Semih Gümüş
Gördüğüm ve bildiğim, öykünün bir tür olarak değerini hâlâ koruduğu bölgelerden biridir Latin Amerika. Amerika kıtasının öyküyle ilişkisinin bu denli sürekli, yoğun ve nitelikli oluşu gerçekten kayda değer. Birleşik Amerika’da öykünün her zaman güçlü ve zengin oluşunun nedenlerini düşündüğüm yıllar önce, günlük hayatın sertliğine karşı insanların, dolayısıyla yaratıcı yazarların gösterdiği tepkinin belirleyici olduğu sonucuna varmıştım. İnsanın günlük hayatla, insanla ve doğayla savaşımı, edebiyat için tükenmeyen bir kaynak oluşturuyor. Latin Amerika’nın öyküyle ilişkisini de buna bağlayarak açıklayabiliriz. Anlatacak öylesine çok şey var ve anlatılacaklar hayatın içinden öylesine çok ayrıntı üretiyor ki, öykü, ister istemez öne çıkıyor.
Latin Amerika’nın hayat kaynağının zenginliğini besleyen yazınsal dayanak da İspanya’daydı elbette. Latin Amerikalı yazarların hemen ellerinin altında, gelişmiş bir edebiyat ve o edebiyatla birlikte gelişmiş bir edebiyat dili vardı. Bunları düşündüğüm sırada ‘20. Yüzyıl Latin Amerika Öyküsü’ adlı bir kitapla karşılaşmak da ilginç oldu. Mesleki ilgisinin sonunda, Ayfer Teker García Latin Amerika öykücülüğünü araştırmaya yönelmiş ve sonunda bir inceleme kitabı çıkmış ortaya. O da Latin Amerika öykücülüğünde İspanyol edebiyatının etkilerini özellikle belirtiyor. İspanya’da 1850-1950 yılları arasındaki dönemde öykü türünde birçok yazarın ortaya çıkması, bu yazarlar arasında P. Baroja, M. de Unamuno, Blasco Ibánez, Max Aub gibi yazarların bulunması ve İspanya İç Savaşı’nın ardından bu gelişmenin öykü türünü daha da ileri taşıması, önemli bir birikim yaratılmasını sağladı. İspanya’da yaşanan gelişmenin Latin Amerika’da etkilerini göstermemesi düşünülemez. Önce C. José Cela, Ignacio Aldecoa, Rubén Dario, Horacio Quiroga; ardından M. Azuela, J. Vasconcelos, J.L. Borges, Bioy Casares, Alejo Carpentier, Juan Rulfo, Julio Cortázar, Carlos Fuentes, G.G. Márquez, Mario Vargas Llosa adlarıyla uzayan bu zincirin sağlamlığı bizde de yıllardan beri bu yazarlara gösterilen ilgiyle anlaşılmıştır.
Latin Amerika öykücülüğünün, çeşitli dönemlerinde bazıları daha öne çıkan, birkaç belirgin özelliği oldu. Latin Amerika’nın yüzlerce yıl boyunca şiddetin sertliğini döven siyasal kültürünün edebiyattan beklentisi, siyasallaşma ve yerel sorunların öne çıkarılmasını öne koyan bir anlayış oldu. Siyasal edebiyat, gene de kaba gerçekçiliğe gönül indirmeden, hep yeni biçimler arayarak yapıldı.
Latin Amerika öykücülüğünün gelişmesinde ikinci önemli değişim dinamiği modernizme bağlı. Modernizmin Avrupa’da bütün bir toplumu ve hayatı, dolayısıyla edebiyatı içine alan bir yeniden oluşum hareketi, bir ikinci rönesans oluşu, etkilerini bütün dünyada çoktan göstermişti. Geç de olsa, Latin Amerika edebiyatı da modernizmin etki alanı içinde, yazınsal değerlere ve biçimsel yenilenme gereksinimine bağlı bir dönüşüm yaşamaya başladı. Bunun birkaç çıkış noktası oldu. André Breton’un 1930’larda Meksika’da Diego Rivera ve Troçki ile birlikte yayımladığı “Bağımsız Devimci Bir Sanat İçin” manifestosu, gerçeküstücülüğün Latin Amerika edebiyatı içinde yayınlaşmasına neden oldu. Gerçeküstücülüğün, modernizmin ileri aşamalarında, gerçekliğin Avrupa’da ve dünyada o güne dek bilinen biçimlerde anlatılmasının olanaksızlığı üstüne kurulmuş bir yaratma ve düşünme biçimi olarak kazandığı yaygınlık, Latin Amerika’nın karşıtları bir potada eriten kaotik gerçekliğiyle tam örtüşmüş olmalı. Düzyazının biçimleri böylece değişmeye başladı. Latin Amerika’da her zaman öne koşulan hayatın sertliğine karşı, fantastik öğelerle kendini dışavuran gerçeküstücülük, yazınsal metnin özgürleşmesinde büyük olanaklar yarattı.
Fantastik edebiyat şaşırtır
Artık öykü adım adım geleneksel biçimlerinden çıkmaya, modernizm içinde yazınsal biçim arayışlarını tamamlamaya, yepyeni bir Latin Amerika edebiyatının doğumuna önayak olmaya başlamıştır. Ayfer Teker García, ilk kitabını 1930’da yayımlayan Miguel Ángel Asturias’ın, Guatemala’nın antropolojik özelliklerini yansıtırken, düş ile gerçeği, geçmiş ile bugünü iç içe geçiren edebiyat anlayışının, gerçeküstücülükten çıkıp büyülü gerçekçiliğe uzanan edebiyatın başlıca düğümlerinden olduğunu belirtiyor. Bu arada İspanya İç Savaşı sonrasında özellikle Arjantin ve Meksika’ya zorunlu göç eden Cumhuriyetçi aydınlar ve yazarlar, bu ülkelerdeki geleneksel ve gerçekçi edebiyat anlayışının değişmesinde önemli roller oynamaya başlar. Neden sonra İkinci Dünya Savaşı koşullarının ertesinde edebiyatın kendi içine kapanan biçimleri de ikinci bir etkide bulunur.
İlk kez Kübalı romancı Alejo Carpentier’in adını koyduğu büyülü gerçekçilik, bütün bu gelişmeler üstüne, aranan kan olarak Latin Amerika edebiyatının damarlarında dolaşmaya başlamış ve eski ve yeni kuşaklar için dünyaya açılan en olanaklı pencere olarak kendine çekmeye başlamıştır. Yaşanan gerçeklik öylesine sert, karanlık ve baskıcıdır ki, bireyin o gerçeklik içindeki varlığı ancak gerçeğin ötesini ve doğa ötesini anlatarak anlamlandırılabilir. Orada insanlar bulundukları gerçek konumları terk edip havada da uçar, gerçek hayatla sınanması olanaksız davranışlar içinde de bulunur, kendilerine yeni dünyalar yaratır. Büyülü gerçekçilik, anlatım biçimini bu yaratı biçimleri içinde bulmuştur.
Ayfer Teker García’nın, “Büyülü gerçekçilikte doğaüstü olan okuyucuyu şaşırtmazken fantastik edebiyatta şaşırtır. Her ikisinin arasındaki fark budur. Fantastik edebiyatta doğaüstü olanın varlığı, şaşırtan kurgusal bir dünya yaratır. Buna karşılık büyülü gerçekçilikte akılcı olanla akıldışı olan gerçeğin bütününü oluşturur,” saptaması gerçekten önemli.
Latin Amerika’nın gerçekliği yüzlerce yıl boyunca öylesine sıra dışı bir tarih çıkarmıştır ki ortaya, o tarihin yazınsal karşılıkları, insanları ve olayları gerçeküstü ve doğaötesi biçimler ve buluşlar içinde yeniden yaratmıştır. Belki bir de bu yeni anlayışın yaygınlaşmasına gerek vardı, o da büyük ölçüde 1960’lı yıllarda Márquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanının gördüğü muazzam ilgiyle tamamlandı. Borges’in gerçek sanılanla düş gücünü birleştiren, her konuyu, olayı ya da bilgiyi içine alabilen öyküleri de bu arada büyülü gerçekçiliğin dışında, ikinci bir yol açtı. Sonunda, her ikisi de kendine özgü kaldı. Büyülü gerçekçilik ya da Borges düzyazısı, dünyanın her yerinde büyük ilgi gördü, ama her ikisine de öykünmenin neredeyse olanaksızlığı görüldü. Sözgelimi Salman Rushdie gibi yazarların da büyülü gerçekçilik içinde bulunduğunu belirtenler oldu, ama düşlemle iç içe yaratılmış her metne bu etiketin yakıştırılmasının doğru olmadığını da belirtmek gerekir.
Modernizmin doruk noktası
Latin Amerika’nın ortaya çıkardığı gerçekten büyük yaratıcıları kategorik ayrımlarla anlamak olanaksız elbette. Márquez’in büyülü gerçekçiliğiyle Borges’in sıra dışı düzyazısı iki önemli çekim alanıdır, ama sözgelimi bir başka büyük yaratıcı olan Cortázar’ı her ikisinden de ayırmak gerekir. Belki her ikisine benzerliklerini de göz önünde tutarak. Cortázar, Latin Amerika edebiyatında ve öykücülüğünde modernizmin doruk noktasıdır. Onda doruğa çıkan modernizm, sonra büyülü gerçekçilikle kendini anlatmaya başladı. Edebiyatın gerçeklikle kurduğu ilişkinin belli biçimleri olabileceği önkabulünü ret eden Cortázar, karmaşıklıktan bir bütün yazınsal dünya yaratmaya çalıştı. Bir hayat duyarlığı üstüne, yepyeni bir biçim kurdu. Kapalı ve kısıtlı dünyalar, aslında dışımızdaki büyük dünyanın izdüşümleridir ve ona yabancılaşma, bizi Cortázar’ın yazınsal gerçekliğine sıkıştırır; bu sıkışma da kendi zenginliğini ve benzersizliği yaratır. Yazdığı romanların ve öykülerin parçalı ve parçaların birbirine eklenmek zorunda oluşu, Cortázar’ı kimilerinin gözünde postmodern estetiğin yanına da gönderirse, bir ilişki bulunabilir elbette, bu da yazınsal biçimlerin hiçbirini ret etmeyen Cortázar için olağan bir durum sayılır. Cortázar, sürekli olarak ükesi Arjantin’in karanlık ve şiddetle anlatılabilecek dünyasına göndermeler yaparken benzersiz bir siyasal metin yaratır. Doğrudan Arjantin’i anlatırken elbette sorunların ve insanın kaynağındaki evrensel özelliklere gönderir.
Latin Amerika öykücülüğünün niçin hâlâ bu denli gözde olduğunu anlamak, edebiyatın örtülü cevherlerini açığa çıkarır. [Radikal Kitap]