Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Etkinlikler
MEHMET BARLAS-SABAH Dün o kadar uzak geçmişte kaldı ki Eski bayramlarda ülke yöneticisi olmak ne kadar kolaydı… Bir avuç imtiyazlı dışında köylü köyünde, kentli kentinde oturur ve birbirleri ile...
EMOJİLE

MEHMET BARLAS-SABAH

Dün o kadar uzak geçmişte kaldı ki

Eski bayramlarda ülke yöneticisi olmak ne kadar kolaydı… Bir avuç imtiyazlı dışında köylü köyünde, kentli kentinde oturur ve birbirleri ile bayramlaşırlardı… Düşünün ki şimdi 18 milyon özel aracın ve 40 milyon THY yolcusunun bulunduğu bir ülkedeyiz.

Yoğun bir hareketlilik
Yarın başlayacak olan Kurban Bayramı arifesindeki haberlere baksanıza… Atatürk Havalimanı son dönemlerin en yoğun günlerini yaşamış. Tatile çıkan yolcular sebebiyle check-in ve pasaport bankolarında uzun kuyruklar oluşmuş. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerde yaşayanlar tatil için yola çıkmışlar. Otoyollarda da kilometrelerce trafik olduğu gözlenmiş…
Kısacası hayatımızın her alanında “Yeni Türkiye”nin ihtiyaçlarını kavrayan ve bunlara çözümler üreten siyasetçilere, yöneticilere ihtiyacımız var. Hâlâ “Köprüye hayır” diyen kafalara müzelerde bile yer yok… “Herkes yurt dışına çıkarsa dövizimiz kalmaz” düşüncesindekiler, bol sıfırlı TL’lerin sıfırları kadar değerliler siyasette.

Ölçüler bile değişti
Tabii ki eski ile yeni arasındaki farklar, rakamların ötesindeki boyutları da içeriyor. Eskiden “Kilogram”la, “Metre” ile, “Litre” ile belirlerdik ölçüleri… Şimdi “Byte”lar var, “Pixel”ler var. Ama herkes akıllı telefonların akıllanma hızına ayak uyduramıyor ki…
Dijital çağın iletişim araçlarında hâlâ analog söylemlerle sağa sola bulaşan akılsızlar az mı sanki? Eskiden insanlar yolda giderken, tuvalette ihtiyaçlarını giderirken, araç kullanırken, karşıdan karşıya geçerken susarlar, konuşmazlardı… Şimdi herkes her yerde, her zaman, elindeki cep telefonu kulağına yapışık ve birileriyle ya konuşarak ya da yazışarak yaşıyor.

Irk değil gen farkı
Orhan Veli “Vesikalı yar”ini anlatmak için onun “İki elin kanda olsa gel” diyen “Telgraf”ını şiirleştirirdi. Bugün artık “e-mail” var. Artık telgrafın tellerine kuşlar konmuyor.
Eskiden ırkçılar kafatasını ölçerlerdi. Şimdi “Genler”le araştırıyorlar insanların kökenlerini. Eskiden ABD başkanları beyaz olurdu… Ataları ya İrlanda’dan ya da İngiltere’den göç etmiş olurlardı. Şimdi ise siyah ABD Başkanı’nın babaannesi Kenya’dan, anneannesi Hawaii’den, üvey kardeşi Çin’den çıkıyor.

Kıymet bilmek
Eskiden “Neden hiçbir Türk Nobel alamıyor” diye sorgulardık kendimizi… Şimdi “Nobel alan bir Türk’e neden Türkiye’de yaşamayı zorlaştırdık” diye kendimizi sorguluyoruz. Ama Nobel’li tek Türk artık bu soruyu sormaz oldu. Yaşamını zorlaştıranlara sığındı.
Eskiden Türkiye’de sadece Türkler parti kurarlar ve onların partileri kapatılırdı. Şimdi Kürtler de parti kuruyor ve onların partileri kapatılmıyor. Ama onlara bu da yetmiyor ki, seçmenlerine değil Kandil’e dayanmayı yeğ tutuyorlar.

Yerini şaşıranlar
Eskiden “Toplu iğneyi bile ithal ediyoruz” diye dertlenirdik. Şimdi her şeyi üretebiliyoruz ve “Ya bunları ihraç edemezsek” diye dertleniyoruz. Eskiden sağcılar “Sağ”da, solcular “Sol”da dururlardı. Şimdi herkes Nasrettin Hoca oldu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HİLÂL KAPLAN-SABAH
İçimizdeki Tevfik Fikret’ler

Bir patlama… bir duman… ve bütün bir şenlik alayı,
Sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
Tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
Yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik…

*

Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
Kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
Arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.

*

Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
Bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın… ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

*

Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen alçak
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

***

21 Temmuz 1905. Sultan Abdülhamit, Cuma selamlığı sonrası arabasına doğru hareket ederken kendisine soru soran Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’yle konuştuğu için gecikmesi sebebiyle bombalı suikast girişiminden kurtuldu. Suikastı planlayan Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti kurmayı amaçlayan komitacılarla, Avrupa ve Rusya’daki anarşist ‘yoldaş’larıydı.
Yukarıdaki tüyler ürpertici methiye, eğrisiyle doğrusuyla Osmanlı’yı bir arada tutmakla kalmayıp bu atılım ve reformları da gerçekleştiren Sultan Abdülhamit’in canına kast eden bombacıya ve onun Abdülhamit’i değil ama 26 kişiyi öldüren bombasına düzülmüştü. Peki bombacıya ‘kurtarıcı, şanlı avcı’ diyen kimdi? O dönem Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği yapan bir ‘Türk aydını’ olan Tevfik Fikret…
Osmanlı’yı bu gayri millî aydınlar ve onların silahlı yoldaşları felakete sürükledi. 33 yıl imparatorluğu yöneten Abdülhamit’ten iktidarı zorla aldıklarında sınırlarımız Yemen’den Adriyatik’e kadar uzanıyordu. Birkaç yıl sonrasındaysa nerdeyse bugün yaşadığımız sınırlara geriletilmiştik…
Cumhurbaşkanı’nın ‘milli’likten bahsetmesi boşuna değil. Sadece üç yıl içinde, birbirini Ergenekoncu-Fetocu diye suçlayanlar kardeş, “Kürtleri Kürtler yönetir” diyenlerle “Türkiye Türklerindir” diyenler müttefik olduysa ve hepsi bir ağızdan devlete karşı PKK’yı savunur hale geldiyse, PKK’ya terörist demeyip askere ‘Saray’ın askeri’ diyebiliyorlarsa, milyonların zihinlerini beraberce işgal etmeyi başarmışlar demektir.
Sedat Ergin ile Ali Bulaç’ı “NATO, Türkiye’ye müdahale etmeli” noktasında buluşturan zihniyet Tevfik Fikret’in gayrimeşru mirasıdır. Mevzu bu gidişatı zamanında fark etmek ve ulusalcı, seküler, milliyetçi, İslâmcı, Alevi, Sünni demeden fiziksel işgale zemin hazırlayan bu zihniyet işgaline dur demektir. Türkiye’ye Washington’dan, Tel Aviv’den, Berlin’den, Pensilvanya’dan veya Kandil’den istikamet verilmesine karşı çıkan hangi görüşten, dinden, mezhepten olursa olsun millî ve yerlidir. Türkiye’nin sadece ve sadece Ankara’dan yönetilmesini savunanlar millîdir. Ki zaten “Millî Mücadele” de bunun için verilmiştir.
Unutmayalım, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diyen İstiklâl şairimiz bile bir dönem “Ah o Yıldız’daki Baykuş ölüvermezse eğer” veya “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e” yazmış ve iş işten geçtikten sonra “Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş / semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

Bırak Beştepe’yi… Pensilvanya’ya bak!

Bu gözler, Erdoğan’ı fazla “partizan” ve “tarafgir” bulan bilim adamlarının, “İşte tarafsız Cumhurbaşkanı” diyerek, İsmet Paşa’yı pazarladığını da gördü. 

Bakın ne olmuş?

CHP’nin bilmem kaçıncı kurultayından sonra Paşa bir tercihte bulunmuş, bundan sonra CHP’nin içişleriyle ilgilenmeme kararı almış…

Hakikaten ilgilenmemiş mi?

Bilim adamı arkadaşımız, otursun, önce, “anayasacılık” konusunda yazdığı makalelere (kendi makalelerine) baksın. CHP’nin kurumsal olarak, cari anayasa (ve sistem) karşısındaki pozisyonu ona bazı ipuçları sunacaktır…

Ya da hatırat okusun.

İsmet Paşa’nın, CHP yönetiminin belirlenmesinden hükümetin teşekkülüne, neredeyse bütün süreçlerin içinde “tek belirleyici” olarak yer aldığını o dönemin aktörleri anlatıyor.

Bilim adamı, makalesini, belli ki, Erdoğan’ın AK Parti kongresine müdahale ettiği spekülasyonları üzerine kaleme almış. İsmet Paşa’nın kimi “kararlarını” zikrederek bugüne (Erdoğan’ın bugününe) göndermeler yapıyor.

Bu “kararlar” ne tür kararlar, bilemiyoruz.

Paşa galiba bir yerde “hükümetin işlerine karışamam ki?” diye bir laf etmiş. (Yük saydığı için böyle demiştir. “Beni meşgul etmeyin” demeye getirmiştir.)

Bu lafların aynını ve benzerini Mustafa Kemal Paşa da çok ediyordu. Hükümetin işlerine (görünüşte) karışmıyordu ama “Bu İktisat Vekili ne yapmaya çalışıyor böyle?” diye sofrada Başbakan azarlıyordu. (İlginçtir, azarlanan Başbakan sonradan Cumhurbaşkanı olacak, “Bu Recep Bey de çok ileri gidiyor” diye şekvada bulunacaktır. Sonra da gereğini yapacaktır. Recep Bey’i azledecek, daha rahat çalışacağını düşündüğü bir başka Bey’i hükümeti kurmakla görevlendirecektir. Bilim adamı arkadaşımız hâlâ CHP’nin bilmem kaçıncı kurultayındaki “kararlar”dan söz ediyor.)

Pensilvanya’sever bir arkadaşımız da, yine Erdoğan’ın müdahaleciliğine gönderme yaparak, “Yüce Atatürk’ümüzün tarafsızlığı ve yüceliği” diyordu.

Efendim, yüce Atatürk, CHP’den geldiği halde (CHP’liliği bilindiği halde), Fethi Bey’i parti kurmakla görevlendirmiş; kendisine rakip olabilecek bir siyaseti kendi elleriyle örgütlemiş. Serbest Fırka böyle doğmuş.

Doğmuş da ne olmuş?

Hayır, partiye yönelik CHP tazyikinden söz etmiyorum. Bu tazyik Serbest Fırka’yı kapattıracak, CHP’ye rakip olacak bir siyaseti örgütlemekle görevlendirilen Fethi Bey, “Lanet olsun böyle işe” deyip işin içinden çıkacaktır ama asıl kırılma Fethi Bey’le Mustafa Kemal arasında yaşanacaktır.

Bu “kırılma”nın ne olduğunu ben yazmayayım… Açıp, Fethi Bey’in anılarını okusunlar.

İşin ilginç tarafı şu:

Erdoğan’ı fazla partizan ve tarafgir bulan arkadaşımız, Mustafa Kemal’in, “Bakın Fethi Bey… Ben CHP’liyim. Cumhurbaşkanlığı görevim bitince CHP’nin başında olacağım. Benden tarafsız olmamı beklemeyin” sözlerinde bir problem görmüyor. Problem görmediği gibi, bu durumu “Yüce Atatürk’ümüzün tarafsızlığı ve yüceliği” olarak değerlendiriyor.

Efendim, Erdoğan da her şeye müdahale ediyor. Hiç siyasetler üstü Cumhurbaşkanı gibi davranmıyor.

Kenan Evren çok siyasetler üstüydü, öyle ya… Yüzlerce insanı siyasetten men ederek tarafsızlığını perçinlemişti.

Bir veto makinesi gibi çalışan Ahmet Necdet Sezer de siyasetler üstüydü.

Dizini dövmek zorunda kalan Demirel de siyasetler üstüydü.

Kızını (Çiller’i) dövemediği için dizini dövmüş, Bülent Ecevit gibi kavrayışı ve yeteneği sınırlı bir siyasetçinin Başbakanlığına tamah etmişti. Ekonominin de canına okumuştu.

Bırakın Erdoğan’ın müdahaleciliğini de, Pensilvanya’nın müdahaleciliğine bakın siz.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET TAŞGETİREN-STAR
Tek başına iktidar nasıl çıkacak?

Seçime 40 günden daha az zaman var.

Belli ki 7 Haziran tek başına hükümet çıkartamadığı gibi, koalisyon hükümeti de çıkaramadı. Bu durumda 1 Kasım seçimlerinin ana arayışı tek başına bir hükümet çıkarmak.

Ben “Vatandaş koalisyon istedi”  tarzındaki değerlendirmeleri çok geçerli görmüyorum. Çünkü 54 milyon seçmenin oturup da “Haydi hükümetin tek başına veya koalisyon olmasını sağlayalım” gibi bir ortak karar çıkarması söz konusu değil. Her seçmen sandığa giderken “Ben şu partinin ülkeyi yönetmesini istiyorum” diye düşünür. Hatta sandığa giden seçmenin kararında “Ben şunları da ülke yönetimine layk görmüyorum” yaklaşımı vardır.

Peki 7 Haziran’da olan ne?

Olan, herhangi bir partiyi tek başına iktidara getirecek bir halk topluluğunun bulunmadığı gerçeğidir. Halk iradesi dağılmıştır. 

Evet, 1 kasım, halkın yeniden bir partiyi tek başına iktidar yapacak kadar yoğunlaşma ihtimali üzerine yapılacaktır.

Üç partinin, CHP, MHP ve HDP’nin tek başına iktidar ihtimalinin sıfıra yakın olduğu hemen herkes tarafından biliniyor.

Tek başına iktidara en yakın parti Ak Parti’dir.

Sadece bu ihtimal bile Ak Parti için bir motivasyon değeri taşıyabilir. Tıpkı barajı aşma meselesinin HDP etrafında bir motivasyon sağlaması gibi.

Seçime 40 günden daha az zaman var ve henüz hiçbir kamuoyu araştırması Ak Parti’yi yüksek bir sıçrama yapmış göstermiyor.

Şu ana kadar ulaşılan en yüksek sonuç Ak Parti’nin yüzde 43-44 oy bandında bulunduğudur. Onun milletvekili karşılığı ise, oy yükselen illerin dağılımına göre 276’nın alt – üst kıyılarıdır.  Yani adeta burun farkı ile sonuç alınacak gibi görünüyor.

Hatta öyle ki diğer partiler de kıyıdaki rakamlarla milletvekilini kaybetmemek veya kazanabilmek için illere has özel çalışmalar yapmaktadırlar.

Ak Parti’nin son aday yapılanmasının pozitif algılar oluşturduğu açıktır.

Bunda Ak Parti’nin ilk iktidarından bu yana iyi performans sergilemiş isimlerin devreye sokulmasının etkisi gözardı edilemez.

Burada ana motifin de “Güven” olduğunu tahmin ediyorum.

Ama üzerinde düşünülmesi gereken bir soru var kanatindeyim:

-Ak Parti en çok hangi toplum alanlarında kayba uğradı? Son aday düzenlemeleri bu alanlardaki kayıpları telafi edecek bir nitelik arzediyor mu?

Belki soru şöyle de sorulabilir:

-Ak Parti yüzde 49’larda oy almış bir partidir, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ak Parti ile ilgisi dikkate alındığında bu oy potansiyelinin yüzde 52’lerde olduğu söylenebilir.  Peki gidenler neden henüz toparlanamamıştır?

Bunun sebebi, acaba şu alanlardaki problemlerin henüz giderilememiş olması mıdır?

-Gençlik alanı ile iliteşimde problem var. Ki bu, milyonlarca genç insanın hem bugün hem uzun -yarınlarda bir siyasi hareketin geleceği için hayati bir tıkanma anlamına geliyor.

-Kürtlerin duygu dünyasında aidiyet hissini de etkileyen kırılmalar var.

-Dar gelirlilerle Ak Parti’nin etrafında zenginleşenler konusu Ak Parti ile dava birlikteliği içindeki çevrelerde duygu yıpranmasına yol açıyor. Bu da onların pozitif katkılarını zaafa uğratıyor.

-Bir de kamuoyuna Ak Parti ile ilgili pozitif haber akışında ciddi inkıtalar bulunuyor. Eleştiri, eleştiri, eleştiri… Bu eleştiri birikimini telafi etmeden yerine pozitif algılar yerleştirmek mümkün görünmüyor.

Bu durumda, mesela gençlik alanında yeni iletişim zemini oluşturmak için bir hamle gerekiyor.

Kürtlerin duygu dünyasının iyileşmesi için özel çabaya ihtiyaç var.

Dar gelirlilerin hayatını iyileştirmek için “yeni” bir seferberlik yapıldığı kanaatini oluşturmak lazım.

Kamuoyuna daha çok pozitif haber akmasını sağlamak lazım.

 

BERİL DEDEOĞLUS-STAR

Suriye’de rejim güçleri, muhalif olarak gördüğü her kesime yeniden bombalar gönderiyor, El Nusra ilerlemeye devam ediyor, Fetih cephesi Nusayri köylerine saldırıyor, IŞİD Kürt bölgelerini ele geçirmeye çabalıyor, PYD IŞİD’le mücadele ediyor ve bu arada Türkiye’de eğitilen muhalifler de savaşa dahil oluyor.

Bu karmaşık ve çapraz çatışma halleri, esasen katiyen yan yana gelmesi mümkün olmayan grupları fiilen işbirliğine sokuyor; işbirliği içinde olması beklenen gruplar birbirleriyle mücadele ediyor.

Hatırlatalım, Suriye’de paylaşım mücadelesi açısından İran, Irak, Libya gibi Suriyelilere sunulabilecek büyük “değerler” bulunmuyor; bu ülkenin durumu daha çok Yemen’e benziyor. Yani değeri stratejik öneminden geliyor. Dolayısıyla söz konusu iç savaşı kim kazanırsa kazansın esasen bunun kendilerine ait bir kazanımı olmayacağı açık. Buradaki kilit sorun, söz konusu iç savaşın bir vekalet savaşı olmasıyla ilgili. Daha açık ifade etmek gerekirse, İran-Irak- Suriye hattında hangi güçlerin stratejik anlamda etkili olacağıyla ilgili bir mesele var.

Devreye girenler

Basite indirgenirse, ABD ile Rusya arasında zımni bir anlaşma vardı denebilir. Rusya, doğal gaz hattı denen Avrasya coğrafyasının kuzeyine, ABD ise petrol hattı denen güneyine ağırlık koyacaktı. Bu düzenekte İran, Türkiye, İsrail ve Mısır dengenin dengeleyicileri olacak, Avrupa ülkeleri ABD’den yana pozisyon alırlarken Rusya’da tüm Orta Asya’yı denetleyecekti.

Ancak bazı Avrupa ülkeleri bu oyunu beğenmedi ve Ukrayna’da yaşananlarla söz konusu zımni anlaşmanın zemini kaydı. Bunun üzerine ABD İran’ı kazanma yoluna yöneldi, Rusya ise İsrail-Kıbrıs hattını kullanarak Akdeniz’e adım attı. Mısır’daki rejim ile İsrail dengenin dengeleyicisi olma rollerini üstlenemeyecek kadar “taraf” oldular. Bu arada Yemen’di, Libya’ydı derken Bazı Avrupa ülkeleri hem “kuzey” hem de “güney” hattında sızabilecekleri koridor derdine düştüler. Bu arayış, ABD politikalarını izleyerek Rusya’nın bir tür “öteki” haline gelmesi projesini reddetmek anlamına geliyordu. Yani bazı Avrupa ülkeleri, ABD-Avrupa ittifakı yerine ABD ile Rusya arasında üçüncü güç olma arzusundaydılar.

Bugün, anlaşıldığı kadarıyla, ABD ve Rusya ilk oyunu yeniden kurmaya karar verdiler.

Devreden çıkanlar

Rusya, açıkça Esad rejimine destek veriyor; ABD’de yine gayet açık biçimde bazı muhalif güçleri destekliyor. İlk bakışta bu iki güç karşı karşıya geliyor gibi gözükebilir. Ancak, durum öyle değil gibi.

Rusya, yeni Suriye tasarımında hala masaya oturacak olanın Esad rejimi olmasını tercih ediyor; şimdilik ABD’nin de bir itirazı yok. Peki masanın öteki tarafında kim olacak? Masanın bir tarafında Esad rejiminin olabilmesi için, önce onun elinin kuvvetli olması gerekiyor; Rusya onu yapıyor. ABD ise, masanın öteki tarafında oturabilecek “diğer”i hazırlıyor. Bu diğerin içinde biraz Kürtler, biraz ÖSO, biraz Türkmenler, biraz Ezdiler olacak mı, onu bilemiyoruz. Bildiğimiz, bu denklemde IŞİD, ya da benzeri radikal hiç bir kuruluşun yerinin olmayacağı.

Dolayısıyla yatırımını radikal örgütlere yapmış devletlerin de, saha dışına çıkarılmaları söz konusu. Kısacası ABD ve Rusya, Suriye konusunu doğrudan devralmış vaziyetteler.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EMİN PAZARCI-AKŞAM

Sömürmüşler semirmişler

Milletin ve devletin sırtına kene gibi yapışmışlar. Tüyü bitmemiş yetimin hakkına kadar sömürmüşler; sömürdükçe de semirmişler. 

Haram ve aldatma üzerine kurulu koca bir imparatorluk oluşturmuşlar. Üstelik, bunu yaparken harama bile hile karıştırmışlar. 
Sinsi bir yapıları var… 
Yalan üzerine kurulu bir de dünyaları! 
Herkese “haram” olanı kendilerine “helal” görmüşler. Bir yandan din adına ahkâm keserken, diğer taraftan yemişler, yemişler, yemişler… 
Bu milletin yer üstü ve yer altındaki zenginliklerini bile sömürmüşler. Tehdit, şantaj, hile ve akla hayale gelmeyecek her türlü oyunu sergileyip başkalarını kaçırmışlar. Onlardan kalanın üzerine de sırtlan misali kendileri oturmuşlar. 
Şimdi hepsi bir bir ortaya çıkıyor… Yakalanan da benzer yol ve metotları kullanarak soluğu yurt dışında alıyor… 
İlginçtir, hepsi aynı tornadan çıkmış gibi. Tamamı benzer imalat hataları ile dolu. Yavuz hırsız misali suçüstü yakalansalar bile sonuç değişmiyor. Adeta suç işleme imtiyazları varmış gibi bağırıp çağırmaya, sövüp saymaya devam ediyorlar. 
Bunlar garip tipler ordusu! 
* * *
Münafık bunlar! Üstelik kelimenin ifade ettiği bütün anlamları bünyelerinde toplamışlar. Söyledikleri başka, yaptıkları farklı… 
İsrail’in devlet otoritesine saygı gösterilmesi gerektiğini söylerken, Türkiye’deki devlet otoritesini tanımıyorlar. Çünkü, kendilerini devletin de üzerinde görüyorlar. 
Ülke ve millet düşmanı bunlar. Aynı zamanda da batının taşeron ve uşağı. İşte bu yüzden sıkıştıkları zaman o tarafa doğru koşuyorlar. Oraya sığınıp, yaşadıkları, ekmeğini yedikleri ülkeyi yerden yere vuruyorlar. 
Rant üzerine kurulu eğitim kurumları ve üniversiteler oluşturmuşlar. Şirketler kurup, milletin kaynaklarına yönelmişler. Sülük gibi emmişler. 
Devletin içine sızmışlar, ülke kaynaklarını kendi kirli yapılarına pompalamışlar. “Hak, hukuk, adalet” nutukları atarken, her türlü değeri ayaklarının altına almışlar. 
İllüzyonlar yapıp “himmet” adı altında vatandaşın cebine el atmışlar. Topladıkları paraların nereye gittiği ise belli değil. 
Örümcek misali ağlar örüp av 
kovalamışlar… 
Kene misali kan emmişler. 
Yeni iştigal alanları ise terör destekçiliği. Artık sinsice kan emmeyi bıraktılar. Açıktan kan dökenlere destek veriyorlar. 
* * *
Mahallelerin arsız çocukları olur hani… 
Yapar, eder, her türlü rezilliği sergiler, sonra da milletin karşısına geçip çemkirir; dayak yese bile sırıtarak bağırır: 
-Acımadı ki, acımadı ki… 
Bunlar da öyle! 
Söylemleri ile eylemleri taban tabana zıt. Adam her gün “din, iman, ahlak” nutukları atıyor, millete telkin veriyor. Denetimindeki medya organlarında yazıp-çizen ve konuşanlar ise dini değerlerle alay ediyor. Gazetelerindeki köşelere oturttukları son transferleri ise genellikle “din afyondur” düşüncesine sahip eski Marksist kalemler. 
Marksist, terörist, ateist, sosyalist, faşist hiç fark etmiyor. Kimi bulurlarsa topluyorlar. Kendilerine kim destek verecekse sarılıyorlar. 
Yeter ki kurdukları yapıya destek versin. Yeter ki aldıkları savaş düzeninde kendileri ile birlikte saf tutsun. 
* * *                
Batıyorlar, büyük çatırtılar çıkararak çöküyorlar… 
Ama güzellikleri yıktılar. Bu ülke insanının inandığı değerlere çok büyük zararlar verdiler. Artık pek çok kişi “cemaat” denince durup düşünüyor! Hayatını hayır işlerine adayanlar bile “himmetten” bahsedilince kendisine “acaba” sorusunu soruyor. 
PKK nasıl bu ülkenin insanının içine “düşmanlık tohumları” ekip şimdi biçmeye çalışıyorsa, bunlar da güvensizlik fitnesini soktular. 
İslam adına İslam’a en büyük darbeyi vurdular. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

Sina’dan Kudüs kaç kilometre

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bazı olaylar bize sadece bilgi olsun diye anlatılmıyor.. Anlatılan olayların bizim hayatımızda bir karşılığının olması, bize bir sorumluluk yüklemesi gerekir..

Siz bugün Kahire’den kalkacaksınız, Sina’ya aynı gün varabilirsiniz. Yine dilerseniz aynı gün oradan da Kudüs’e gidebilirsiniz.. Kahire’den Sina’ya 400 kilometre, Sina’dan Kudüs’e 350 kilometre.

Bir insan günde ortalama 25-30 km yürür.. Hadi çocuklar var diyeceğim ama kaçıyorlar.. 30 kilometre deseniz 400 kilometreyi iki haftada gitmeleri gerek..

Bir rivayete göre Hz. Musa Mısır’dan çıktıktan üç ay sonra Sina’ya varmış. Demek ki, günde ancak 5 km yol almışlar.. Muhtemelen denizi geçtikten sonra toparlanma, sayım ve arkadan gelenlerin beklenmesi, herkesin yakınını bulması için ciddi bir zamana ihtiyaç olsa gerek..

Önce durup dururken niye bu konu. Hemen söyleyeyim, Kurban Bayramı’nın arefesindeyiz..

Hz. Adem’in çocukları arasındaki ilk kavga, ilk cinayet biliyorsunuz kurban üzerinden yaşanmıştı. Habil-Kabil kavgasından söz ediyorum.. Kefaret olarak ve şükran için, bağışlanma için kurban kesmeleri gerekiyordu.. İslam tarihi açısından bir diğer çok önemli olay, Hz. İbrahim’in oğlu Hz.İsmail’nin kurban edilmesi hadisesi.. Ve Peygamberimize kurban kesme emri..

Arada bir kurban olayı daha var. Hz. Musa şükran olarak kurban kesmelerini emrettiğinde onlar hemen emre uymak yerine sordukça sordular, Haşa Allah’ın kendilerinden kendisi için bir talepleri olduğunu düşündüler ve ona kendi akıllarınca değerli bir sunumda bulunmak istediler. Bir yetimin buzağısı yerine altından bir buzağı yapıp, O’na takdim etmeye kalktılar ve lanetlendiler.. 

Hz. Musa döneminde İsrailoğullarının ilk lanetleri budur..

Bugün ilk kıblemiz, Siyonist bir saldırı altındadır, yine lanetli bir iş yapmaktadır, aynı kavmin çocuklarının söz dinlemeyen, atalarının ahidlerine vefa göstermeyenleri..

Hz. Musa’nın Mısır’dan Kudüs’e yolculuğunun bizim için çok önemli dersler ihtiva ettiğini düşünüyorum.

İşte böyle, eğer Allah yolunuzu açacak olursa denizi geçer, çölü aşar 450 kilometreyi 90 günde gidersin, eğer işlerinizi sarp dağlara saptıracak olursa aslında günde 25 km’den hesaplarsanız iki haftalık yolu 40 yılda aşarsınız.. Hadi Mısır’dan geldikleri gibi gitsinler, 2 ayda varmanız gerek Kudüs’e.. Gel gör ki, 40 yılda aştılar o yolu..

Hz. Musa’nın 120 yıl yaşadığı rivayet edilir.. Mısır’dan çıktığında 80 yaşlarında olmalı.. Ama bir rivayete göre 45 yaşlarında idi. 20-25 yaşlarında ayrılmış olsa Mısır’dan, 10 yıl da Urfa Şuayb köyünde kaldığı rivayet edilir.. 40-45 yıl da Mısır’a döndükten sonra kalmış demektir.. Ama bu rakamlara tam itibar edilemez.. M.Ö 1400-1500 yılları arasında bir tarih genel kabul gören tarihtir.. Hz. Harun’un ise M.Ö 1574-1491 yılları arasında yaşadığı kabul edilir.. Bu iddia doğru ise onun 83 yıl yaşadığı, Tih yoluna çıkıldığında daha bu yolculuğun başlangıcında vefat ettiğini kabul etmek gerekir.. 

Hz. Musa çileli hayatın ardından Kudüs’ü göremeden vefat etti.. Sina’da 1, Tih çölünde 39 yıl..

İsrailoğulları 94 yıl Mısır’a göç etmişler, çevreye yayılmışlar. İtibarlı bir dönemleri olmuş. Sonra esaret günleri gelmiş. 116 yıl sürmüş esaretleri, toplam 210 yıl. Hz. Musa ile yolculukları ise O’nun doğumundan itibaren 120 yıl sürmüş.. Kardeşi Harun, kendinden genç olmakla birlikte O’nu Kudüs yolunda kaybetmiş.. 

İsrailoğullarının iki haftalık yolu 40 yılda aşmalarının sebebi bu göç esnasında sık sık isyan etmeleri idi. Allah ileri doğru olan istikametlerini bazan doğuya, bazan batıya çevirdi ve doğu ile batı arasında gidip geldiler.. Mısır’dan çıkan ilk nesil çölde ömür tüketti.. Mısır’dan çıkan ilk nesilden sadece, Yefunne oğlu Kaleb ile Nun oğlu Yeşu gibi birkaç kişi vaad edilen, çevresi bereketli kılınan Kudüs’e ulaşabildi. Dikkat ederseniz o zorlu yolculukta Hz. Harun da var. İyiler, kötülerin kötülükleri sebebi ile o çileye katlanmak zorunda kaldılar. Burada, “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allahım” mealindeki ayeti hatırlamamız gerek.. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız