğimde onulması müşkül yaralar açıyor. Dokunsalar ağlayacak oluyorum. İnsan bir teselli arıyor. Biz şairlerin, yazarların tesellisi de işte böyle kalemi, tuşları yoklayarak içimizi dökmekle kısmen mümkündür. Fakat ben elbette birilerine “şerbet”, bana “kum dolu çanak” sunulduğu kanaatinde değilim. İnşirah Suresi bazen tek başına Asr ve İhlas sureleri kararan gözlerimi aydınlatmaya kâfi geliyor. Hz. Ebubekir’in, Allah Resûlü’nün vefatında kimi taşkınlıkları önlemek maksadıyla söylediği söz ne muhteşemdi: “Kim Allah’a inanıyorsa bilsin ki Allah bakidir, Resûlüllah’a inananlar da bilsin ki o bir beşerdi ve ölmüştür.”
1970’li yılların başında Ali Bulaç’ı ziyaret maksadıyla sanırım İstanbul’a ayağı düşmüş bulunan Said Şimşek ile Ali arkadaşımızın vasıtasıyla Üsküdar iskelesinde ilk kez karşılaşmış ve de tanışmıştık. Hiç unutmam öğlen yahut ikindi namazını birlikte kılalım diye girdiğimiz Valide Sultan Camiinde her ikisi de benim imam olmamı istemişlerdi. Onlara nafilesiz bir farz namaz kıldırmış, ikisini de iyice şaşırtmıştım. Sonraki yıllarda Said Hoca İstanbul dışında bulunduğundan o kadar uzun boylu görüşememiştik. Ancak tanışıklığımız dostluğa dönmüş hatta evinde eşimle beraber yoğurduğu çiğ köfteyi yemiş, onun annesinin Mardin’deki köyünde ayrıca misafir edilmiştik. Güzel günlerdi. Kendisini Bursa’daki kültür merkezimde de ağırlamıştım. Muhtelif sempozyum ve gezilerde de beraberliğimiz, arkadaşlığımız, dostluğumuz hep baki idi. Gelin görün ki Konya’dan dönüşümden sanki bir hafta sonra vefat haberini aldım. Aziz dostuma, kardeşime Rabbimden ebedî saadet temenni ediyorum.
Besbelli Rabbim benim ömrümü ve şuurumu ucu açık bıraktıkça, benden önce göçüp giden daha nice dostumun ardından canlanan hatıralarımın, gözlerime ve kalbime düşüreceği nemlerle, ömrümün sonuna kadar hayata böyle flu bakmayı sürdüreceğim. İşte bu hafta da sevgili Mikail ağabey (evet, tam anlamıyla aramızdaki münasebet ancak böyle doğru ifade edilebilir) benden önce göçüp gidenler kervanına katıldı. Hastalığı uzun bir süreden beri onun peşini bırakmıyordu. Son Kurban Bayramı’ndan beri cebimdeki telefonuna cevap veren o tatlı sesini işitememiştim.
“Metin Bey,” bana böyle hitap ediyordu. Selçuklular dönemi uzmanı hoca, baba tarafı ailemden gelen soyadımdan ötürü bana ayrıca sanki daha tanıdık bir gözle bakıyordu. Öyle ki babam Nuri Bey ile tanışıp onunla uzun konuşmalar yaptıktan sonra alakasının dozu daha da artmıştı. Sahici bir dostun vefatı kendi hayat maceram ve onunla aramızdaki münasebetlerin hatıralarıyla bende yeniden bir silkinme, irkilme, şuur sıçraması mı yarattı nedir, fazlasıyla etkilendim. Bizim bu Allah için dostluk ve kardeşliklerimizi sağlayan iman manzumemiz elbette İslâm idi. Aynı tarihte bu sefer İslâm düşmanlarının her zamanki sinsi, kalleş ve arkadan vurucu eylemleriyle İsmail Haniye’nin şehadetini öğrendim. Hem de benim tam beklediğim gibi İran’da, Tahran’da, en korunaklı diye gösterilen bir mekânda, izahı zor bir şekilde gerçekleşmişti. Kalbimin kırıklığını tarif edecek kelimeleri bulmakta şu anda epeyce zorlanıyorum. Rabbimin desteği olmasa asla ayakta bile duracak hâlim kalmadı. Altmış yıldan bu yana çırpınıp duruyoruz, ben ve ismini andığım bütün bu kardeşlerim, Müslümanlar, ne yani elbette biz, ne zaman zalimler karşısında mazlumları sahiplenen bir atılım yapacağız?
Birkaç yıl evvel Kısa Türkiye Tarihi çerçevesinde daha sonra kitaplaşacak[2] şekilde sekiz konuşma yapmış ve Martin Luther King’i hatırlatarak dinleyicilerime ben de “I have a dream” (Bir Rüyam Var) demiştim. Pakistan, Mısır, İran ve Türkiye, iç yönetimlerinde ne yaparlarsa yapsınlar ama dış politikada en azından yüzde altmış ağız birliği göstererek sırt sırta verseler, Müslümanlarla onların düşmanları bu kadar uzun boylu uğraşabilir, baş edebilirler miydi? Benimki rüyaydı elbette ve galiba ben yaşarken de bir türlü gerçekleşmeyecek. Kalbimin yangınına kalaycı körükleri serinlik serper mi bilmem ama yitirmeyeceğim ümidimi. Ardımdan gelen genç Müslümanların, Konya’da son derslerini verdiğim çoğu sosyoloji talebesi genç insanların çabalarında Said ve Mikail hocaların bıraktıkları düşünce ve ilim emaneti ve mirasının bereketini bekleyeceğim.
İlmin Haysiyeti
Mikail Bayram Hoca’mızın Türkçe ilim tarihinde önemli bir mevkii her zaman bulunacaktır. Arapça, Farsça, İngilizce, Pehlevice, Kürtçe ve Türkçenin muhtelif lehçelerini iyi bildiği mevcut Batılı dönemlendirmede “Orta Çağ” diye adlandırılan yılların uzmanı olarak en zor metinlere ulaşarak onları okuyup derinlemesine yeni keşifler yaptığı, alışılmışın, ezberlerin dışında şeyler tespit ettiği için de kimi yobaz çevrelerce neredeyse aforoz edildiği vakidir. Alanında uzmanlık gerektiren okumalar, çözümlemeler hususunda her zaman kendisine başvurulmasına rağmen kebapçılar, şekerciler ve bilumum din tacirlerinin hücumuna uğrayarak çalışmaları gölgelenmek istenmiştir. Ben hadisenin bu tarafını tarihe, insaf nazarlarına ve ilahi adalete bırakarak beni duygusal boyutuyla alakadar eden dostluğu üzerinden bir şeyler yazmak istiyorum.
Onun vefatı ile benim kaygılarımı artıran husus, sahici ilim ehlinin yeryüzünden çekilmesiyle cehaletin daha da yaygınlaşarak, özellikle Müslüman muhitlerde kendine geniş alan açması tehlikesidir. Ne demek istiyorum? Hatırlansın, Müslümanlar Son Allah Elçisi sonrasındaki tarihlerinin daha en başında, siyasi, itikadi, ameli ihtilaflar sebebiyle cereyan eden ve çoğu kanlı şekilde neticelenen Cemel ve Sıffîn hadiselerini rahatlıkla anlatır dururlar. Onların birçoğu yalnızca Şii-Caferi fıkhına mensup olanlar değil Sünniler de konu Muharrem ayı ve Kerbela’ya geldiğinde neredeyse çıldırırcasına tarafgirlik yapmaktan geri durmazlar. Bazen öyle aşırılıklara şahit olmuşuzdur ki eğer Hz. Hüseyin diye bir idolleri bulunmasaydı kimileri Allah Resûlü’nü bile tanımayacakmış gibi bağımlılık göstermişlerdir. Ancak yine o muhitler, tarih ve ilim projektörü Türkiyelilerin Selçuklu ve Osmanlı tarihine çevrildiğinde orada melankolik, romantik olmayı seçer, eksik ve gedikleri halının altına süpürmekten geri durmazlar.
Gerçek ilim ehli ne yapar? 1950’li yıllarda Mustafa Kemal’in naaşı henüz Anıtkabir’e taşınmadan, bulunduğu Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde, beceriksiz mumyalama sonrasında patlar ve etrafa kimyasal zehir saçmaya başlar. Ne kadar gizlenmeye çalışılsa da durum budur. O tarihlerde Malatya’da kürsüye çıkan müftü İsmail Hatip Erzen, “Selçuklularda Mumyacılık” diye bir vaaz vermeye başlar. İki dönemin mumya sanatını mukayese ederek Batıcıların bu husustaki başarısızlığını haykırarak anlatırmış. Babamdan işitmiştim Erzen Hoca özgün lehçesiyle şöyle bağırıyormuş: “İşte patladi diyirem patladi!” Verdiği tipik örnek ise Harput’taki meşhur Arap Baba namlı türbedir. Bu türbede cesedi pek fazla çürümemiş bir ölü hakkında üretilen efsane, onun bir şehit olduğu, bu nedenle cesedinin çürümediği yönündedir. Oysa Selçuklular dönemindeki İslâmî anlayış mumyalamayı gayrı meşru görmemekteydi. Bilinmesine rağmen halkın itikadına işlemiş bu inancı, mitolojiyi açıklamayı uygun bulmayan ve halkından gerçekleri saklayan, onları uyudukları mağarada kendi hâllerine bırakan siyaset ve ilim çevresinin vebalini kimler yüklenecektir?
İşte “destursuz bağdan üzüm yiyenlerin” ipliğini pazara çıkaran Mikail Bayram gibi sahici ilim ehlinin değeri burada meydana çıkmaktadır. Konu bizzat kendi tarihine gelse, orada işlenmiş bir ilim cinayeti varsa onu görmezden gelmeyerek ivazsız garazsız anlatabilme cesaretini taşımaktadırlar. Gazellerindeki 1968 yılına ait şu beyit onun anlayışı ve cesaretini öyle harika anlatıyor ki:
“Kıymet bilir ol, ömrü ziyan etme Sarayi
Mazi heder olmuşsa emin ol gelecekten.”[3]
Ömrünü, kendi çalışma dönemiyle alakalı olup biten hadiselerin hiçbirini atlamadan olduğu gibi aktararak, bağlantılar kurarak gelecek nesillere gerçek bilgi sunmaya adadı. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki bitirme tezi Zerdüştlük ve onunla bağlantılı olarak Avesta üzerinde çalışması onun gelecekte neler yapacağının habercisi sayılabilirdi. Sonra Anadolu’da telif edilen ilk eserin izini sürdü, Anadolu Selçukluları devrinin en önemli ilgi çekici kültür hadisesi ahiliği ve onun kadınlar kolu Anadolu Bacıları (Bacıyân-ı Rûm) teşkilatının gerçek mahiyetini aydınlatacak müstakil bir inceleme yaptı. Ne var ki bu çalışmasının değeri kadınların uzak yakın tarihini merak eden araştırmacılarca bile takdir edilmedi.
Haberci tarihçiliğin ötesine geçen Mikail Hoca, tarihin ışığında Nasreddin Hoca’yı çeşitli açılardan ele aldı, Selçuklular üzerine araştırmalarıyla uzun yıllar yaşadığı Konya’nın dinî ve fikrî çehresini ortaya koyan kitabı âdeta birbirinin içinden doğdu. Belki bu sayede İslâm, takva, iyilik, hoşgörü, insan sevgisi hülasa aşırı dindarlık gibi söylemlerin ardına düşerek Müslümanları fırka fırka birbirinden kopartan türlü tarikat oluşumlarındaki entrikaları görmüştü. Oradaki çirkin rekabeti, düşmanlıkları, ihbarcılıkları, İslâm’ın sahih kaynağından kopuk, Doğu’nun İslâm dışı inanışlarından aktarılıp gelen uydurmaları, katkıları ayıklamayı, sahih olanı ortaya çıkartmayı aziz bir vazife bilmekteydi. Onun Ahi Evran ile Nasrettin Hoca’yı aynı kişi olarak anlatan tespiti ezberci muhitlerde ciddi rahatsızlıklar yaratıyordu. Ona göre Celalettin Rumi ile beraber hatırlanan Şemsi Tebrizi’nin Mecusi olduğuna dair iddiası kıyametler koparmıştı. Ama aynı tespiti yapan Halil İnalcık’a karşı kimsenin sesi çıkmamıştı. Çünkü Mikail Hoca’nın tevazuu buna engel teşkil ediyordu.
Tarihçi Cemal Kafadar ise söyleşilerinde Mikail Hoca’nın çalışmalarına dikkat çekmişti. Hoca’nın Ahi Evran, Nasrettin Hoca ve Mevlana üzerine çetrefil metinlerin filolojik ve paleografik meselelerini layıkıyla hallederek yaptığı çalışmaları zanaat kısmı bakımından çok kıymetli bulduğunu söyledikten sonra dile getirdikleri hakikaten değerliydi: “Mevlana’nın Anadolu’yu işgal eden Moğollara yakın olduğunu iddia edince kızdı insanlar. Oysa cidden düşünmeye ihtiyacımız var. Anadolu’da bir işgal olayı var, burada Mevlana’nın tavrı neydi? Bu soru daha önce sorulmamış. Mikail Bey’in bu soruyu düşünmüş olması bile güzel. Ayrıca bunu, Mesnevi’yi satır satır bağlamsal analize tabi tutarak yapmaya çalıştı ki, Mesnevi’ye bu şekilde tarihselliği içinde bakmak âdetten değildir. Mikail Bey, bunu belki de ilk kez mesele eden kişidir. Mevlana’nın mektuplarında sözü geçen Nasrettin’in kim olduğunu, bir başka metinde geçen dericinin ya da debbağın aynı kişi olup olmadığını, bütün bunların Ahi Evran olup olmadığını tartışıyor. Ahi Evran’ın Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu iddia ediyor. Kaç kere okudum, hâlâ ikna olmuş değilim ama bunlar önemli konular, orijinal sorular, ilginç yanıtlar. Selçuklu ve Danişmendli bölgelerinde ayrı kültürel eğilimlerin hâkim olduğunu, bunların bilahare Anadolu kültüründe değişik tavırların öncüsü olduğunu iddia etmesi son derece kayda değer, en azından Osmanlılardan önce düz ve yekpare bir Selçuklu Türklüğü gören anlayışı kırıyor. Şimdi bütün bunlar doğru dürüst tartışılmazken, nesi konuşuldu? Ele aldığı ünlü kişiler, hepsi yüceliğinden sual olunmaz büyüklerimiz tabii. (…) Hiçbir zaman Mikail Bey hak ettiği değeri bulamadı. Aynı şeyi Fransa’da, İngiltere’de biri yapsa, Montaigne ya da Shakespeare hakkında kimsenin sormadığı sorular sorsa, yeni kaynaklar bulsa, klasikleşmiş metinleri önüne koyup satır satır analiz etse, müthiş ciddiye alınırdı.”[4]
Tarih ve edebiyat faslını bir kenara bırakırsak günümüzde bile düşünüldüğünde Cumhurbaşkanı’nın ağzından Fetullahçılık için çıkan Haşhaşi benzetmesinin ne olduğu aşikâr değil midir? İşte Mikail Hoca bu ve benzeri oluşumların tarihlerdeki örnekleri üzerinde son derece titiz bir dikkatle çalışıyordu. Tasavvuf kisvesiyle faaliyet gösteren öteki tarikatlar arasındaki çekişmeler, kavgalar, karşılıklı tekfirleşmeleri görüp, öğrenip anlatmamasının vebalini çekmek istemedi kimi meslektaşları gibi.
Birkaç Hatıra
Benim liseli yıllarımdan itibaren aralarına katıldığım Müslüman muhitte daima bizzat Mikail Bayram Hoca yahut adı bulunmuştur. Elbette yüz yüze tanışmalarımız o kadar eski değildir. Ne var ki okuryazarlık münasebeti bu gıyabi tanışmayı erkenden sağlamıştı. Biyografisini yazanlar pek söz etmeseler bile onun bütün kalbiyle katılarak yazılarını yayımladığı mecmualar şunlardı: Geçen yüzyılda 70’li yıllara denk gelen tarihlerde Ankara mahreçli Kriter, Bursa kaynaklı Kelime ve yine Konya’da yayımlanan Varide. Bu üç çevrenin dostu, ağabeyi ve hocasıydı Mikail Bayram. M. Said Çekmegil usta ile epeyce yakın, oğlu M. Selami Çekmegil ile de akrandı. Daha önce söylediğim gibi babam Nuri Bey ile de sohbetlerine doyum olmazdı. Çok sık olmasa bile Malatya, Ankara, İstanbul ve Bursa buluşmalarımızda onunla gerçekleştirdiğimiz sohbetlerin tadı hâlâ damağımdadır. Kelime dergisinde yayımlanan yazıları onun çalışma alanını özetler mahiyettedir: “Ahi Evran-Mevlana İhtilafının Mahiyeti ve Boyutları”, “İslâm’da ve İslâm Dünyasında Fütüvvet Hareketi”, “Devrinin Fikir Akımlarında Nasreddin Hoca’nın Yeri”, “Yunus Emre Eskişehirli (Sivrihisar) Olabilir mi?”, “13. Asır Başlarında Maveraünnehr’de Faaliyet Gösteren Bir Bahşi ile İlgili Bir Haber”, “Evhadu’d-Din Hamid El-Kirmani (563-635/1168-1238)” ve “Menâkıbu’l-Kudsiyye’nin Neşri Hakkında”
Van’ın Saray ilçesinde doğduğunu belirgin kılan “Keyf Harasındadır” metnini unutmuş değilim tabi. Bu yazısı aynı zamanda onun erken kaybetmesine rağmen yine de annesinden, aile muhitinden öğrendiği dilin şivesini asla değiştirme ihtiyacı duymaksızın onu bütün kalbiyle benimseyerek konuşmakla kalmayıp yazdığını da gösteriyordu. Babası hakkında hiç olumlu söz söylediğini işitmemiştim. Dersimli babam ve Harputlu benim, onu dinlerken aldığımız hazzı tarif etmekten dilim aciz kalıyor. Tatlı dilli diye bir deyimimiz vardır, düşünün bir yakın dostunuz var, birinci özelliği de tatlı dilli olmasıdır; dünya hazları içerisinde ona denk başka hangisi gösterilir? Ağzından bal akan anlatıcılardan biri olarak kalacak Mikail Hoca benim hatıra defterimde. Samimi bir mümin, samimi bir şair, samimi bir dost olarak göçtü bu dünyadan. Sarâyî mahlasıyla yazdığı gazelleri, şiirleri öylesine değerliydi ki benim için kimi mısralarını ezbere okumaktaydım. Modern şiirde onun tarzı pek sürdürülmediğinden bugün belki yeni nesiller onun Sarâyî Dîvânı’nda topladığı şiirlerinden istifade edemeyecekler. Ancak onun yalnızca ciddi bir tarihçi değil aynı zamanda önemli bir edebiyatçı hüviyetiyle okunacağından, anlaşılacağından emin olmak isterdim. Medine, Şam, Tahran, Tebriz, Bağdat, İstanbul ve Konya’da 150 bin civarında el yazması edebî ve tarihî metni incelediği hatırlanırsa, niçin unutulmaması gerektiği anlaşılacaktır. Ayrıca şiirin, onu yazan şairin duygu ve düşüncelerini yansıttığı dikkate alınırsa Hoca’nın şiirlerinde akademik çalışmaları müddetince uğradığı haksızlıkların yansımalarını bulmak hiç zor olmayacaktır.
Ben Bursa’ya yerleştiğim yıllarda o Konya Selçuk Üniversitesi’ne tayin olmuştu. 1980 veya izleyen yılların birinde Konya’da Yusuf Ağa Kütüphanesi’ni tanzimle görevlendirildiğinde ziyaretine gitmiştim. Abdulbaki Gölpınarlı ile beraber çalışıyorlardı. Abdulbaki Hoca bende “Pamuk Dede” izlenimi bırakmıştı. Saçları ve sakalı o kadar beyazdı ki, herkesin hayranlığını cezbedecek bir görüntüsü vardı. Bana kütüphaneyi gezdirdi. Öteden beri Celalettin Rumi’nin Farsça yazdığı Mesnevi’nin Arapça önsözündeki, neredeyse bu metni Kur’ân’a eşdeğer gösteren ifadeler canımızı sıkmaktaydı. Tam sekiz el yazması nüshayı bir araya getirerek en eski tarihlisinden en yenisine kadar baktık. Hatırladığım kadarıyla en eski nüshada bu Arapça önsöz yoktu. Ancak sonraki yıllarda kendisine bunu hatırlattığımda en eski nüshada da bu önsözün bulunduğunu söylemişti. Hangimiz eksik hatırlıyoruz bilmiyorum. Fakat merak edenler bakabilir, bu Arapça önsözde, Mesnevi’nin tıpkı Kur’ân gibi âlemlerin Rabbi’nden inzâl olunduğuna dair ifadeler yer almaktadır. Tıpkı Secde Suresi’nde Kur’ân hakkında zikri geçen ayet gibi.
Kimilerinin ticaretine, kimilerinin ezber ve alışkanlıklarına ters gelen konuşmaları ve eserleriyle Mikail Hoca bir hayli sarsıcı, silkeleyici söylemini ardında bırakarak fena âleminden beka âlemine göç eyledi. Akrabaları, komşuları, mesai arkadaşları, talebeleri, dostları ve düşmanları oturup düşünmeliler. Musalla taşında yatan naaşı karşısında, “Nasıl bilirdiniz; hakkınızı helal ediyor musunuz?” sualine muhatap olanlar, olmayanlar şimdi konuşsunlar. O, kimi, hangi mazlumu incitmişti? Ondan insanlara karşı muamele ve münasebette tebessüm ve iyilikten gayrı ne görmüşlerdi? Elbette o da bir beşerdi, yazdıkları, tespitleri hususunda yanıldığı, eksik anladığı yerler mevcuttur. Peki, hangi âdem evladı aynı ahvâlle malul değildir ki? Ben kendi hesabıma ondan hep iyilik, güzellik gördüm. Güzel ahlak modeli bir hayat yaşadı yeryüzünde. İncindi ama incitmedi. İlmin ve sanatın haysiyetini asla yere düşürmemek için çok çabaladı. Ona Rabbimin mağfiretini diliyorum.
Mikail Hoca tarihçiliği yanında iyi bir eski edebiyat uzmanı ve dostu idi. Çok erken yaşlarında öğrendiği Farsça ile Hafız, Şeyh Sadi ve özellikle de Muhammed İkbal’i okurdu. Osmanlı Türkçesi ile de kendini daha ziyade Fuzuli’ye yakın bulurdu. Ancak ilk mektep ve orta mektep yıllarında doğup büyüdüğü yörelere gelerek çalıp söyleyen halk âşıklarını da bizzat tanımış, onlardan etkilenmiştir. Bir yandan doğduğu yöredeki mahalli toplantılarda, Ahmediye, Muhammediye, Envâru’l-Âşıkîn gibi halk kitaplarının okunduğu meclislerde bulunurken, öte yandan da yöredeki medreselerde Arapça, Farsça, tefsir, kelam, tasavvuf derslerine devam etmişti. Doğduğu Saray ilçesinin yakınlarındaki bir bölgede tarihe General Muğlalı hadisesi diye geçen 33 sivil ve masum insanın askerler tarafından 1943 yılındaki katli onun üzerinde bir ömür etkisi süren bir devlet zulmü olarak kalmıştır. Şiire ilgisinin aralarında çocukluk arkadaşlarının da bulunduğu bu maktullerle bir münasebeti olmalı, diye düşünmüşümdür daima. Çünkü türkülere de şiirlere de benim hayatımda hep böylesi dengelerin kışkırtmasıyla yöneliş doğmuştur. Yazımı onun Kelime dergimizin Ağustos 1986 tarihli 3. sayısında yayımladığımız gazeliyle bitirmek istiyorum. Etrafımızda sayısız miktarda dolanıp duran münafıklıklara dair Fuzuli’ninkilerden geri kalmayan bir yetkinlikteki bu gazelin esprisi ayrıca Azeri Lehçesiyle yazılmış olmasındaydı:
“O’na bir lehze temâşâ mene min can getirir
Özümün hüsnüne her ğamzesi burhan getirir
Bahirem yâre edir herkese bir lutf-u kerem
Darıhan özgelerin derdine derman getirir
Deyirem bir de menim derdime bir çâre getir
O gedir tezce menim katlime ferman getirir
Duyuram küfrünü mâ’lum eliyir men yoğ iken
Meni gördükte koyur küfrünü iman getirir
Dodağından dağıdır herkese bir âb-ı heyat
Mene sunmâğa heman bâde-i hicran getirir
Bele bir eşke özün verme Serâyî ki bu eşk
Bilesen akle ziyan rûha da buhran getirir.”[5]
[1] Bu yazıyı Umran dergimize postalamaya hazırlanırken bu kez 12 Ağustos günü aziz dostum, sevgili D. Mehmet Doğan’ı Ankara Tacettin Dergâhı’nda toprağa vermek üzere yollardaydım. Ona da Rabbimden ebedî saadet temenni ediyor, yerinin pek doldurulamayacağını düşünüyorum. Türkiye Yazarlar Birliği ve ailesine sabr-ı cemil diliyorum. (Metin Önal Mengüşoğlu)
[2] Metin Önal Mengüşoğlu, Kısa Türkiye Tarihi, Yıldırım Belediyesi Yayınları, Bursa, 2022.
[3] Mikâil Bayram, Sarâyî Dîvânı, İnci Ofset, 2010, s. 61.
[4] Cemal Kafadar, “Bir Tarihçinin Marangozdan Hiçbir Farkı da Üstünlüğü de Yoktur”, söyleşi: Emre Can Dağlıoğlu-Emrah Göker-Ümit Kurt, Modus Operandi, 2015, sayı: 1, s. 244
[5] Mikail Bayram, “Gazel”, Kelime, 1986, sayı: 3, s. 6.