Roman Beni Seçti, Yazdım

Kitap
Sibel Oral Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara adlı romanıyla edebiyat dünyasının en önemli ödüllerinden Goncourt des Lycéens’ı kazanan Mathias Ènard’ı, Can Kitabevi&...
EMOJİLE

Sibel Oral

Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara adlı romanıyla edebiyat dünyasının en önemli ödüllerinden Goncourt des Lycéens’ı kazanan Mathias Ènard’ı, Can Kitabevi’nin üst katında, kitaplar arasında merakla sayfaları karıştırırken görüyor ve elindeki kitabı okuyup okumadığını soruyorum; “Evet, okudum. Hatta diğer kitaplarını da okudum” diyor. Elinde tuttuğu kitap Orhan Pamuk’un İstanbul, Hatıralar ve Şehir adlı kitabı. “Nasıl buluyorsunuz” soruma, kitabı göstererek, “Beğeniyorum, ama bence bu kitapta kendinden çok fazla bahsetmiş, kitap kapağında kendi fotoğrafı var” deyip gülüyor.
 
550 km, 550 sayfa ve tek cümle

Ènard’ın, Türkçedeki ilk romanı geçtiğimiz haftalarda Can Yayınları tarafından yayımlanan, Haliç’e bir köprü yapması için Sultan II. Bayezid tarafından İstanbul’a davet edilen Rönesans’ın büyük sanatçısı Michelangelo’nun İstanbul’da geçirdiği zamanları anlatan romanı Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara…

Ènard’ın böyle bir romanı yazmasının sebebi sanat tarihine olan düşkünlüğü mü diye düşünsek de, bunun hakkında konuşurken romanı yazmayı seçmediğini, romanın onu seçtiğini söylüyor. Bu roman tamam da, aslında bir okur olarak en çok, yazarın Zone adlı 550 sayfalık ve tek cümlelik romanını merak ediyorum. Milano’dan Roma’ya trenle giden bir adamın, noktalama işaretlerinin dayatmalarına kafa tutan tek bir cümlesi, 550 kilometrede 550 sayfalık bir kitaba nasıl sığar? Biz bu sorunun yanıtını, kitap ancak Türkçeye çevirildiği zaman bulacağız, bu yüzden de asıl meselemize dönüyor ve Ènard’a Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara adlı romanını soruyoruz…

Michelangelo’yu İstanbul’a getirme, Osmanlı’nın merkezine taşıma fikri nereden aklınıza geldi?

Aslına bakarsanız bu romanın seçen değil; seçilen yazarıyım. Bu konu yıllarca beni izledi, takip etti ve sonunda onu yazmamı istedi. Sanat tarihi eğitimi almış biri olarak, Michelangelo gibi büyük sanat dehalarının sürekli araştırılması gereken yeni bir konu verdiğini söyleyebilirim. Yaptığım araştırmalar sırasında II. Bayezid’in Michelagelo’yu İstanbul’a davet eden metnine ulaştım. Bu benim için çok şaşırtıcı bir durumdu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemde sadece Davut heykeliyle adı anılabilecek bir heykeltıraşın varlığını bilmesi son derece ilginç bir konuydu. O anda çok az insanın bildiği bu özel konunun bir romana dönüşebileceğini düşündüm.

Romanla ilgili hayalinizde ilk ne canlandırdınız?

Davet metnini okurken, o dönemde mimari bir eseri ve iddiası olmayan Michelangelo’nun Sarayburnu’ndan süzülerek limana yanaşan gemisini hayal etmeye başladım. Onun gözlerinden 16’ıncı yüzyıl İstanbul’unu görerek onun hisleriyle burada geçirdiği üç ayı düşledim. Romanın ilk 50 sayfası bu ruh haliyle akıp gitti ancak sonrasında her şey durdu.

Neden?

Çünkü çok fazla döküman ve yazılacak şey vardı; hangisiyle devam etmem gerektiğini bilmiyordum. Bir süre kendimi rahatlatıp bu düşünceden sıyrıldıktan sonra romanın sonuna kadar durmadan ve zorlanmadan gitmeyi başardım sanırım…

Peki, bu romanın ne kadar kurgu, ne kadarı gerçek?

Michelangelo’ya yazılan davet metni gerçek. Ancak Michelangelo’nun yanıtı ve İstanbul’a gelip gelmediği konusu tamamen sır olarak kalmış… O dönemin şartlarını da düşünecek olursak bunun düşük bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.

Romanınızda Michelangelo bencil, çıkarcı bir adam gibi görünüyor. Onu romanınıza kahraman yaparken eminim hakkında birçok şey okumuşsunuzdur…

Bu konuda gerçekten pek çok farklı kaynaktan araştırma yaptım. Michelangelo’nun zorlayıcı karakteri bu kaynakların hepsinde ortak noktayı oluşturuyordu. Sanatçının yaşadığı dönemi de düşünürsek bunu daha iyi anlayabiliriz aslında.

Papa’yla arasındaki sorunları da romana dahil etmişsiniz…

Evet, İtalya’da birçok konuda olduğu gibi Papa, sanat üzerinde de otoritesini konuşturuyordu. Yani o dönemde adı anılır bir ressam ve heykeltıraş olmak Papa’nın gösterdiği yolu takip etmekle eşgüdümlüydü diyebiliriz. Elbette bu büyük bir rekabet ortamı yaratıyordu ve Michelangelo’nun düşüncelerini etkiliyordu. Leonardo’dan heykeli bir sanat olarak görmeyip küçümsediği için nefret ettiği gibi Raffaello’yu da iktidar yalakası bir sanatçı olmakla suçluyordu örneğin…

Gerçekte de paraya düşkün müymüş?

Yoksul çocukluk ve gençliğinin ardından yetişkinliğinde tüm hırsını ortaya koyarak para kazandı Michelangelo… Evet, öldüğünde de çok zengin bir adamdı.

Daha önceki romanlarınızdan olan La perfection du tir ve Zone’da sorunlu bölgelerde yaşanan insanlık olaylarını ele aldınız. Bu sefer Osmanlı ve İstanbul üzerinden kültürlerin biraradalığını mı hedeflediniz?

Açıkçası romana başlarken böyle bir fikrim yoktu ancak öykü ilerledikçe bunun göz ardı edilemeyecek kadar baskın olduğunu gördüm. Bence Osmanlı farklı kültürlerin birlikteliği konusunda uyumlu kimliğiyle çok farklı bir portre çiziyor. Mesihi ve Michelangelo’nun romandaki dostluğu da bu fikrin fotoğrafı diyebilirim…

Zone adlı romanınıza gelmek istiyorum. Tek bir cümlelik, 550 sayfalık bir roman yazma fikri nasıl oluştu? Sonuç olarak bu tesadüfen ortaya çıkan bir durum olmasa gerek…

Yaptığım bir tren yolculuğu sırasında, duraklamaksızın geçtiğim onca yol, düşüncelerin beyindeki yolculuğuna benziyordu. Duraksız ve sürekli. Sonuç olarak, böyle bir yolculuğu anlatmak isterseniz tek bir cümle kurabilirsiniz. Anlatacaklarınıza göre o cümle uzayabilir ancak anlattığınız şey yine de tek bir cümlede gizlidir. Zone, ifade etmeye çalıştığım bu fikrin bir yansımasıdır. Trenin duraklamadan geçtiği 550 km’lik yol, duraklamadan söylenen tek bir cümleye dönüştü.

Yazarlığınızı bir kenara bırakalım; okur Ènard 550 sayfalık ama tek cümlelik bir romana nasıl bakardı?

Yazar kimliğinden kurtulup okur gözüyle kitaba bakınca, yazım tekniğiyle birlikte coğrafya ve tarihiyle sıradışı bir bölge olan Akdeniz’in ilginç bir atmosfer yarattığını görebiliyorum. Beni bir okur olarak etkileyen asıl unsur da bu farklılık ve çeşitliliği sağlayan temelin kurulabilmesidir. Ancak elbette yazım tekniği kitabı farklı bir yere getiriyor… Örneğin, farklı dillere çevirisini yapma düşüncesi pek çok insana korkutucu geliyor.

Doğu edebiyatı sizin için çok önemli ve sizin kökleriniz Batı’da… Batı’da Doğu edebiyatının nasıl algılandığını merak ediyorum…

Doğu edebiyatı benim için çok önemli. Keşif isteğiyle gözü dönmüş bir arkeolog gibi onun içinde dört döner ve neresini kazsanız sürekli büyülü bir sanat eseriyle karşılaşırsınız. Edebî ve sanatsal zevklerinde kaşif ruhuna sahip olan her Batılı, mutlaka Doğu edebiyatından etkilenecektir. Örneğin benim için bu kitapta en önemli karakter Şair Mesihi’dir ve açıkçası bu romanı O’na duyduğum saygı için yazdım. Ancak araştırma yaparken şunu gördüm: Michelangelo ve hayatını anlatan sayısız eser varken Mesihi hakkında çok ama çok az kaynağa ulaşabiliyorsunuz. Bu kadar önemli bir şairin uyandırdığı merakın bundan ibaret olmadığını umuyorum. Bunun haricinde güncel Doğu Edebiyatı’nı da Batı dillerine çevrilmiş eserler sınırlamasıyla takip edebiliyorsunuz. Fransa’nın en ünlü iki Türk yazarı Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk. Çevirileri yapılıyor ve rahatlıkla takip edebiliyorsunuz. Bu isimlerin dışında, entelektüel dehasıyla beni büyüleyen Enis Batur’u da çok beğeniyorum mesela… [Taraf]