Edebiyat Dünyasını Topa Tuttu

Etkinlikler
Resim yapan, türkü yazıp söyleyen, beste yapan, klarnet çalan yazar, editör ve eleştirmen Feridun Andaç, en çok eleştiriye tahammülsüzlüğü eleştiriyor; "En iyi eleştirmenlerimizden Fethi Naci&rsq...
EMOJİLE

Resim yapan, türkü yazıp söyleyen, beste yapan, klarnet çalan yazar, editör ve eleştirmen Feridun Andaç, en çok eleştiriye tahammülsüzlüğü eleştiriyor; "En iyi eleştirmenlerimizden Fethi Naci’yi eleştirdim, o bile selamı sabahı kesti" diyor. İşte Gazete Habertürk’ten Ümran Avcı’nın röportajı…

Yazar, editör, eleştirmen… Bütün bunları “iş” olarak yapan Feridun Andaç yıllardır resim yapıyor, güzel sesiyle şarkılar, türküler söylüyor, kendi türküsünü yazıyor, besteliyor, klarnet çalıyor… Hiç yayımlatmadığı romanlar kaleme alıyor… “En güzel şarkı henüz söylenmedi” misali, kendi okumak istediği romanı yazana dek de yayımlatmayacağını söylüyor. Andaç en son, memleketi “Erzurum”u yazdı, kentin “Solgun Yüzü”nü anlattı romanında. İki Erzurumlu önce Erzurum’dan, ardından Andaç’ın kırık aşk hikâyesinden konuştuk. Aşktan yana kırıklığı var doğru, ama en büyük kırıklığı yaptığı eleştirilere kırılanlara…

‘TAŞRA DAR GELDİ’

Erzurum’dan ilk gençlik yıllarınızda ayrıldınız. Nedeni neydi?
Kalabalık bir aileydik. Kentte doğup büyüdüm ama ailemizin büyük bir kısmı merkez köylerdeydi. Beklerdik ki bahar geldiğinde o köye gidelim yaylaya çıkalım. Küçükken halam olağanüstü masal anlatırdı. Müstehcen masallar bile anlatırdı. Erzurum’dan liseden sonra ayrıldım. Yazları Sarıkamış’ta çalışmaya gidiyordum. En büyük şansım oradaki halk kütüphanesiydi. Çağdaş dünya edebiyatının, felsefesinin neredeyse çok önemli bütün yapıtlarının orada okumaya başladım. Sonra liseyi bitirdim. O yıllar olaylıydı. Sonra taşra dar geldi. Orada üniversiteyi kazanmama rağmen vazgeçtim. Bir de kırgın bir aşk hikâyesi vardı.

‘ERZURUM ERKEK KENTTİR’

Erzurum’a küsme nedeniniz?
Bazı şeyleri erken keşfetmiş olmam. Halkın yobazlığı da, muhafazakârlığı da var. Milliyetçi dalga o zaman ortaya çıkmıştı. Faşizan baskı vardı. Okuduğunuz gazeteden, gittiğiniz yere kadar izleniyorsunuz. Şiddet egemen kılınıyor. Sinema dünyaya açılan penceremizdi. Kente baktığımızda, hani deyim yerindeyse “Kaçan kurtuluyor” düşüncesi egemen kılınmaya başladı. Hatta o duygudan yola çıkarak bir yıl önce bir roman yazmaya başladım. Yıllar sonra iki arkadaş, iki çocukluk arkadaşı aynı kentte yüzleşiyorlar. Sanıyorum önümüzdeki yıl roman tamamlanıp, çıkmış olacak… Erzurum erkek bir kenttir, karanlık, kara bir kent Erzurum solgunluğun arka planında o var aslında. Şu anki Erzurum benim Erzurum’umdeğil. Çocukluk cennetim giderek yitik cennete dönüştü. İnsanların gidişiyle kentin değişimi başladı. Bir çözülme var.

Artık yaşam İstanbul’da devam ediyor. Hangisi daha yakın size?
Toplam 16 yıl Erzurum’da yaşadım. Bir gün kendime sordum ben de. 35 – 36 yıldır İstanbul’da yaşıyorum ama kendimi buraya değil de Erzurum’a ait hissediyorum. Ama oraya gittiğimde de oraya ait hissetmediğimi görüyorum.

“Erzurum” kitabının bir yerinde ithaf gibi “İlk aşkım bu kitap sana ve O’na” demişsiniz. Şimdi de bu kırık aşk hikâyesini dinleyelim mi?
(Kahkaha) Bunu nereden keşfettiniz? Yaratıcılığın özünde acı vardır düşüncesi hep vardır. Yani “Aşk bazen insanı bilge yapıyor” desem abartılı olur ama öğretiyor, sizi pişiriyor. Yani hamdım, piştim Yunus’un dediği gibi. Aslında iyi ki öyle bir kırgınlık yaşamışım diye düşündüğüm oluyor.

‘PLATONİK DEĞİLDİ’

Terk mi edildiniz?
Hayır, tersine çok sevdiğim yakın bir arkadaşımdı. Platonik de değildi. Yüzlerce sayfa mektup yazdım. Ben sanki yazmayı ona mektup yazarak öğrendim. Aslında içinizdeki gözü açan bir şey. O, tasavvufi aşk dediğiniz şeye dönüşüyor sanki.

Hâlâ mı içinizde?
Evet. Varlığını düşünerek yazmış olmak, o korlanan alevi hissetmek bence önemli. O zaman ona fiziksel olarak kavuşma arzusundan geçiyorsunuz.

Eleştirmenlerde duygusallık oluyor mu? Çok samimi olduğunuz bir yazarı “Kırarım” düşüncesiyle eleştirmekten imtina ettiğiniz oldu mu? Ya da bu nedenle size kırılanlar çıktı mı?
Bazı yazılarımı takma adla yazmak zorunda kaldım kırmamak için, dostluk bozulmasın diye. Çünkü maalesef bizde eleştiri iklimi henüz oluşmuş değil. Bir edebiyatın gelişmesinde edebiyat eleştirisinin büyük bir ivme olduğunun farkında değil. Bunun ne yazarlar farkında, ne yayıncılar, ne dergi editörleri… Bizde dünya kadar kitap yayımlanıyor. Çok çok azının arka planında düşünsel, eleştirel düşünce vardır. Bizde eleştirel düşünce çok gelişmediği için hep övgü beklenmiş. Bizde de bakın eleştiri yazarlarının çoğu ya bırakmıştır bir süre sonra, ya da günah keçisi durumuna düşmüştür.

Açıkça bir şey söyleyeyim Fethi Naci bizim en iyi eleştirmenlerimizden birisidir. Eleştirmenin de eleştiriye tahammülsüz olduğunun çok tipik örneğini ben Fethi Naci ile yaşadım. Onu eleştiren bir yazı yazdıktan sonra benimle selamı sabahı kesmiştir.

YALINKILIÇ KUŞANIYOR’

Demek ki bizim yalnızca yazarlarımızın değil, eleştiri yapan yazarlarımızın da eleştiriye tahammülsüzlüğü var. Hemen yalınkılıç kuşanıyor. Eğitim sisteminde böyle temel bir eksikliğimiz var. Buna aile içi eğitimi de katın, sokaktaki eğitimi de; alt kimliği de katın. Onun için ben eleştirelmetinler, yazılar yazmaya başladığımda daha çok yapıt benim için önemliydi, yazarın kimliği, kaşı gözü değil. Birçok yazarla o eleştirelmetinleri yazdıktan sonra tanışmışımdır. “Şu yakın dostum onun için bir şey yazayım” demedim.

‘TEESSÜF EDEN OLDU TABİİ’

Eleştirdiğiniz insanlar arasında “Teessüf ederim” diyenler oldu mu?
Oldu. Birkaç yazar vardı. Bunlardan bir yaşayan, bir de yaşamayan birinden örnek vereyim. Necati Cumalı’yı tanımıyordum. Onun öykücülüğünü değerlendiren bir yazı yazmıştım. Bir gün beni Yazko’da gördü. “Sen beni kasabalı bir yazar olarak nasıl nitelendirirsin?” dedi. Böyle parmağını salladı. Sonra dönüp gitti. Sonra ölümünden önce son yıllarında kendisiyle ahbaplığımız oldu. Söyleşiler filan yaptım. Ama hatırlatmadım onu kendi vicdanına bırakmıştım. Tomris Uyar’la da olmuştu. Yine onu eleştiren bir yazı yazmıştım. Sonra dostum oldu. Takma adla onu eleştiren bir yazı yazmıştım, romanı üzerine. Bir gün bana, “Benim romanım üzerine böyle bir eleştiri yazmış birisi. İnternette okudum. Aslında bazı yerlerde çok haklı şeyler söylemiş” dedi.

Sizden itiraf geldi mi “Onu yazan benim” diye?
İtiraf etmedim. Nedim Gürsel’e anlattım bu olayı. Dedi ki, “Ben olsam dayanamaz söylerdim” dedi. Ben onu Feridun olarak yazsaydım, belki de aynı şeyi söylemeyecekti bana.

‘YAYINLAMADIĞIM YEDİ-SEKİZ ROMANIM VAR’

Hemingway diyor ki, “Yazı yazmasını Lüksemburg Müzesi’nde resimlere baka baka öğrendim.” Siz de resimden yazıya yöneldiniz. Nasıl bir etkisi oldu resmin yazıya?
Fotoğraf, resim ve sinema. Aslında yazma duygusunu oralardan edindiğimi düşünüyorum. Görüp baktığınız, hissettiğiniz şeyleri bir süre sonra yazma gereğini hissediyorsunuz. Yetenek dediğiniz şeyi ortaya çıkaracak bir eylem gerekiyor. İlkokulu bitirdiğimde insanların yüzlerine bakıp portre çiziyordum. Ortaokulda klasik resim çiziyordum. O dönem sesim güzel diye belediyenin açtığı konservatuvara da yazıldım. 2 yıl gittim. Lisede tamamen resim, müzik, edebiyat arasında bir tercih yapmaya geldiğimde fark ettim ki edebiyat beni daha kendine çekiyor.

Resim, müzik, edebiyat derken edebiyat ağır bastı. Öykü, deneme, söyleşi, derleme derken öykü ağır basıyor. Peki ya roman?
Aslında ben hep roman yazmak istemişimdir. Yazılmış 7-8 romanım var. Hiç yayımlamadım. Şu an “Kuş Sesleri”ni yazıyorum mesela. Onun öncesi de “Arzen’de Zaman”, “Dünyayı Saran Sessizliğin” diye yayımlanmamış romanlarım var. Kendinize beğendirmek zor. Hele benim konumum daha netameli. Ben mesela okumak istediğim romanı yazmak isterim. Zaten 7–8 romanı yazıp bir kenara bırakma da biraz o duygudan kaynaklanıyor.

Şarkı söylüyor musunuz hâlâ?
Tabii tabii. Mesela abartmayayım üç müzik defterim vardı, nereden baksanız iki binin üzerinde türkü yazmıştım. Şimdi bile şarkı türkü söylerim. Zamanla klasik müziği, caz müziği keşfettim. Klarnet çaldım. Belki de o kent benim gelip duvara dayanmış olma düşüncem de etkiliyordu.