Önce ızdırap duyup sonra da yazıyor

Etkinlikler
Nursel Tozkoparan’ın röportajı; İlk kitabı "Asla Pes Etme" geçtiğimiz günlerde Dergâh Yayınları’ndan çıkan Mukadder Gemici son dönemin konuşulan hikâyecisi oldu. Kita...
EMOJİLE

Nursel Tozkoparan’ın röportajı;

İlk kitabı "Asla Pes Etme" geçtiğimiz günlerde Dergâh Yayınları’ndan çıkan Mukadder Gemici son dönemin konuşulan hikâyecisi oldu.

Kitap eleştirmenlerinin değerlendirmelerindeki, "gerçekçi, yaşanmış, anımsatan hikâyeler" yorumları dikkatlerin Mukadder Gemici üzerine çekilmesinde etkili oldu.

Aynı zamanda eski iş arkadaşlarımdan Mukadder. Yıllardan beri aynı kurumda çalıştığım Kanal 7’nin tecrübeli muhabirlerinden Ahmet Gemici’nin de eşi olan Mukadder’le, hem hasret giderdik hem de edebiyat dünyasında iz bırakan kitabını konuştuk.

Okuyanı etkisi altına alan hikâyelerinin kaynağını anlatan Mukadder, hikâyeceliğin yaşayan duayenlerinden Mustafa Kutlu’nun yayın evinden kitap çıkarma başarısını ve daha bir çok konuyu anlattı.

Öncelikle kitabın hayırlı olsun. Kitabın içerisinde kaç tane hikâye var?
12 tane hikâye var.

Yazdığın hikâyelerin sayısı var mı?
22 tane aşağı yukarı hikâyem var. Ama bunların 12 tanesini ben kurgu olarak, konu olarak almadım. Mesela bir tane hikâyem var ‘Müsait Yerde’ diye. Madde bağımlısı bir çocuğun hikâyesi… O hikâye de buraya girebilirdi ama üzerinde biraz daha çalışmam gerektiğini düşündüğüm için geride tuttum.

Hikâye seçimlerini sen mi yaptın yoksa Mustafa Kutlu’nun etkisi var mı?
Hayır. Hikâye seçimleri nasıl çıkıyor biliyor musun? Hikâye tamamen gerçekten çıkıyor. Yani az önce bahsettiğim madde bağımlısı gencin hikâyesi, madde bağımlısı bir annenin ızdırabını gördüm bir yerde denk düştük. O kadının ızdırabını duyunca ben yaşadıklarını bir dünyadan alıp başka bir dünyaya taşıyorum. Hikâyenin binasını oluşturan o kilit taşını daima gerçekten alıyorum. Çıkış noktası daima gerçek olduğu için hiçbir zaman hadi oturayım da şunun hakkında bir hikâye yazayım diye başlamış değilim.

Hikâyelerin beslenme kaynağı nedir?
Hepsi gerçekten. Trajik diyorlar, acıklı diyorlar, hüzünlü diyorlar bir sürü çağırışım. Bu kelimeler üzerinden bir şeyler söylüyorlar. Ben de diyorum ki, bunların hiç biri değil. Çıplak gerçek. Öyle olduğu için biraz dokunuyor, acıtıyor…

Yani o zaman hayata, haberlere, gazeteye biraz hikâyeci gözüyle mi bakıyorsunuz?
Hikâyeci gözüyle bakmıyorum. Bir tane yine başka bir hikâyeden bahsedeyim. Hep soruyorlar bunu. Soba zehirlenmesini anlattığım bir hikâye var; İki tane çocuğun soba zehirlenmesinden ölmesi üzerine yazılmış bir hikâye. Diyorlar ki bu hikâye nasıl çıktı? Üçüncü sayfa haberi…  Hikâye tamamen bir haber bülteninden çıktı. İşten yeni çıktığım bir kış akşamı çocuklarımla ilgileniyorum, televizyon açık, bir evin önünde kalabalık toplanmış bildiğiniz haber görüntüleri. Yani anlatırken hepimizin aklına gelir o görüntüler. Toplanmışlar, ağlayanlar, ambulanslar, polis arabaları falan… İçeriden bir adam çıktı, maskesini indirdi ve dedi ki: “Anormal bir durum yok, soba zehirlenmesi”. Yani anormal olması için kesme biçme, kan öyle şeyler olması gerekiyor. Soba zehirlenmesinden 2 çocuğun ölmesi normal, anormal değil. Ben kendi kucağımda çocuklarımla o anda öyle kala kaldım. Çok etkilendim o anda.

Kalbini sızlatan hikâyeler mi senin ilgini çeken?
Evet. Aynen öyle. Önce ızdırap duyuyorum o işten. Ondan sonra da yazıyorum. İşte bu anormal durumu ertesi gün yazmıştım.

Seni etkileyen hiç aşk hikâyesi yok mudur? Ve benzeri hikâyeler. Hep böyle acıklı hikâye mi seni etkiler?
Hikâyelerin içerisinde var, yok değil. Yani bazı hikâyelerin içerisinde var. Bir birini seven insanların olduğu, bir birine aşık insanların hikâyesi de var hikâyenin içinde. Günün birinde o bir biçimde karşıma çıktığında onu da aşk odaklı olarak yazarım.

Seni hikâye yazmaya yönlendirecek bir aşk hikâyesi daha duymadın mı?
Muhakkak var ama aşk biraz daha keyfi bir şey. Günümüz aşk anlayışı için söylüyorum. Aslında o da bir dert. Mesela bir tane hikâyem var; Onunla Kim Evlenir? Genç bir mimar delikanlı var, bir kızla nişanlanıyor, kızın akrabasının yanında işe başlıyor. Bu günümüzdeki aşk ve evlilik anlayışlarını sorgulayan bir hikâyeydi. Mustafa Bey henüz bunu görmedi. İsmi ile bazı diyalogları daha mükemmele çevirmeye çalışıyorum. Hikâye çoktan bitti. Bu kitaba bile girebilirdi aslında. ‘Onunla Kim Evlenir’i bu delikanlı söylüyor. Nişanlıyken bir kız görüyor, kızla kavga falan ediyorlar. “Bununla Kim Evlenir?” diyor. Ve dönüyor dolaşıyor kader onları öyle evirip çeviriyor ki çocuk gerçek aşkı buluyor ve o kızla evleniyor.

Bu da gerçek bir hikâye mi?
Bu da gerçek bir hikâye: Bir tanıdığım bir gün telefonda bana; “Hak etmeyen insanlar hak etmediği hayatı yaşıyorlar” dedi. Onun kastettiği maddi bir şeydi. Yani hak eden insanlar maddi olarak daha az imkanlarda yaşıyorlar, hak etmeyen insanlar daha fazla imkanlarla yaşıyorlar şeklinde söylemişti. Bu hikâye oradan çıktı açıkçası.

Hikâyelerinde mesaj verme kaygın var mı?
Mesaj verme kaygısı olduğunda o hikâye olmaktan çıkıyor.

Böyle bir kaygı taşımıyorsun…
Hayır. Kendi ideolojimi vereyim, kendi dünya görüşümü vereyim gibi bir kaygım yok. Hatta mümkün olduğunca ondan kaçınmaya çalışıyorum. Bazen gayri ihtiyari öyle bir cümle yazdığımda, cümleleri peşi sıra yazıyorsunuz fakat o cümle ideolojik bir yere gidiyorsa siliyorum açıkçası. Her hikâyenin his paydasında buluşturduğu sürece başarılı olduğuna inanıyorum.

Şimdi mesela Sibel Eraslan’ın yazısını okudum, yine Haber 7’de bir tanıtım yazısı vardı kitabınla ilgili. Ortak bir kanısı var iki yazının: Mukadder Gemici’in öykülerini, hikâyelerini okuduğun zaman gerçek bir hikâyenin içinde hissediyorsun kendini ve kaptırıyorsun yani o olayları yaşıyorsun.” Bu üslubu nasıl edindin? Yani takip ettiğin yazarlar mı var? Bir kabiliyet mi bu?
 Çok okumakla ilgili… İyi yazmanın ilk şartı çok okumaktan geçiyor. Bir dalga veriliyor size siz bunu ne kadar işlerseniz, ne kadar güzel işlerseniz, ne kadar üzerinde durursanız o kadar maharetli oluyorsunuz. Benim bunları yazma serüvenim yeni başlamış değil. Ben aşağı yukarı liseyi bitirip üniversiteye başladığımdan, televizyonda çalışmaya başladığımdan beri sürekli bir yazma çabası içerisindeyim. Esasında ilk önce senaryo yazmakla başlamıştım. Biz burada aynı koridorları paylaşırken de hep yazıyordum. Geçen gün benim bu kitap çıktıktan sonra, ailem çok sağ olsun çok sevindi. Küçük kız kardeşim şunu hatırlamış; bundan 15 sene önce benim cebimden kâğıtlar çıkarıp yazdığını söyledi. Ben hatırlamıyorum o zaman dilimini ama hep yazıyordum.  Yani hep bir yazma gayreti, hep yazma çabası içerisindeydim.

Okuduğun yazarlar mı?
Okuduğum yazarlardır muhakkak. Çocukluğumdan itibaren etkilendiğim büyük yazarlar var. Mesela Ömer Seyfettin’in Başını Vermeyen Şehit hikâyesini okuduğumda kitabı kapatıp şöyle tavana baktığımı hatırlıyorum. Sait Faik’in bazı hikâyelerini okuduğumda böyle kala kaldığımı hatırlıyorum. Yabancı Gogol’un Paltosu vardı. O memurun paltosuna duyduğum o paltoyu giymeye olan hevesini, terziye gidiş gelişini çok net hatırlıyorum mesela. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini çok net hatırlıyorum. Mustafa Kutlu hayranlıkla baktığım birisiydi. Kitapları hiçbir zaman eksik olmadı benim kütüphanemde.

O zaman şunu anlıyorum senin cevabından; Sen hikâyeleri okurken de kafanda o insanları canlandırıyorsun, o atmosferi oluşturuyorsun. Yani okuyup kenara atmıyorsun. Sen bu dünyanın içine giriyorsun, okurken de o dünyanın içine giriyorsun.
Yok atmıyorum. Parasız Yatlı diye meşhur hikâyemiz vardı. Orada o küçük kızın annesi mesaide iken muşamba sevdiği masada yediği zeytinin boğazına dizilişini ben hatırlarım. Biraz tabi yazmakla iç içe olmanın getirdiği bir etkilenme de var. Yani okumayı seven ve yazan insan satırları daha farklı okur bu bir gerçek. O satırlardaki, o cümlelerdeki gücü daha yoğun hisseder. Cümle kurmanın zorluğunu bildiği için o etkilenme daha fazla olur. Mesela Tomris Uyar’ın bazı cümleleri vardır böyle gökdelen gibi inşa edilmiştir. O kadar heybetlidir ki o cümleler, çeviride çok uğraşmasının getirdiği bir kabiliyeti vardır. Onun o paragraf kadar uzun cümleye hem de anlaşılır olan o uzun cümleye hayran olursunuz.

Peki bu kitap serüveni nasıl başladı?
Ben yazıp yazıp çekmeceye atıyordum. Hikâyelerin büyük çoğkluğu daha önceki yıllarda yazılmış. Mesela  “Anormal Bir Durum Yok” 2006’da yazıldı. Mevsimi de 2007-2008’lerde yazıldı.

Hikayelerini Mustafa Kutlu’yla tanıştırma süreci nasıl oldu, ne tepki verdi?
Hikâyeleri okuyan çok küçük bir arkadaş gurubum vardı. Onlar bana ısrar ettiler, ya sen Mustafa Kutlu’yu tanıyorsun gönder hikâyelerini Dergah’a dediler. Dergah dergisini bilenler bilir kendi içerisinde ve edebiyat çevresinde ağırlığı olan bir dergi. Ben dergiye daha doğrusu Mustafa Bey’e hikâyeleri mail olarak gönderdim, sonra Mustafa Bey beni aradı ama benim o tanıdığı bildiği Mukadder olup olmadığımdan emin değildi. “Sen bizim Mukadder misin? Bunlar güzel hikâyeler Mukadder” dedi. Üç hikâye yollamıştım ilk olarak, okudu. Sonra Mustafa Bey benim böyle olaylardan etkilendikçe yazan mekanizmamı hızlandırdı. Yani dergide yayınlanmasının bende böyle bir etkisi oldu. Hani marifet iltifata tabidir kısmını orada bizzat yaşadım. Ben dergiye hikâye yollamaya devam ettim, Mustafa Bey de o anlamda bana böyle şeref tabelaları koydu.  Büyük katkısı oldu. Ama ben de her zaman yazdım, hiç boş durmadım. Yazdım, sildim, tekrar yazdım, yeniden kurdum, yeniden yazdım. Çok basit bir serüveni yok algılanmasını istemem. Çünkü gece uyanıp yazdığımı hatırlıyorum. Bu içten gelen bir şey kimseye sonradan takılabilecek, eklenebilecek bir şey değil. Ama istediğiniz kadar içten gelsin bunu emekle desteklemiyorsanız o yine yavan kalıyor açıkçası. Çalışmak gerekiyor.

İlk kitabı eline aldığında ne hissettin Mukadder?
Önce bir yabancılık hissi doğdu, benim mi diye. Hani bilgisayar ekranında ve dergi formatında görmenin dışında hikâyeleri, sayfayı çevirdikçe işte konuşmalara, mekân tasvirlerine baktıkça sonra sonra biraz içine girdim.

Enteresan bir duygudur herhalde…
Bir uzaklaşma hali oldu yani hikâyeler benim olmaktan çıktı. Hani denize atılan şişeler gibi mesajın gittiği kişiye ait olduğu hissediyorum ben.

Kitabın adını neden “Asla Pes Etme” olarak seçtin?
Kitabın ismi için birkaç alternatif daha vardı. Kitabın birinci hikâyesinde Asla Pes Etme ismini alan hikâyenin adı aslında “Ben Küskünüm feleğe’ idi. Ya bu olacaktı ya da son hikâye; “Ayrılık Kokusu”. Orada Mustafa Bey’in açık bir müdahalesi oldu dedi ki “hayır ‘ben küskünüm’ demeye olmaz, dirençli, kuvvetli, ayakta duran bir ismi olması lazım kitabın” dedi.  Kitapta ilk hikâyede geçen bir diyalog vardı “asla pes etme” diye. Bir hanımın küçük bir çocuğa söylediği, hayata söylenen bir öğüt var orada. Yuvada büyüyen çocuğa, görevlilerden bir tanesi “ağla ama asla pes etme “diyor. O zaman “Bunun adı Asla Pes Etme olacak” dedi. Kitabın ismi öyle oldu.

Peki Mustafa Kutlu’nun da farklı bir üslubu var. Aslında onun ki ile senin ki biraz benziyor. Neticede kalbinizi sızlatan hikâyeler ama içerisinde iyimserlikler var. Mustafa Kutlu ekolü ne demek?
Aslında iyimserlik diyerek bir parça özetlemiş oldun sen. Aslında iyimserlik değil de iyi bir dünya tasavvuru diyelim. Yani daha iyi bir dünya tasavvuru için kötüyü görmezden gelmiyor. Asla kötüyü görmezden gelmez. Kendinden emindir Mustafa Kutlu. Hiçbir ideolojiler konusunda vesaire konusunda hiçbir tereddüdü yoktur. Dergâh ekolu anlamında söyleyeyim. Bir şaşkınlığı hani böyle doğu batı anlamındaki fikirlerin karşı karşıya geldiğinde hiç tereddüdü yoktur ait olduğu yer konusunda. Kafası nettir. Hepimizin zaman zaman yaşarken modernizmin getirdiği kafa karışıklığı, kafamızın karışmasına sebep olan şeyler vardır orada bu yoktur. Çok berraktır çok nettir dünyaya bakışı ve algısı. Hikâyelerde çok duru anlatıyor.

Sen kadın yazarları da takip ediyor musun? Özellikle muhafazakar kadın yazarları…
Elimden geldiği kadar okumaya çalışıyorum. Sibel Eraslan’ın okumadığım bir kitabı var masamda o duruyor, onu okumaya gayret ediyorum. Ayşe Kara’nın “Lal” diye bir romanı çıktı, Fatma Karaday’ın yeni romanı çıktı. Ayşe Hanım’ın romanı daha önce çıkmıştı ama fırsatım olmadı açıkçası. Fatma Hanım’ın romanını merak ediyorum. Elimden geldiği kadar çünkü bir nevi işim de yani artık.

Hikâyede bir ayrım yapmak istemem ama erkek kalemi mi daha güzel öykü yazıyor yoksa kadın kalem mi? Böyle bir ayrım yapabiliyor musunuz?
Yok hiç öyle bakmıyorum açıkçası. Kadın kalem erkek kalem diye bakmak doğru değil bana kalırsa. Ben öyle bir ayrım olduğunu ben düşünmüyorum. Yani kadınlara ait bir konuyu bir erkek, erkeklere ait bir konuyu bir kadın ustalıkla kaleme alabilir.

Mesela yıllar önce Emine Şenlikoğlu’nun kitapları çok yankı yaptı, çok sattı. Günümüz kadın yazarları içinde ise popüler olan bir kadın muhafazakâr yazar yok. Bunu neye bağlıyorsun?
Yani o zamanın şartlarıyla şimdinin şartların çok aynı kategoride değerlendirmemek lazım. Bence o seksenli yıllar söz etiğimiz zaman dilimi. O zamanla şimdiki zaman arasında bence hem olaylara bakış farkı var hem de üslup farkı. Yazarlar anlamında bir üslup farkı var. Emine Hanım şimdi yeni bir kitabı çıksa aynı şeyi yakalayabilir mi bilmem. Dolayısıyla o zamanın şartlarıyla şimdiki zamanın şartlarında değerlendirmemek lazım. Mesela Sibel Hanım’ın kitapları güzel satıyor bildiğim kadarıyla, baskılarına bakıyorum 15 bin baskı yapıyor, bu az bir rakam değil.

Emine Şenlikoğlu o dönemler çok sattı, adeta bir patlama oldu, şimdi bu talep yok. Kadın yazarların artmasıyla alakası olabilir mi? Yoksa dediğin gibi sadece zamanla mı alakalı?
O zaman öyle bir boşluk vardı. Aslında boşluk da yoktu. Sadece bizim şöyle bir sorunumuz var;  mesela Ahmet Hamdi Tanpınar bana kalırsa bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi Türk romancısı. “Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü” başlı başına iki romandır. Biz Batı’da olup, özenilen büyük yazarlardan mahrum değiliz. Aslında var bizim iyi kalemlerimiz, geçmişte vardı. Hadi şuradan birini çevirelim de “Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nden bir sayfa okutalım. O dile, o Türkçeye, o cümle kurmaya vakıf olma noktasında bizim büyük bir dil sorunumuz var maalesef. Çok az bir çevre buna vakıf, bunun hakkını verebiliyor.

Bunu neye bağlıyorsun? Niye böyle bir şey olmuş?
Bu bizim ülkemizin direksiyon kırmasıyla ilgili, Cumhuriyetin kurulmasıyla eski yeni harften dolayı oluyor. Tamamen bununla ilgili bir şey. Yani bağ koparılıyor. Bu gün klasik müziğe öyküleniyor insanlar, klasik batı müziğinin çok güzel eserleri var geçen gün televizyonda birisi İstanbul’da hala opera ve bale seyredebileceği bir salonun olmayışından yakınıyordu mesela. Böyle insanlarımız da var bizim. Ama bizim klasik Türk müziği ile ilgili bağımız iki şeye indirgenmiş durumda biri ramazanda teravihlerde okuduğumuz salâvat, diğeri kurban bayramlarında getirdiğimiz tekbir. Yani Itri’nin meşhur tekbiri…  Kültür anlamında bir bıçakla kesilmiş bir şey var. Yani ne o tarafa ait olabiliyoruz ne bu tarafa ait olabiliyoruz. Çünkü bağımız kopmuş vaziyette. Bir Osmanlıca sorunumuz var. Bazı yazarlar dile getiriyorlar, “Osmanlıca mecburi ders olarak okutulsun” diye. Çünkü İngiltere’de bir öğrenci Şekspire’i okuyup zevk alabiliyorken bizim öğrencilerimiz bugün “failun failatun” vezinleriyle dalga geçebiliyor. Dil anlamında ciddi problemler bunlar, nesilden nesile, jenerasyondan jenerasyona artıyor maalesef. Çünkü Amerikan odaklı popüler kültür herkesi etkiliyor. Bundan artık Fransızlar da dert yanıyor İngilizler de dert yanıyor, Almanlar da. İngilizler mesela kendi dillerinin Amerikanlaşmasından yakınıyorlar. Artık kimse kendi kültürünü koruyamıyor, popüler kültür karşısında herkes bir kale kurmak zorunda hissediyor. Bizim gibi ülkeler için bu daha da zorlaşıyor.

Oysa o geçmişteki kültürümüzü o dilimizi o yaşamımızı devam ettirebilsek ondan beslensek aslında devam edecek. Biz geçmişimizi gericilik olarak görüyoruz.
Öyle algılanmış zamanında. Onun haricinde camilerimize “büyük camiler” diyoruz ama o camiyi büyük yapan şey onu mekan olarak metre kare olarak büyüklük değil. Bizim geleneksel mimarimize ait kodlar var, o insanların düşünce dünyasına ait kodlar var ve biz o kodları artık çözebilecek dile hakim değiliz. Çünkü bilmediğimiz bir şey sadece bakıyoruz, hayran oluyoruz.

İkinci kitaba hazırlığa başladın mı?
İkinci kitaba hazırlığa başladım.

Nedir kafandaki kitap?
İkinci kitapta yine farklı farlı hikâyeler var ama o hikâyeleri birbirine bağlayan bir zemin üzerinde ilerlesin istiyorum. Başarabilirsem.

Süper. Bunda da Mustafa Kutlu’nun parmağı var mı?
Yok bu benim fikrim. Mustafa Bey bunu duymadı bile hiç.

Peki danışır mısın Mustafa Kutlu’ya hep? Hep böyle bir diyalogun var mıdır?
Şöyle oluyor ben aklıma gelen fikri yazıyorum, hikâyeyi tamamlıyorum Mustafa Bey’e gönderiyorum. Mustafa Bey okuyor bazen dönüyor bazen dönmüyor. Dönüyorsa çok heyecanlanıyorsun. “Bu çok güzel olmuş Mukadder” diyor, bazen de müdahaleleri, yönlendirmeleri oluyor yani “böyle yapsan daha iyi olur böylesi daha güzel olur” şeklinde telefon konuşmalarımız oluyor uzun uzun, zaman zaman.

Özeniyor musun kendisine?
Evet. İnsan olarak çok özendiğim birisi Mustafa Bey.

Senin eşin de gazeteci. Onun yaptığı haberlerle bir diyalogunuz var mı, etkileniyor musunuz? Sana “böyle bir habere gittim” diyor mu, o da sana okuyor mu?
Okuyor. Öğretici olarak okuyor tam sana göre dediği cümleler oluyor. Bir keresinde arkadaşlarımızla işyerinde konuşuyoruz herkes tabii ev halini bir parça anlatıyor, evlerimize vakıf oluyoruz iş hayatını paylaştığımız ortamda, bana “sizin ev çok siyasi bir evdir” diyorlar. Biraz ortak bakabiliyoruz ekrana, gazeteye ya da olaylara zıt baktığımız alanlar da var.

Peki pas ettiği bir haber var mı bir öykü var mı sana? Ya da hikâyelerinin içinde eşinin anlattığı bir hikâye var mı?
Bir tanesinde var. O doğrudan eşimle ilgili. Şöyle “Dut Mevsimi” diye bir hikâye var. Eşimin memleketine ait bir hikâye… Boyabatlı kendisi. Babaannesinden aktardı; “Geçmişte şu tarafta dutluk vardı eskiden, orada Ermeni kızlar dut silkerdi.” Bir Ermeni nüfustan söz ediliyordu. Sonra kayınpederim bir gün seneler sonra karşılaştığı çocukluk arkadaşının, tanıdığı bildiği bir Ermeni arkadaşıyla kucaklaşmasını anlattı. “Dut Mevsimi” böyle çıktı. Eşimle doğrudan yaptığımız memleket ziyaretlerinden ortaya çıkmış bir hikâye.

Haber7.com