Poetik yazılarını ‘Eşikteki Özgürlük’ adıyla kitaplaştıran Hayriye Ünal ile hem kitabını hem de şiire bakışını konuştuk. "Ele geçirilmemek önemli." diyen Ünal, 90’larda okula bir gün bile fönsüz gelmeyen ODTÜ kızlarının Edip Cansever okumasından ürkmediğini ama akademisyenlerden biri ona Ece Ayhan’ı anlatınca nasıl da korktuğunu anlattı.
‘Saçları Vardır Aşkın’, ‘Âdem’in Kızlarından Biri’, ‘Sert Geçecek Bu Kış’ ve ‘Gerekli Açıklamalar’ adlı dört şiir kitabına imza atan Hayriye Ünal, dergilerde yer alan oylumlu yazılarından ‘poetik’ olanlarını ‘Eşikteki Özgürlük’ adıyla kitaplaştırdı. Hece Yayınları’ndan çıkan kitap, Ünal’ın çoksesli şiir birikiminin teorik altyapısını ortaya koyarken şiirin kaleme geldiği gibi yazılmadığını da somut şekilde açıklıyor.
‘Eşikteki Özgürlük’, bir evden kaçış öyküsü mü? Eve dönüş nostaljilerine karşı mesela? Çoksesli şiir bize ne getiriyor?
Çoksesli şiir, eşikte enselenenlerin şiirle kurtulmalarının öyküsü. Bu kurtuluş, bir sonraki tehlikeye kadar geçici bir kurtuluş. Sürekli bir alarm durumuna işaret ediyorum. Yani teyakkuz halinde olmak. Yoksa bitmişizdir. Herkes bulduğu her şeye yapışmaktayken biri deneysel dedi mi hurra, diğeri ironiye hurra, bir başkası lirizm düşmanlığına hurra vs. Şiirimizdeki bu konformizm eğilimine karşı bir antikor ortaya koydum ben. Fazladan getirmesini umduğum şeyse, şiiri oluştururken şairin otonom bir bölgede var olabilmesi olasılığı. Biri beni yok etsin, ona minnettar kalırım. Bakın tutunmuyorum.
Bu eleştirel birikimin oluşmasında okumalarınız mı daha baskın yoksa şiir yazmanızın getirdiği mesai mi?
İlk şiirlerimde farkına varmadan yaptığım şeyi sonradan bulguladım. Okurken; özellikle yolcu, kaçak ve azınlık edebiyatlarında görülen suç eğilimi, korku ve ölümle burun buruna olma durumu gibi şeyler çok dikkatimi çekiyordu. Az sayıdaki benzerlerimin felaket hayatları beni iyice korkuttu ama temizliğin, iktidarın dayattığı bir şey olduğunu bildiğimden, mesela Goethe’den uzak dururken Werther’in intiharına inanmadım ama Zebercet’in intiharına aşırı inandım. Ben deneyime inanırım ve ama onu yorumlayışımın kanıtını hayatta çoğunlukla bulamam; çünkü hep zihinsel yoksullukla çevreleniriz, bazen çok heyecanlanırım mesela ve deli gibi telefona sarılırım ama onu öldüren işte bir şair arkadaşımdır. Bir süre sonra zaten mesela bir kuaförle, bir miçoyla arkadaşlığı yeğliyorsun. Onlar hep aynı şekilde ve aynı sözcüklerle biteviye bir hizmet sunarlar, değil mi? Ve dokunurken korkutmazlar insanı. Okumaksa bana kanıtlarımı sundu.
Modern Türk şiiriyle nasıl bir hesaplaşma içindesiniz?
"Tekinsiz bir edebiyat" derken neyi kastediyorsunuz mesela?
Modern Türk Şiiri, Baba Adı: İbrahim’i yazmaktır. Baba, insanı tehlikelerden korumak için vardır ya, babanın en doğru durduğu yer mezardır. Orada baba uzanır ve kıpırdamaz, ama beynindeki babanın yargıları peşini bırakmaz. Sonra bir gün birden kendini nasıl yakalarsın, mesela bir genç şairle konuşurken sadece ağzını oynatıyorsun ve konuşan baban. Bunun için hiç uyuklamıyorum. Ele geçirilmemek önemli. 90’larda okula bir gün bile fönsüz gelmeyen ODTÜ kızları Edip Cansever okurdu. Bundan ürkmemiştim o kadar da, gençlerdi ne de olsa, ama akademisyenin biri bana Ece Ayhan’ı anlatınca ödüm koptu.
Şiirlerinizle poetik yazılarınızın örtüşmeyen paydası nedir?
Burada, bu odada şimdi sadece ben varım ve her şeyin ölçüsüyüm. Her şey benim için var. Gözlerimin içinde oturuyorum. Tahmin edilebilecek hiçbir şeyi istemiyorum. Vladimir’in sessizlikte oturduğu gibi. Vladimir bir film kahramanı. Sağır, dilsiz ve kör. Ben onu izlemedim. Benim izlediğimde küçük bir kız vardı. Kör, sağır ve dilsiz. ‘Karanlığın İçinden’; filmin adı bu. Onun iç dünyasına erişmenin olanaksızlığı beni sersem etmişti. Bunu Bachmann’ın sözleri eşliğinde düşündüm kitapta: "Tüm zamanlarda egemenliklerini sürdürenler, yalnızca dilsiz olanlardır… Dil ceza demektir. Her şey dile geçmek zorundadır ve her şey, suçuna ve bu suçun kapsamına göre, yine dil içersinde yitip gitmek zorundadır." Filmde; eğitmeni, küçük kıza bazı basit hayati davranışları öğretmek istedikçe kız direniyordu. Tam bir vahşi gibi. O siyah beyaz vahşi dünyada dilin getirdiği hiçbir şeye yer yoktu. Sonra bir gün birden kız, eğitmenin suya değdikçe belli bir dokunuş, toprağa değdikçe başka bir dokunuşla ona bir şey anlattığını anladı. Delirmiş gibiydi. Koşturarak her şeye hızla dokunuyor, oradan oraya seğirtiyordu. Nesnelerin ve durumların adları oluşu, bir dille birlikte onları kavrama imkânı onu hiçlikten oluşa sürüklüyordu. Ben o çıldırma eşiğinin, ilk uyanış anlarının âşığıyım. Edebiyat bu tekinsizlik eşiğinde vardır. O ilk bakir dünyanın dile açılışı/dille açılışı örtüşme-engellidir. Böyle.
‘Didem Madak, benim yerime ölmüş gibi’
Şimdi tezgâhta neler var?
Şiirsel görüşlerimin kilit noktalarında duran kavramları tek tek incelediğim, başka eserlerle örneklediğim bir çalışmam var, Çoksesli Şiir Sözlüğü şeklinde. Adı sözlük, fakat her kavram bir yazı. Bunları ‘Takip Mesafesi’nde parça parça yayımlıyorum. Takip Mesafesi’nin gündeminde Didem Madak var. Onun ölümü beni avunamadığım bir noktaya yeniden sürükledi. Şiirlerinde onun hâlâ sıcak olan canını arıyorum. Yerime ölmüş gibi suçluluk duyuyorum. Karagöz Dergisi için hazırladığım bir dosyanın yazısı var. Oldukça önemli bir konuyu gündeme getireceğiz. ‘Şiirimizde kültürel sermayeye dönüşme eğilimi, kanonik bir eğilim olarak var mıdır? Şiirimiz varsayılan bir kanona çalım atarak mı yoksa paslaşarak mı yaşıyor?’ gibi sorular duruyor önümde.
Zaman