Asım Öz
Ülkesine döndüğü zaman ülkesinin havaalanında Müslüman Kardeşlere üye olmak suçlamasıyla tutuklanan romanın Hıristiyan kahramanı böylesi anlamsız bir suçlama sonucu hapishanede tam 13 yıl geçirir.
Hapishane ortamı ve dünyası edebiyatın hiç yabancısı olmadığı bir dünyadır. Bunun nedeni yalnızca yazının konu genişliğinden değil, aynı zamanda epeyce bir yazarın yaşamının belli bir dönemini zindanlarda geçirmiş olmasından kaynaklanır. Cumhuriyet tarihi boyunca hapishaneler bu ülkede hep sorun oldu. 1920’lerden itibaren Türkiye hapishanelerinde yazarlar eksik olmadı. 1940’larda, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl,Sabahattin Ali,Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi yazarlar, ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu hapishane deneyimleri aradan geçen yıllar içinde, çeşitli biçimlerde edebiyata yansıdı Nâzım Hikmet en güzel şiirlerini Ankara, Çankırı ve Bursa Hapishanelerinde yazdı. Her defasında severek okuduğumuz ve dinlediğimiz "Başın öne eğilmesin, aldırma gönül, aldırma" dizelerinin sahibi Sabahattin Ali, bu şiiri 1933 yılında Sinop Hapishanesi’nde yazdı.
1952’de İstanbul Harbiye Askeri Cezaevi’nde yatan şair Ahmed Arif ise; "Bir ufka vardık ki / yalnız değiliz sevgilim / Gerçi gece uzun / Gece karanlık / Ama bütün korkulardan uzak / Bir sevdadır böylesine yaşamak" diyordu.
Özellikle de cezaevi ortamında hiç de eksik olmayan işkencenin kaldırılması için yazarlardan hukukçulara değin yorulmak bilmez mücadele ise insan hakları mücadelesinin bir parçasını oluşturur.
TÜRSEL KARASIZLIK KARALTISI
Roman, öykü gibi, olay örgüsü gerektiren anlatıların, yerine göre, kurgunun uçlarını anılara, otobiyografiye uzattığı çok oluyor. Romanın soluk alma alanının genişlediğine tanık olduğumuz çağımızda, bu ‘uçlar’ daha da özgürleşti. Beslenme kaynağı anılar olsun, yazarın yaşadıkları olsun, anlatılanlara romansal bir dil boyutu kazandırılmışsa, ona ‘roman’ demekte ne sakınca olabilir? Ayrıca, ‘kalem’in eline geçen hangi yaşam, ‘yaşadıklarınız’ ya da ‘anımsadıklarınız’ olarak kalır?
Bu açıdan Suriyeli yazar Mustafa Halife’nin Salyangoz’da kat ettiği yol birçok açıdan hayranlık vericidir. Kitabın jeneriğinin düşünce dizisi, alt başlığının "anı", arka kapağında roman diye yazsa da tam bir tür tanımlaması yapmak mümkün değil..Bu güzel ve esrarengiz kitap bir yapbozun parçaları gibi birbirine kenetlenen anı ve eleştirel anımsamalardan oluşan bir bütün mü, yoksa gizli bir roman mı? Ama arka kapaktaki yargıya katılmamak imkânsız. Yani onu en nihayetinde belgesel bir roman olarak okuyabiliriz Yazar bence bu kitapta anı ve eleştirel anımsamalarını kurgusal biçimde gizli bir roman yapısında birleştirmeyi tercih etmiş. Yazar yaşadıklarını ya da kahramanına yaşattıklarını doğrudan, öykünün bir öğesi kılıyor/kılmaya çalışıyor.
Hapishanelerdeki yaratıcılığın önündeki engellerin, özünde aynı olmasına karşın, değişik dönemlerde farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Devlet aygıtının hapishanelerde edebiyat dahil tüm insan yaratıcılığının önünde temel engel olduğu bilinen bir gerçekliktir. O yüzden burada François Mauriac’ın şu sözü, yaşantılarla beslenen bir romanın karabasan ortamında da var olabileceği gerçeğini doğrular: "Her romancı kendi tekniğini icat etmelidir." Salayangoz’un kahramanı bu durumu şöyle anlatır:"Yaptığım bu casusluk ulusal bir casusluk değil. Bu günlüğün büyük bölümünü sahra hapishanesinde yazdım. Önceki cümlemde kullandığım "yazmak" gerçek anlamında değil, mecazidir. Çünkü sahra hapishanesinde yazmak için ne kalem ne de kağıt bulunmaz."
Ağır işkence nedeniyle bir anlamda yaratıcılığı engellemeye varan çabalarının eklenmiş olması yazarın belleğini güçlü kılmıştır: "Zihinsel yazı Müslümanların geliştirdiği bir yazı yöntemidir. Mahkumlardan biri on binden fazla kişinin ismini aklında tutmaktaydı. Sahra hapishanesine düşen mahkumların isimleri, ailelerinin, şehirlerinin, köylerinin isimleri. Tutuklanış tarihleri, haklarında verilen hükümler ve sonları…
Bu günlüğü yazmaya karar verdiğim zaman artık zihnimi bir kayıt cihazına çevirmeyi başarmış durumdaydım. Gördüklerimin hepsini, duyduklarımın ise bir kısmını zihnime kaydetmiştim.
Şimdi yaptığım kayıtların bir kısmını açıklama zamanı."
BİR TÜKENİŞİN GÜNLÜĞÜNDE GİZLİ ROMAN YAPISI
Salyangoz adlı kitap böyle bir anı/roman işte. Yazar bir tür metaformoz tekniği kullanarak gördüklerini/yaşadıklarını/tanık olduklarını metinleştirmiş.İşkencenin insan üzerindeki olumsuz etkisini önemle imleyerek anılarını yazarken hep şu gerçeği belleğinde tutmuş İşkence ve şiddet kaygısı insanı deli edebilir,onu içine kapatabilir. İnsanların haksızca ve acımasızca topluca hapsedilmesi, örgütlü işkenceye tabi bireyde nasıl bir ruhsal çöküntü yaratır? Hukukçuların,sosyologların ve psikologların üzerinde ısrarla çalıştıkları bir konudur bu. Uygulanan kadar uygulayıcıları da etkisi altına alan bir çöküntüdür bu. İnsanı işkeneye tabi tutmanın,bu emri vermenin ve uygulamanın insan yaşamını olumsuz etkilemeyeceğini kim söyleyebilir? Hele bir de sürekli işkence korkusu yaşayan birini düşünecek olursak.. Salyangoz romanında Mustafa Halife Hıristiyan bir Arap vatandaşının hikayesini anlatıyor. Eğitimi için gittiği Fransa’dan altı yıl sonra ülkesine dönmek ister. Bütün ailesi Fransa’ya göç etmiş olan arkadaşı Suzan ise sevdiği Suriyeli Katolik Hıristiyan Arap gencine Suriye’ye dönmemesi için yalvarır ve Paris’te kalıp kendisi ile yaşamasını ister.
"Suzan, ben vatanımı seviyorum. Şehrimi seviyorum. Bu boş ve anlamsız bir romantiklik değil. Aksine bilinçli ve köklü bir his. Mahallemizdeki eski evlerin duvarlarına kazılmış yazılar hâlâ hafızamda. Onları özlüyorum" der ve Orly havaalanından ülkesine doğru umut uçuşuna başlar.
Ancak sinema yönetmenliği bölümünden mezun olan ve hayallerini ünlü bir yönetmen olmak süsleyen talihsiz gencin yolculuğu umduğu ve özlediği mutluluk diyarına değil kelimenin tam anlamıyla cehenneme uçuştur.
Ülkesine döndüğü zaman ülkesinin havaalanında Müslüman Kardeşlere üye olmak suçlamasıyla tutuklanır! Ve böylesi anlamsız bir suçlama sonucu hapishanede tam 13 yıl geçirir. Romanın adsız kahramanı her ne kadar dini ve siyasi kimliğini açıklamaya çalışsa da başarılı olamaz. Sonuçta çift taraflı bir baskıya maruz kalır. Bir taraftan gardiyanların diğer taraftan ise beraber hapsedildiği Müslüman Kardeşlere mensup mahkûmların baskısı. Baskılar sonucu çevresine bir uzlet duvarı örülür ve mahkûmiyeti süresince neredeyse hiç konuşmaz:"Eğer herkese yaptıkları gibi beni de araştırsalardı elbette biri kim olduğumu ve suçumun ne olduğunu anlardı. Ama her gün Müslüman Kardeşlerden yüzlercesinin getirildiği istihbarata yine onlardan bir grubun getirildiği bir zamanda getirilmem, onların arasına karıştırılmam, subayların ve memurların günde yirmi dört saat çalışmaları, bu derece büyük bir grupta kaos yaşanması vs. bütün bunlar arasından sıyrılmam ve bu karmaşayı açıklayabilmem imkansızdı. Üstüne üstlük ismim de Müslüman olmadığım çağrışımı vermiyordu."
Bir gün hücresinin duvarında başı hizasına gelen bir deliği keşfeder ve bu delikten idamların ve işkencelerin uygulandığı hapishane meydanını battaniyesi altına saklanarak gizli gizli gözlemeye başlar. Bu aslında romanın adının Salyangoz oluşunu da anlaşılır kılır. Aynı koğuşta kaldığı Müslüman mahkumların büyük kısmı tarafından da dışlanan yazar, her geçen gün içine kapanıp " kabuğum" dediği battaniyesine sarılarak köşesine çekildiği hapishane koğuşunda neredeyse hiç konuşmadan acı ve hasret dolu on üç yıl geçiriyor.
Kabuğuna yani iç dünyasına çekilen bir insanın dünyasından izleriz hapishanede yaşananları.Mahkûmları çöküntüye uğratan işkencelerin tasvirleri kitaba sürükleyici bir üslup kazandırırken olayların çeşitliliği her bölümde sürpriz sonuçlarla karşılaştırıyor okuyucuyu. Mesela bu hapishanede uyuz olmak bile ölmek için yeterli bir sebeptir. Yine gardiyanların fare yakalaması, yakaladıkları fareyi mahkûma yedirme fırsatı bulmaları açısından oldukça sevinç verici bir olaydır. Bir baba üç oğlunun aynı anda idam edilişine şahit olabilir. Tüm bu örnekler romanda anlatılan hapishane koşullarının sadece ayrıntılarıdır.
Yaşadıklarını anımsamaya çalışan romanın kahramanı yaşadıklarının onun benliğinde oluşturduğu değişimlere de değinir: "Ben on üç yıl önceki benle aynı kişi miyim? Evet, aynı kişiyim. Ve hayır aynı kişi değilim. Kısmen evet. Ama büyük ölçüde hayır.
Evet. Çünkü, zihnimdeki bu günlüğün içerdiği gerçeklerin bir kısmını yazıyorum.
Ve hayır. Çünkü, her şeyi yazacak ve söyleyecek gücüm yok. Bunları söyleyebilmek için itiraf edebilmek gerekir. İtiraf için ise bazı şartlar olmalı." Kahraman uzun yıllar kaldığı hapishaneden çıktıktan sonra hayatına anlam verecek hiçbir isteği kalmamıştır. Eğer o da hapishaneden çıktıktan sonra arkadaşının yaptığı gibi intihar edebilseydi tereddütsüz intihar ederdi. Ama yazmak onu – mecazi bir intiharın ardından – hayata bağlamıştır. Ama hapishanedeyken içinde yaşadığı kabuğunu dışarıdayken de hiçbir şey izleme isteği olmaksızın hep yanında taşımıştır
Romanın hemen girişinde hapishanede olan insanların aslında orada olmamaları, hapishane gerçekliğine maruz bırakılmamaları gerektiğiniz anlarız. Öncelikle şiddetle karşı karşıya kalır; hapishanede türlü işkencelere maruz kalan Müslüman Kardeşlerle tanışır. Acziyet… Kahır. Üzüntü… Ölüm ve çığlıklar hiç eksik olmaz. Efendim… "Ben Müslüman değilim… Ben hristiyanım… Ben hristiyanım. Efendim! Lütfen… Elinizi ayağınızı öpeyim… Ben hristiyanım!",dese de kurtulamaz işkenceden. Her yaştan insan vardır hapishanede: Sekseni aşmış yaşlılardan alın da on beşini geçmemiş çocuklara kadar. Hastalar, zayıflar, gerek eskiden sakat olan gerekse de işkenceden dolayı sakat kalanlar…
Kendisine yöneltilen suçlamaları tam bir çaresizlik içinde üstlenmek zorunda kalır. Suriye’de yürürlükte olan Baas diktatörlüğünün Müslüman Kardeşlere karşı yürüttüğü sindirme politikasını tüm çıplaklığı ile ortaya koyar. Cezaevi koşullarının acımasızlığı ve özellikle zindancılarının maruz bıraktıkları gündelik işkenceyi okumak gerçekten dayanılmaz. Bu zindancıları en kötü muameleleri reva görmelerinden dolayı Ahmed Othmani’nin "işkence sanatçısı" diye adlandırdığı tiplerle kıyaslamak mümkün. Hapishanelerdeki uygulamaların kötü ve insanlık dışı, kapatılma koşullarının korkunç olduğunu; insanların kapatıldıkları koğuşların aşırı kalabalık olduğunu; bundan dolayı ikinci bir zulme daha maruz kaldıklarını öğreniyoruz.
Salyangoz romanının genel fikri, kişisel bir deneyimi aktarmaktır. Ama bu sadece bir kişiye ait bir deneyim değil, bütün bir Müslüman Kardeşlerin yani sosyal ve politik hareketin deneyimidir. Bu hareket, neredeyse tüm Arap ülkelerinde baskı ve özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla karşı karşıya kalmıştır.
Yazarın da uzun süren bir hapishane tecrübesi olmuş. O nedenle "yazar her ne kadar kitabın kahramanını Hıristiyan yapmış olsa da aslında kendi tecrübelerini anlatıyor" Yaşadıklarını yazı yolu boyunca bir günlüğün içinden anımsamak, onu başka boyutta yeniden yaşamaktır. Öyle ki, anlattıkları artık salt ‘anı’ olarak kalmıyor, öyküyü besleyen yaşamsal birikimler oluyor. Buradan hareketle Mustafa Halife’nin kurgucu bir yazar değil, yaşadıklarının benliğinde yarattığı duyumsamaların izinde olduğunu söyleyebiliriz. Açıkçası, yazınsal gerçeğin bu olup olmadığı tartışılır.Ama Salyangoz yalnız başına alındığında görülecektir ki, orada bir anı anlatılmıyor, bir ‘tükeniş’in acısı çekiliyor. Kalemi zaman zaman fantezilere de kaymıyor değil, ama yazdıklarının mayasında hep yaşadıkları var yazarın.
Biliyoruz ki dünyada bir yerlerde zalimlerin eline düşmüş yardım çığlıkları atan mazlumlar var. Salyangoz işte onların sesi. Duyulmalı, kulak verilmeli… Kim bilir belki insan olma sürecinde bir nebze de olsa mesafe katetmiş olan birileri kitabı okur da bu çağrıyı duyar ve vicdanlarında adalet duygusu uyanır. Ya da insan anne babadan doğmuş olmaktan başka insanlıkla alakası olmayan birileri okur da yüreklerine bir damlacık da olsa merhamet damlar.
Salyangoz kendi türünün okurlarına hitap eden, yazarın oldukça düzeyli bir biçimde kaleme aldığı anılardan oluşmuş bir roman. [dunyabulteni.net]