Romanı Okumadan Kapağı Anlaşılmaz

Kitap
Sibel Oral » Söyleşimize “Neler oluyor” sorusuyla başlamak istiyorum. Son iki haftadır sizinle ilgili yazılan eleştiri yazılarını okuyoruz… Yoruldunuz mu tüm bu yazılıp çizilen...
EMOJİLE

Sibel Oral

» Söyleşimize “Neler oluyor” sorusuyla başlamak istiyorum. Son iki haftadır sizinle ilgili yazılan eleştiri yazılarını okuyoruz… Yoruldunuz mu tüm bu yazılıp çizilenlerden?

Eleştiri kötü bir şey değil ki, yeter ki iyi niyetle, saf bir enerjiyle yapılsın. Basında pek çok şey yazılıp çiziliyor, kimi olumlu kimi hırçın, bu da gayet doğal. Madem ki çeşit çeşit insan var, çeşit çeşit fikir olacak elbette. Ben iyi niyetli eleştiriye her zaman kıymet veririm. Ama “O ne dedi, bu ne dedi” bunlara takılmam pek. Ondan ziyade okurlardan gelen mektupları okuyorum. Onlar da o kadar güzel, içten ve muhabbet dolular ki.

» Peki, sizce her şeyin nedeni erkek kılığında kitap kapağında poz vermeniz mi?

Kapakla ilgili gayet ilginç yorumlar oldu. Bilhassa gençler çok yaratıcı, yenilikçi buldular. Bir ev hanımı okurum “Kalıpları kırmanın resmi” dedi. Bu arada elit kesimden uzaktan bakıp değerlendirenler de oldu. Her göz kendi baktığı yerden görür. Sonuçta bu kapak ile roman bir bütün. Romanı okumadan kapağı anlamak mümkün değil. Yeni olan her şey ilk başta biraz yadırganır. Bilhassa bizim toplumumuzda. Ama bu böyle diye yenilikçi olmaktan niye vazgeçelim?

» Bir söyleşinizde Türk entelijansiyasının birbirine karşı çok hoyrat olduğunu söyleyip, “Önce hırpalıyor, hırpalıyor, hala ayakta kalıyorsan, yaşlandığında ödüllendiriyor” demiştiniz. Bununla ilgili konuşmak isterim; hâlâ böyle olduğunu düşünüyor musunuz?

Entelijansiya hakkında hâlâ böyle düşünüyorum, evet. Farklı düşünmeme sebep olacak bir ortam gelişmedi ki.

» Romana da geleceğim birazdan ama önce şunu sormadan edemeyeceğim: Daha önce de bu kadar sert olmamakla birlikte eleştirildiğiniz dönemler oldu. Şunu da yapmak vardı: İskender yayımlanırdı ve siz yine Londra’da kalıp burada olup biteni izlerdiniz… Belki bu sizi önceki yıllarda eleştirenlere iyi de bir cevap olurdu…

Eleştirenleri ikiye ayırmak lazım. Kimileri hakikaten yazıya odaklanarak, kitabı okuyarak hem olumlu hem olumsuz fikirlerini söyler. Samimiyetle, candan. Ben de onları her zaman dinlerim, hürmet ederim. Ama kimileri için eleştiri bir reflekstir. O zaten “sevmemeye, beğenmemeye” koşullanmıştır. Öyle de yapsan laf eder, böyle de yapsan. Bu ikisini birbirinden ayıramazsak hiçbir şey yapamayız. Çekilmeye gelince, ben roman çıkınca sözümü söylüyor, imza günleri yapıyor, sonra zaten kendi kabuğuma dönüyorum. Bu hep böyle…

» Gelelim romana; çocukluğunuzun erkekleri nasıl kimliklerle girdi hayatınıza önce onu öğrenmek istiyorum. Mesela İskender gibi bir erkeği tanıdınız mı?

Beni iki kadın büyüttü: annem ve anneannem. İkisi de birbirinden alabildiğine farklı iki kadın. Annem daha eğitimli, şehirli, Batılılaşmış, edebiyata düşkün, sanatsever. Anneannem ise batıl inançları olan, bilge, sözlü kültüre hakim, daha geleneksel, daha maneviyatçı. Ben her ikisinin bir senteziyim aslında. Benim edebiyatım da öyledir bir anlamda. Dolayısıyla ben büyürken pek erkek figür yoktu etrafımda. Zamanla, etraftaki aileleri gözlemledikçe, evlilik kurumuna eleştirel gözle baktıkça, okudukça, araştırdıkça, kendi kocamla ve oğlumla ilişkilerim ışığında her şeyi yeniden düşündükçe daha iyi anlayabildim Türkiye’de erkekliğin inşasını.

» Peki ya Pembe’yle Cemile? Aslında ikisi de sizin iki ayrı, uzak, ama aslında hep aynı yere bakan yanınızmış gibi geldi bana…

Bence çok haklısınız. İkisi de benim bir yanım galiba. Zaten ikizlik teması biraz da kendi hayatımdan çıktı. Çünkü ben Londra’dayken İstanbul’daki yanımı çok özledim. Buradaki hayatımı, eşimi, dostlarımı, okurlarımı… Hep bir hasret, gurbet duygusu vardı. Bu da yazarken Pembe ve Cemile’yi yarattı.

» Irkçılık, Türk Kürt sorunu, göçmenlik, kadın sorunu ve bireyin kendisini kurmasına yönelik ontolojik sorunlar gibi ağır birçok sorunu ele alan roman, tüm bu sorunları derinlikli olarak ele almaya imkân tanıdı mı sizce?

Bu romanda üslubum, karakter tahlillerim, edebi sesim bence daha olgun. Bu benim fikrim, takdir okurun. Yaklaşık 50 seneye yayılan, dört ayrı mekânda geçen koca bir serüveni anlatıyorum. O geniş çerçeve içinde bir oğlan çocuğunun hüzünlü, dokunaklı, ama umut dolu yolculuğuna eğiliyorum. Tarihsel, sosyolojik arka planı kaybetmeden bireyi anlamak ve anlatmak kolay bir denge değil. Ama bir romancı için en heyecan verici çerçeve bu.

» “Mütereddit” kelimesinin neden bu kadar çok kullanıldığını merak ettim. Sanki hiç kimse davranışından emin değilmiş gibi…

Belki ben kendim mütereddit olduğum için… Şaka bir yana bence kötü bir şey değil kendinden, kendi doğrularından yüzde yüz emin olmamak. Tam tersine eğer çok eminsek orada sorunlar başlıyor, bu sefer doğrularımızdan dogmalar yaratıyoruz. Kibir insanın gözünün, kalbinin etrafına duvarlar çeker.

» Sanıyorum geçen yıldı. Guardian’da sizin Londra’da verdiğiniz bir konferansta yeni bir romana, yani İskender’e başladığınıza ve yazarken sık sık ağladığınıza yer veren bir haber okumuştuk. Sizi bu kadar acıtan neydi romanı yazarken?

Bu romanda anlattığım Toprak ailesi bir yanıyla çok farklı bir aile, bir yanıyla çok tanıdık. Aile fertlerinin kırgınlıklarını, kalp yaralarını anlattım, aşkın karmaşık hallerini. Bunları anlatırken yaşadım. Biliyorum böyle söyleyince tuhaf geliyor ama yazarken ben tek tek o karakterleri, o hadiseleri yüreğimde hissediyorum. Bu insanı hırpalayan bir süreç.

» Tomris Uyar “Derdiniz iyi edebiyat yapmaksa okurun beğenip beğenmemesi sizi çok ilgilendirmez. Best-seller’ı herkes beğenir. Herkesi altına alan, bütün eğilimleri kapsayan bir şemsiye nasıl olmazsa, bütün eğilimlere cevap veren roman da olmaz” demişti. Buradan yola çıkarak önce şunu sorayım; siz Türkiye’de best-seller yazar sayılıyorsunuz. Bununla ilgili bir rahatsızlığınız var mı?

Dünya edebiyat tarihine baktığımızda birbirinden çok farklı yazarlık halleri görüyoruz. Kimse kimseye benzemek zorunda değil. Herkesin yolu, üslubu kendine. Bir romanı yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca kişi okuyabilir. Ama sorun bir, hiçbir okuma bir öncekinin aynı değildir. Her okur kendi gözünü katar hikâyeye. Herkesin okuması biriciktir, parmak izlerimiz gibi. Ben okurlarıma tepeden bakmam. Hikâye sanatının kapıları herkese açıktır, ayrım yapmadan. Sonuçta hikâyeler hepimizin, insanlığın.

» Peki, okuru ne kadar düşünüyorsunuz yazarken, beğenmeleri önemli mi?

Roman yazarken sadece yazdığım hikâyeyi düşünüyorum, kendimi ona o kadar kaptırıyorum ki orada yaşıyorum zaten. Ama ne zaman ki editörüme teslim ediyorum, ne zaman ki kitap basılıyor, elbette okurlarla nasıl bir gönül bağı kuracak bu roman diye kaygılandığım oluyor. Bu çok insanca. Ama o zaman da zaten roman çıkmış oluyor piyasaya, dolayısıyla benim kaygımın bir anlamı yok. Önemli olan hikâyeyi yazarken bu endişenin gölgelemesine izin vermiyorum.

» Bir tarafta namus-töre cinayetleri, diğer tarafta ise Kürt ve Türk savaşı yüzünden kendini evinin bahçesinde yakan Evrim Demir, oğullarını, eşlerini savaşta kaybeden kadınlar… Ve hep kadınlar, bu acıların yüklerini en çok taşıyanlar…

Savaşların, kardeş kavgalarının acısını en çok çeken hep kadınlar olmuş. Bugün de öyle. Sadece anneler değil, kız kardeşler, kız evlatlar, ablalar, teyzeler… Türkiye’de ne yazık ki siyasetin dili çok erkeksi. Kadın sorunlarına duyarlı olmak bir yana, bu konulara tepeden bakan, küçümseyen, cinsiyetçi bir dil hakim kendine “muhalif” diyen insanlar arasında bile.

» Genç kuşak öykücülerimizden Yalçın Tosun’la yaptığım bir söyleşide aileyi ‘tanıdık yabancılar’ olarak tanımlamış ve şöyle demişti: Aileler korkunç değil aslında, içimizdeki canavarları en rahat ortaya çıkardığımız yerler… Aileler korkunç yerler mi sizce yoksa içimizdeki canavarların en rahat çıktığı yerler mi?

Aileler korkunç değil. Ama camdan duvarlar var aile fertleri arasında. Karıkoca, anne-oğul, kız kardeş-ağabey arasında. O kadar az konuşuyoruz ki aslında, o kadar az açıyoruz ki içimizi. Hem bu kadar yakınız hem bu kadar uzak. Bize verilen toplumsal rolleri oynamaktan, kalıplaşmış düşünce ve davranışları tekrar etmekten bir türlü beraber ağlamaya, beraber gülmeye, yüreklerimizi açmaya fırsat bulamıyoruz.

» Romanda Cemile hariç aslında tüm karakterler kalabalık ailelerin içerisinde yer alıyorlar. Ancak hepsinde inanılmaz bir yalnızlık hissi mevcut. Bunu bu şekilde kurgulamanızın nedeni neydi?

Bence insan hep yalnız. Özünde, başında, sonunda hep yalnız. Kimisi bununla barışık, kimisi bundan o kadar rahatsız ki habire başkalarına sığınıyor. Ama yalnızlık ömür boyu…

» “İncine incine incitmeyi öğreniyor İskender” diyorsunuz… Peki ya siz? İnciniyor ve incitmeyi de öğreniyor ya da bunu öğrenmekten dolayı kaygılanıyor musunuz?

İncinenlerin nasıl incittiğini çözemezsek ‘erk’in nasıl işlediğini ve içselleştirildiğini de çözemeyiz. Ataerkil yapıyı siyah-beyaz, mazlum-zalim kalıplarıyla anlayamayız. Çok daha karmaşık bence. Romanda İskender’in çocukluktan gençliğe nasıl adım adım geçtiğini anlatıyorum. Bu sistem sadece kadınları değil, erkekleri de çok hırpalıyor, mutsuz ediyor. Türkiye’de kadın olmak kolay değil, kabul. Ama “erkek olma” baskısı da hiç az değil. Hangi birimiz özgür olabiliyoruz ki, hangi birimiz kendimiz olabiliyoruz?
 
Yazarlarımıza ya hayran oluyoruz ya da gıcık

» Batı edebiyatını yakından takip ediyorsunuz. Gelelim Türkiye’deki edebiyat eleştirisiyle Batı’daki arasındaki farka… Türkiye’de edebiyat eleştirisinin yeterli olmadığını düşünenler var. Siz buna katılıyor musunuz?

Türkiye’de edebiyat değil edebiyatçı eleştiriliyor. Yazı değil, yazarın kendisi. Yazarlarımıza ya hayran oluyoruz ya gıcık. Bu nasıl bir sağlıklı eleştiri ortamı yaratabilir ki? Bizim ihtiyacımız olan şey kitapları konuşmak, yazıyı konuşmak, edebiyat konuşmak…

Taraf Gazetesi

  • Universitas terbaik Tapanuli
  • tutorial dan tips zeverix.com
  • https://insidesumatera.com/
  • https://prediksi-gopay178.com/
  • https://margasari.desa.id/
  • https://sendangkulon.desa.id/