Nasıl bir edebiyatımız var?

Kitap
 Bugün belki yeni ve yenilikçi arayışlar içinde pek görünmese de, kendini yenileyen ve niteliği yüksekte tutan ve olgun bir dille yazılmış metinlerin çoğunlukta olduğu bir edebiyatımız var. Son y...
EMOJİLE

 Bugün belki yeni ve yenilikçi arayışlar içinde pek görünmese de, kendini yenileyen ve niteliği yüksekte tutan ve olgun bir dille yazılmış metinlerin çoğunlukta olduğu bir edebiyatımız var.

Son yüz yılı, edebiyatımızın kimliğini bütün özellikleriyle ortaya koyar. Demek hem asıl kimliğini son yüzyıl içinde kazanmıştır edebiyatımız hem de geçmişindeki kaynakların kısıtları, onu kendi dışındaki etkilere açık bir gelişme içinde tutmuştur. Düzyazı söz konusu olduğunda, bunun tam da böyle olduğunu çekincesizce söyleyebiliriz –şiirin güçlü bir geçmişten beslendiği gerçeğini bunun dışında tutarak. Şiir, Batı’dan aldıklarından daha çok, kendi doğasına bağlı bir gelişme ve değişim içinde geldi bugüne. Şiirin kararlılığı düzyazıda aranmaz. Düzyazı, bizim edebiyatımızın ne başında bütün bütüne kendi oldu, ne de bugün olabiliyor. Dışarıdan gelen etkilere öylesine açık ki, bazen bir kimlik kazanmakta güçlük çekmesine de neden oluyor bu geçirgenliği.
 

Öyküden de söz ediyoruz elbette, yalnızca romandan değil. Düzyazının kurmaca dili içinde aldığı biçimler, öyküyü de değiştiriyor. Halit Ziya Uşaklıgil’in bugün okunması epeyce zor olan öyküleriyle hemen sonra gelen Refik Halit Karay’ın öyküleri arasındaki fark, düzyazıdaki değişimi gösterir, yalnızca anlatılanların niteliksel değişimini değil. Aşk-ı Memnu ve Mai ve Siyah, bugün de sapasağlam, çağdaş Türk romanı dendiğinde, onun başına çakılmış birer kilometre taşı gibi duruyor. Eylül de mucizevi biçimde tamamlıyor bu iki büyük romanı. Bu üç önemli roman, bugün okunduklarında da yeni yorumlara, anlamlara kapıları açıyorlarsa, yerinde kaya gibi duran bir başlangıcı da saptıyorlar demektir.
 

Cumhuriyet dönemi ve hemen sonrasında
Sonra bir aşağı düşüş oldu mu? Cumhuriyet dönemi romanı, kuruculuk dönemine edebiyatın da zorunlu katılımı yüzünden görevci anlayışlarla geriye çekildi. Daha tam anlamıyla kendini ortaya koyamamışken. Halide Edip Adıvar ya da Yakup Kadri’nin bugünkü kuşaklarca eskimiş oldukları düşünülmeden okunup okunmadığıdır önemli olan. Okul öğretimi içinde aldıkları yere bakmadan. Reşat Nuri Güntekin olabildiğince bağımsız kaldığı için tam bir romancı olarak görünür, çok okunanların yanında, bugün yeniden okunması zorunlu romanlar da yazdığı için.
Gene de, buraya kadar, geleneksel kalıplarda, okunabilirliği kuşkusuz, ama yeniden okunabilirliği kuşkulu bir roman anlayışı, edebiyatımızda düzyazının 1930’ların ortalarına kadar ayaklarını yere sağlam basarak ilerleyemediğini gösteriyor. Neyse ki birkaç önemli roman gelir sonra: ‘Ayaşlı ve Kiracıları’, ‘Kuyucaklı Yusuf’, ‘Üç İstanbul ’, ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’. Bu dört romanı art arda sıralayınca, durum çok farklı görünmüyor mu? Birkaç basamak yukarı çıkılmıştır. Roman, hem anlattıklarıyla hem yapısal özellikleriyle değişime uğramaya başlamıştır. Edebiyatımızın ana akımının geleneksel ve kunt roman anlayışı, kabuğunu kırmaya bu romanlarla başlamıştır da denebilir ki, üstünde daha çok durmaya değer bir gelişmedir bu.
 

Bu sıçramanın rastlantı olmadığını 1940’lardan sonra yayımlanan romanlar da gösterir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın, roman anlayışını bütün bütüne değişmeye zorlayan romanları, ‘Fahim Bey ve Biz’ ve ötekiler, ayrıca Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna ’, Nahit Sırrı Örik’in ‘Kıskanmak’ ya da Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanları, bugün geriye dönüp baktığımızda, yalnızca kanonun yapıtaşları olarak görünmezler, bir başlarına da çok önemli romanlardır, ki bugün de ilgiyle okunmayı sürdürüyorlar. Belki şunu söylemek gerekir: yayımlandığı dönemi ekilemiş, ama neden sonra okunurluğunu ve yazınsal değerini yitirmeye başlamış romanlar, o edebiyatın yapıtaşları arasından hemen çıkarılabilir.

Yapı onlarsız da sağlamlığını koruyorsa
Romanın, sayıları az olsa da, bir çizgi çekecek kadar önemli örneklerinin yayımlandığı yıllarda, aslında daha önemli bir düzeyde, Sait Faik’in ortaya koyduğu öykü anlayışı vardı. 1930’larda yayımlanan Memduh Şevket Esendal öykülerinin yanı sıra ortaya çıkan bu yepyeni anlayışın, romanın o güne dek yarattığından çok daha büyük bir etkisi oldu. Asıl anlamı belki daha sonra anlaşılacaktı. Doruk noktasına 1954’te yayımlanan ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ ile ulaşan bu anlayış, edebiyatımızda düzyazıyı ters yüz etti. 1950’lerdeki niteliksel değişimin başlıca nedenlerinden biridir Sait Faik’in öyküleri. Vüs’at O. Bener, Oktay Akbal ve 1950 Kuşağı öykücüleri, bu arada Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ ile başlayan roman serüveni, çağdaş Türk edebiyatına bugünkü kimliğini veren dönüşümün basamaklarını oluşturuyordu. Orhan Kemal ’in ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ romanı da bizim edebiyatımızın büyük gerçekçilik döneminin simgesidir. Edebiyatımızın 1950’lerdeki modernist atılımının düzyazıdaki başyapıtlarından biri olan ‘Aylak Adam’ da aynı yıllarda sessizce çıkmıştır ortaya ve anlamı üstünde yeterince durulmasa da, bugün geçmiştekinden daha büyük bir ilgiyle oknmayı sürdürmesi de saptanmalıdır.
 

1960’lardan sonra ivme hızlanır
Bu örnekler çağdaş Türk edebiyatının kimliğini değiştirirken, onu bütünüyle yaratıcılığın öne koşulduğu bir yola soktu. 1960’lar elbette bambaşkaydı. Hayatın yaşadığı değişim öylesine büyük bir altüst oluşa yol açıyordu ki, her şey değişiyordu. Sosyalizm düşüncesinin her yeri etkisi altına alarak büyüyen dalgası dünyanın çehresini değiştiriyordu. İklim de değişmişti, kültür de. Edebiyatımız Batı’ya daha çok yönelirken, yapılan çevirilerin sayısının artması yeni arayışlar için yeni kapılar açıyordu. Ana akımın dışında alınabilecek pek çok roman yayımlandığı gibi, hangi anlayışta olursa olsun, ortalama nitelik belirgin biçimde yükselmişti. Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’, Yaşar Kemal’in ‘Dağın Öte Yüzü’ romanları yanında, Erdal Öz, Tahsin Yücel, Sevgi Soysal, Bilge Karasu da yepyeni anlayışta romanlar, öyküler yayımlıyordu. 1950 Kuşağı’nın etkisi düzyazıya Sait Faik’ten sonra yapılmış ikinci büyük müdahaleydi. 1960’lardan sonraki bir on yıl boyunca da, edebiyatımız o güne dek yaratamadığı birikimi niteliksel yeniliklerin yanında, nicelik olarak da yapmaya başlamıştı. Bu birikim sonraki bir on yılın dalgasını büyütecekti.
 

1970-1980 arasındaki dönemle 1980’den sonraki dönem, birbirinden sanıldığı kadar kopuk değildir. Görünürdeki kopukluğu, 12 Eylül ’den hemen sonra kısa süren bir durgunluk döneminin yanı sıra, bu kez daha önceki dönemlerde görülmemiş genç yazar katılımı yaratmış olmalı. 1970’lere dönemin sıcak siyasal atmosferi damgasını vurmuş olsa da, büyük bir çeşitlilik ve çokyönlülük içinde gelişen edebiyatımız, en sağlam temellerinden birini bu dönemde attı. Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ı ile öteki romanları ve öykülerinden ‘Sahnenin Dışındakiler’e, Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ölmeye Yatmak’ ve öteki romanlarından ‘Anayurt Oteli’ne, Sevgi Soysal’dan Ferit Edgü’nün ‘O’ (Hakkâri’de Bir Mevsim) romanı ve bütün yazdıklarına, Füruzan’ın art arda gelen üç öykü kitabına ve daha pek çok yazara, onların romanlarına ve öykülerine, büyük bir açılım dönemi yaşandı bu arada ve çağdaş Türk edebiyatı bütüncül kimliğini bu çokyönlülükten ve çeşitlilikten almış oldu.
 

1980’lerden hemen sonra öne çıkan ilk kuşak, ilk romancıları Orhan Pamuk , Latife Tekin ve Mehmet Eroğlu ile onların yanı sıra Murathan Mungan , Cemil Kavukçu, Hasan Ali Toptaş, İhsan Oktay Anar, Ahmet Karcılılar, Mahir Öztaş ve bu kuşağı edebiyatımızın en sağlam kuşaklarından biri yapan pek çok yazar güçlü bir birikim oluşturmaya başlamışken, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu, Leyla Erbil gibi eski kuşakların büyük ustaları da çok parlak örneklerini vermeyi sürdürdü.
1980’lerden ve 1990’lardan sonraki kuşaklara yöneltilen eleştiriler ne olursa olsun, bu dönemlerde yazılanlar, edebiyatımızın geleneksel bağlarından kurtulmasına, bağımsızlaşmasına önemli katkılarda bulundu. Bugün belki yeni ve yenilikçi arayışlar içinde pek görünmese de, kendini yenileyen ve niteliği yüksekte tutan, yaşadığımız hayatın sorunlarını içselleştirme konusunda eski özelliklerini koruyan, daha nitelikli ve olgun bir dille yazılmış metinlerin çoğunlukta olduğu, bana kalırsa bir sıçramanın eşiğinde duran, bekleyen bir edebiyatımız var. Önemli bir aşamadayız.

Semih Gümüş

Radikal