2002 sonrasındaki on üç yıllık süreçte Türkiye’de İslâmcı ve muhafazakâr düşünce çevrelerinde yaşanan dönüşüm, bu dönüşüme ortam hazırlayan tarihsel ve toplumsal kökenler tartışılırken aydın ve entelektüel meselesinin, bununla bağlantılı olarak âlimin gündeme geldiği görülmektedir. 1970 sonrası gelişmelerle de bağlantılı olmakla birlikte, tarihsel olarak İslâmcılık düşüncesinin ortaya çıktığı on dokuzuncu yüzyıldaki çıkış noktaları dikkate alındığında meselenin günümüzde almış olduğu hâl arasında bir mukayesenin yapılması kaçınılmazdır.
İslâmcılık, kriz dönemlerinde, varolan krize bir cevap sunma iddiasıyla ortaya çıktığı için temel özelliklerinden biri hep “siyaset merkezlilik” olmuştur. İlk dönem İslâmcılığının düşünce ve siyaset geliştirme noktasında karşıtlığın önde olduğu bir tavır içerisinde olması bir zorunluluktan kaynaklanmıştır. Batılı değer yargılarının sahiplenilmesi üzerinden İslâm’a, dolayısıyla Müslümanlara yöneltilen suçlamaların bu değer yargılarının zaten İslâm’ın özünde bulunduğu argümanında tezahür eden bir ezikliği barındırdığı ifade edilebilir. Kadın sorunundan kapitalizmin çalışmaya vurgu yapan boyutlarına kadar uzanan bu karşı çıkış ama aynı zamanda kabulleniş bir şekilde günümüzde de varlığını korumaktadır.
Erken Cumhuriyet devrinden itibaren sindirilen İslâmcılık artık yeni bir evreye girmiş, aynı zamanda İslâm kamusal alanın merkezinden uzaklaştırılmıştır. İslâmcılığın dışlanması, sindirilmesi ve silikleştirilmesi olarak adlandırabileceğimiz bu süreç dinin seküler devletin kontrolü altına alınmaya çalışıldığı bir dönemdir. Gelgelelim bu uygulama İslâm’ın toplumsal ve siyasî alandaki etkisini sınırlamakta başarısızlığa uğramış, 1950’den itibaren dinî yaşantı üzerindeki baskının “azalmasıyla” İslâmcı düşünce ve akımlarda bir canlanma yaşanmış ve bu canlanma Türkiye’deki entelektüel alan tartışmalarının mahiyetini de değiştirmiştir. Zira Türkiye’de entelektüelin muhalefetle ilişkisi yapısal bir özellik olmaktan ziyade 1950 sonrasında siyasal mücadelenin gölgesinde oluşmaya başlayan bir olgudur. Aksi takdirde, tek parti döneminde uzun yıllar iktidarda yer almış isimlerin entelektüel sayılmaması, o zaman iktidara direnen pek çok İslâmcı entelektüel’in ise “entelektüel” olarak tanımlanması gerekirdi. Ancak gerçekte durum böyle değildir. Çünkü, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, siyasal alanda hâkim pozisyonda yer alan güçlerin belirlediği ölçüt sistemi kimin entelektüel sayılacağını belirlemiş ve alanda tekel kurmuştur.
Görece “toparlanma” ve tutunma olarak adlandırılabilecek yılların ardından özellikle 1970 sonrasında toplum ve düşünce hayatında daha bariz bir şekilde görünürlük kazanan İslâmcılık gerek siyasî gerekse toplumsal hareketlere etki eden aydın ve entelektüeller ortaya çıkardı. 1980 ve 1990’larda kurumsallaşma eksenindeki çabaların ardından gelen 2000’lerin İslâmcı düşünce açısından ne ifade ettiği önemli bir soru/n olarak önümüzde durmaktadır. Oldukça hareketli ve hararetli olan bu dönem kısa bir yirminci yüzyıl tarihi olarak da ele alınabilecek hususiyetleri içermektedir.
İslâm âleminin dönüştürülmesinin sembolik adı olan Kemalizm hukuki varlığını korurken hatta pekiştirirken, teamül odaklı baskısının ortadan kalkmasıyla yaşanan siyasi rahatlığın “devlet aklına” teslim olmayı beraberinde getirdi ve dahası İslâmî kesimde yaşanan refah artışının kültürel planda bir gerilemeye yol açtığı kanaatleri ileri sürüldü. Yani “eski” İslâmcı siyasetçilerin ve iş çevrelerinin ortaya koydukları başarı, İslâmcı entelektüeller tarafından sert bir şekilde eleştirildi. 2000 sonrası İslâmcı düşünce açısından ortaya konulan sorunsalın kültürel iktidarın, dolayısıyla hegemonyanın solda kalışına dönük bir kahırlanmayı içermesi oldukça trajikti. İslâmcıların öteden beri kendi dilleri üzerinden değil, liberal argümanlar yahut sol liberal entelektüel hegemonyanın dili üzerinden varlık kazanmış olması, kemikleşmiş eleştirellik bağlamında işe yaramakta fakat kurucu bir fikrî çabanın ortaya konması noktasındaysa bir vaadi bulunmamaktadır.
Haddizatında İslâmcılık kültürel savaşı sürdürecek “mevzi” bilinciyle donanmış organik aydınlarını üretmekte ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. İslâmcıların daha önce karşılaşmadıkları problemlerle yüz yüze kaldıkları bir dönemde soruşturma ile başlayan bir dosya hazırladık. Yazarlarımıza yönelttiğimiz soru şu şekildeydi: “Aydın ve entelektüel kavramları arasında bir ayrım yapıyor musunuz? Uzun zamandır İslâmcı aydın, İslâmcı entelektüel/entelijansiya ve âlim ekseninde dönen bir tartışma söz konusu. Siz bu tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?” Elbette bu soruyu, entelektüelin kim olduğunu, tanımlama ve derecelendirme işi için gereken otoriteye kimin sahip olduğu sorusuna kopmaz biçimde bağlı olduğunun farkında olarak sorduk.