İslam ve Sivil Toplum Kuruluşları

Etkinlikler
İslam dünyasının 15’e yakın ülkesinden gelen gençler Fas’ın başkenti Rabat’ta bir araya geldi. Birbirleriyle tecrübe ve birikimlerini paylaşan gençler gelecekteki hedeflerini ortaya ...
EMOJİLE

İslam dünyasının 15’e yakın ülkesinden gelen gençler Fas’ın başkenti Rabat’ta bir araya geldi. Birbirleriyle tecrübe ve birikimlerini paylaşan gençler gelecekteki hedeflerini ortaya koydu. Türkiye’nin en eski kuruluşlarından biri olan İlim Yayma Vakfı adına katılan Furkan Şenay’ın hazırladığı sunum ise beğeniyle karşılandı. İşte Şenay’ın genlerle paylaştığı o sunum…

İslam ve Sivil Toplum Kuruluşları: Ulusal realiteler ve ulus ötesi yaklaşımlar

Türkiye’de yaşanan modernizasyon ve sekülerizasyon sürecine rağmen İslam dininin Türk toplumunda çok etkili bir role sahip olduğu noktasıyla başlamak istiyorum. Bu noktada müslüman gençliğinin ve sivil toplum kuruluşlarının, diğer bir deyişle NGO’ların (Non-Governmental organizations) günümüz dünyasında önemli bir yeri vardır ve olmalıdır da. Bu organizasyonları ‘inanç temelli organizasyonlar’ olarak da adlandırabiliriz. ‘İnanç temelli organizasyonlar’ genelde bizzat dini organizasyon değil ama refah hizmetleri (Deniz Feneri) içeren ya da sosyo-politik ajandayla çalışan (ÖZGÜRDER, MAZLUMDER, ÖNDER) dini organizasyonlardır. NGO’lar bazen teorik tartışmaları ve eylemci yapıları içerecek şekilde ikili karakter gösterebilirler. Ancak bizim konumuz daha çok gençlik ve sivil toplumun günümüzde nelerle muhatap olduğunu ve olması gerektiğini kapsıyor.

Öncelikle Türkiye’de sivil toplumun geçmişten bugüne nasıl evrildiğine bakmalıyız. Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Vakıf’ olarak adlandırdığımız kurumların etkili ve önemli rolleri vardı. Bazı vakıflar genç kuşakları kaliteli eğitim ile yetiştiriyorlardı. Bu vakıflarda yetişen gençler doğu ve batı ilimlerini karşılaştırmalı öğenme şansı buluyorlardı. Mesela Farabi okuyan bir genç bu sayede Aristo’nun felsefesini de öğrenme şansını yakalıyordu. İslami anlayışlı bir gelişme süreci yaşanıyordu. Bu yüzden dini değerlerini daha iyi öğrenen ve kendi değerlerine daha bağlı kuşaklar yetişiyordu. Bu değerler gençlerin daha disiplinli çalşmasını ve daha güçlü bir ‘dava’ yürütmesini sağlıyordu. Bu tarz kurumlar Türkiye’de varlığını halen sürdürmektedir ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde gerçekleştirilen siyasal reformlarla bozulmaya başlamış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 30-40 senesinde vakıf sistemi çökmüştür. 1950’de İlim Yayma Vakfı’nın kuruluşu önemli bir adım olmuştur. Yaşanan sürecin ardından neden bugün aramızdan geçmişte olduğu gibi büyük düşünürler, filozoflar ya da şairler çıkmadığı sorusu çok önemli bir sorudur. Neden Müslümanlar dünyanın farklı coğrafyalarında zor ya da aciz durumdalar? Belki de bugün içinde bulunduğumuz sistem bu kuşakları yetiştirmek için yeterli değil.

STK’ların iki ülke arasında sosyal pozisyonlarına göre geliştirdikleri ilişkiler geleneksel, kültürel ve dini değerlerin yanı sıra ekonomik teşebbüsleri de içeriyor. (Mesela Diyanet Vakfı organizasyonları-Avrupa’da ve Türkiye’de var olan en büyük kapasiteye sahip network- aynı zamanda Nur ve Milli Görüş hareketleri). Türkiye’de ve birçok ülkede İslam bir eşitlik anlayışı getirmekte ve dayanışma sağlamaktadır. Ünlü Müslüman düşünür Farabi’nin dediği gibi hayatta mutluluğa tek başımıza erişemeyiz. Farabi’nin felsefesinde var olan birlikte yaşamak (living together) düşüncesi mutluluğa açılan kapının anahtarı diyebiliriz. Farabi’nin bu konseptinin arkasındaki fikirler İslami değerlerden geliyor. Ancak İslam açıkça batı toplumlarında özgürlük ve eşitliği kısıtlayan bir olgu olarak algılanıyor.  STK’lar bu yanlış imajı düzeltmek üzere sorumluluk almalıdır. Sivil inisiyatifin etkili olması demokratik kültürün oturması açısından da önem arz ediyor. Belki de başka coğrafyalardan önce Müslüman toplumlardan oluşan ülkelerde daha iyi açıklanmalıdır. Çünkü dini ve kültürel değerlerden uzak duran insanlarda ve özelikle gençlerle açıkça bir dejenerasyon söz konusu. İslam dünyasının kendi özeleştirisini sıklıkla vermesi gerektiğinin farkında olmalıyız.

Şimdi biraz NGO’ların dünyada nasıl etkili bir role sahip olduklarından bahsetmek istiyorum. Küreselleşme 19. ve 20. Yüzyıllarda beklenmedik bir şekilde artış göstermiş ve bugün yeryüzü güçlü devletlerin dünya düzenini kurduğu bir yer halini almıştır. Batılı devletlerin ve ABD gibi güçlü devletlerin dünyada demokrasiyi kendi amaçları doğrultusunda arzu ettikleri biçimde yayma çabasını biliyoruz. Bununla bağlantılı olarak STK’lar donanımlı, bilgili gençler yetiştirmek zorundalar. Türkiye’de STK’ların siyasi rolünün etik rollerinden daha ön planda olduğunu görüyoruz. Oysa geleceğimizi kurtarmak için etik, ahlaki rol en az siyasi rol kadar önemli olmalıdır. Çünkü Batı İttifakında yer almayan devletler ve özellikle İslam dünyası bir hegemonya tehdidi altındadır. Bu hegemonya Sovyet Rusya’nın çöküşünden sonra daha kuvvetli bir hal almıştır. Soğuk Savaş döneminden sonra NATO karşısına İslam dünyasını almıştı ve bunun elbette ki farklı coğrafyalarda sosyolojik sonuçları oldu. Ali Bulaç bunun iki tehlikeye yol açtığından söz eder.
Medeniyetlerin ve dinlerin (Hıristiyanlık ve İslam) iyice ayrışarak bir düşmanlık yaratmasına, bir diğeri ise ılımlı gurupların radikalleşmesine ve radikal gurupların eylemlerinin artmasına sebep olabileceğini belirtir. Bu nedenle STK’lar sorumluluk almalıdırlar ve dinlerarası, külterlerarası diyaloga da önem vermelidirler.
Küreselleşme sürecini kendi faydamıza olacak şekilde kullanmanın yollarını bulmalıyız. STK’lara önemli görevler düşüyor. Güçlü karakter ve donanıma sahip bir gençlik yetiştirmek çok önemli bir görevdir. Müslüman dünyasında büyük bir potansiyel, bir kapasite var olduğunu biliyoruz. Bugün Türkiye ile birçok ülkenin yaptığı önemli anlaşmaları da görüyoruz. Peki, bu neden STK’lar düzeyinde de olmasın? Maalesef sahip olduğumuz kapasiteyi yeterince kullanamadığımızı söyleyebilirim. Yeni yeni önemli adımlar atılmaya başlandı, bu da ümit vericidir. Bugün donanımlı bir gençlik ile dünyadaki adaletsizliklere karşı bir duruş sergilenmelidir.

İsrail’in Mavi Marmara saldırısını hatırlayalım. IHH 100 ülkeden fazla bölgede görev yapan bir kuruluş. Dünyanın farklı bölgelerinden birçok insanla-ki bunlara Müslüman olmayan insanlar da dahil- Gazze’ye insani yardım taşımaya çalışırken İsrail güçleri tarafından durduruldu. 9 Türk şehit edildi. Bu harekete farklı milletlerden ve dinlerden verilen destek de konunun ‘insan hakları’ açısından çok önemli olduğunu gösterir. Dikkat! Filistin’de yaşanan utanca duyarsız kalmayan bir STK hareketine ateş açanlar terör örgütü üyeleri ya da bağımsız bir hareket değil. Bir devlet! Konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi uluslar arası kurumlarda ele alındı, Türkiye birçok ülkenin devlet başkanlarıyla İstanbul’da toplantılar düzenleyip bu saldırıya ve İsrail’e karşı deklarasyonlar yayınladı. Bu olay STK’ların uluslar arası meselelerde ne kadar büyük etki yaratabileceğinin, ne kadar büyük bir rol alabileceğinin önemli örneklerindendir.

Bugün Avrupa’da büyük bir Müslüman nüfus var. Avrupalı ülkeler Müslümanların kendi kıtalarında artık geçici değil kalıcı birer kimlik olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundalar. Bugünlerde Batı Avrupa’da Zenofobi’nin (xenophobia) ve İslamofobi’nin (islamophobia) yükselişini izliyoruz. Avrupalı gençler sürekli İslam hakkındaki negatif mesajlar altında yaşamlarını sürdürüyorlar. Belki ailelerinden, sevdikleri hocalarından, arkadaşlarından ve medyadan bu mesajları alıyorlar. Bu negatif bakışın az veya yanlış bilgi, olumsuz duygular ve önyargıdan oluştuğunu söyleyebiliriz. İslamofobi son zamanlarda çok gündemde olsa da kesinlikle yeni bir fenomen değil. Müslümanları hedef alan hem psikolojik provokasyondan hem de mülkiyetlere saldırıdan bahseden STK raporları var. Örneğin Hollanda Diyanet Vakfı arşivlerinde son 10 yılda 300 ibadethaneye yapılmış saldırının kaydı var. Bunun arkasındaki kökler önemli. Tarihi, kültürel ve psikolojik sebeplerden dolayı bugün araştırmalarda, raporlarda, makalelerde İslamofobi’nin farklı tezahürlerini görüyoruz. John Esposito’nun Kutsal Olmayan Savaş ve Graham Fuller’in İslamsız Dünya kitapları bu önyargıların kırılması açısından okunması gereken iki önemli kitap. Bu İslam hakkındaki doğru bilgiye yok saymaktan ileri geliyor. Bunun sonucunda da ‘negatif yaftalamalar, İslam’ı hedef alma, ifade özgürlüğü altında hakaret’ gibi sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu amaca ulaşmak için kullanılan araç ‘ifade özgürlüğü’ dür. Müslümanlar hiç bir ülkede provokasyona gelmemelidirler. Unutulmamalıdır ki yayınlanan bütün videolar, karikatürler ve yapılan açıklamalar Müslümanları sokaklara dökmek, belki cinayet işlemeleri için zemin hazırlamak ve onları dünya gözünde kötü duruma düşürmektir.

İlk bakışta İslamofobi ve ırkçılık Müslümanlar için tehlikeli gözükebilir ama aslına bakarsınız Avrupalı ülkeler için daha büyük tehlike arz etmektedir. Bu ülkeler daima insan haklarının, özgürlüğün ve demokrasinin beşiği oldukları iddia etmişken şimdi ırkçılık ve din düşmanlığı ile suçlanmaları çok ironiktir. Burada şeffaflık ve dürüstlük göremiyoruz. Avrupalı ülkeler bu insanları sadece birer işçi olarak kullanmaya devam etmek ya da onları ülkelerinden göndermek mi istiyorlar? Sorun şu ki Avrupalı ülkeler entegrasyon sürecini daima ‘diğer kimliğin’ ‘egemen kimliğe’ yaklaştırılması olarak gördüler. Mesela 2004’te Hollanda Parlamentosu ‘Farklı etnik kimliklerin bir arada yaşaması projesinin başarısız olduğunu ve azınlıkların Hollandalılaştırılması gerektiğini’ söyleyen bir rapor yayınladı. Oysa Türk diplomatlarımız entegrasyon sürecinin daima karşılıklı olması gerektiği üzerinde özenle duruyorlar. Entegrasyon sürecinin çözülmesinde NGO’lar kilit role sahiptir. Çünkü özellikle Müslüman STK’lar Avrupa’da Müslüman toplumların kendi kültürel faaliyetlerini gerçekleştirmesini, ibadetlerini rahat ve özgürce yapmasını, buluşmaları ve konferansları organize ediyorlar. Avrupalı devletler bu STK’lar olmadan bu işin altından kalkamayacaklarının farkındalar. Bir düzen oturması açısından bu çok önemlidir.

Avrupa’nın geçmişinde Müslümanların önemli mirası vardır. Müslümanlar olmadan Avrupa kendi kültür, sanat ve tarihini inşa edemeyecektir. Aynı Zamanda Müslümanlar kaderlerinin mahkûmu olmayacaklardır, kaderlerinin aktörü olacaklardır.

Furkan Şenay