Romanları gibi köşe yazıları da çok okunan Yazar Murat Menteş, çok tebrik ve takdir mesajı aldığını ifade ediyor ancak onun isteği yazılarının bir harekete neden olması. Menteş, ‘Romanları okunsun diye yazıyorum. Fakat gazete yazılarımın, bir harekete neden olmasını tercih ederdim. TRT-2 hakkındaki yazım beğenildi. Eeee… Hani TRT-2? Kimse tartışmıyor bile. Ben, deliren bir toplumun popüler yazarı olmak istemiyorum. Milletimin toparlanmasına, aklını başına almasına, barışmasına, okumasına, düşünmesine katkı sunmak istiyorum.’ diyor.
Sinema eleştirileri yazıyorsunuz. Sinema hayatınıza nasıl girdi?
Gözümü açtığımda filmin ortasına yetiştim.
Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Baretta, Umur Samaz, Habib Hobo, Pippo Zaza, Rıza Silahlıpoda, Roza, Ferruh Ferman ve Dilara Dilemma gibi ilginç karakter isimlerini neye borçluyuz?
Karl Menninger mıydı, insanların isimlerinden ilham aldıklarını söylüyordu. Bana doğru görünüyor bu yaklaşım. Rahmetli Barış Manço, barışçıydı. Vur-Al Savaş’ın ise Militan Demokrasi adlı bir kitabı var. Bir de, bazı düşünürler, insanların isimlerini kendilerinin seçmesi gerektiğini öne sürer. Ayrıca, eski Türklerde çocuğa doğar doğmaz değil, kişiliğini belli eden bir tavır ortaya koyduğunda isim verilirmiş. Dede Korkut’ta geçer, Boğaçhan mesela. Ben de karakterlere, onların maceralarıyla örtüşen isimler vermeye bakıyorum.
"TWİTTER CEHENNEME BENZİYOR, HERKES ORADA"
Bugüne kadar yazdığınız karakterlerden hangisini kendinize daha yakın buluyorsunuz? Hangisi size itici geliyor?
Mutlak iyi veya mutlak kötü; çok güçlü veya çok zayıf karakterler yazmamaya bakıyorum. Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Ferruh Ferman, Habip Hobo, Müntekim Gıcırbey, Hayati Tehlike, Abidin Dandini ve Atom Bombacıyan’ın hikayelerinde, sözlerinde yüzde 0,9 ila 17,4 oranında kendimden bir şeyler kattım. (Gülümsüyor.) Galiba sevmediğim, tümüyle itici bulduğum bir karakter yok romanlarımda. Şimdi düşününce, başka yazarların da kötü adamlarını filan tümüyle itici bulmuyorum galiba… Canetti’nin Profesör Kien’i insanı fitil eder, ama ilginç biridir. Hugo’nun polis şefi Javert’i tam bir baş belasıdır fakat yine de tümden sapık değildir… Bu anlamda roman, masaldan farklı. Kötü kalpli cadı, romana girdiğinde geceleri yalnız kalınca sessizce ağlayan birine dönüşür genellikle.
ROMANI YARIŞ ARABASI GİBİ TASARLIYORUM
Romanlarınız hızlı okunuyor. Bu sizin için önemli mi?
Elbette. Süratli okuma için gerekli teknik ayarlamaları yapıyorum. Romanı yarış arabası gibi tasarlıyorum. Okur isterse yavaş kullanır, ona bir şey diyemem. Yani, akıcı olan her romanı herkes bir solukta okumaz zaten.
Şiirinizin romanınıza katkısı var desek doğru olur mu?
Muhakkak. Şiirde mısraları, kelimeleri, heceleri tek tek tartarsınız. Şiir antrenmanlarından sonra romanın geniş sahasında daha kolay ve hızlı hareket edersiniz.
Sizin için ‘Chuck Palahniuk’u anımsatıyor’ diyorlar. Böyle bir benzetmeden mutlu musunuz mutsuz mu?
Tarantino filmleri ve Palahniuk romanlarına benzetenler çıkıyor. Bu tür hısımlıklardan rahatsız değilim. Birileri çıkıp ‘Bu adamın yazdıkları ile Tarantino ve Palahniuk’un işleri arasında şu farklar var’ diyene kadar beklemek daha doğru.
KİMİLERİNİ YAZMAYA HEVESLENDİRDİM
Kitaplarınız bir parça da olsa şiddet içeriyor. Estetize şiddet, özendirmek açısından zararlı olabilir mi?
Açıkçası, kimseyi cinayete azmettirdiğimi sanmıyorum. Hatta biraz iyimserce gelebilir, fakat kimilerini yazmaya heveslendirdiğim oldu galiba.
Önce romanın ilk cümlesi mi gelir size, kurgu mu?
(Gülüyor.) Önce ilk harf gelir. Sonra romanın final bölümü… İnanın bilmiyorum. Yemek yapmaya benzemiyor roman yazmak. Gerçi her romancının hatta her romanın yazılışı farklıdır sanırım.
Kelime oyunu denince ‘Nimetle oyun olmaz’ diyorsunuz. Siz yaptığınıza ne isim veriyorsunuz?
Edebiyat.
Gazete yazısı ve roman yazmak birbirinden ne kadar farklı?
Gazetecilik, bir kerede anlaşılacak metni yazmaktır. Romancılık ise ikinci defa okunmaya değecek metni yazmak.
Köşe yazısı hem kolay hem zor. Ben ne medya düzleminde ne de politik anlamda bir dava güdüyorum. Sadece, bir arkadaşımla konuşur gibi yazmaya çalışıyorum. Şöyle düşünün: Siz bir küçük yazı yazıyorsunuz, fakat binlerce insan size cevap yazabilir bir anda. Yani aslında okur da yazar, köşe yazarı.
İyi ki roman diye bir tür var. Yoksa yazarlık diye bir meslek, sanat olmazdı. Roman biraz vasiyet gibi. Daha hassas ve kalıcı bir metin.
Gazete yazılarınız hem güncel hem de saklanacak yazılar. Günlük siyasete de değinecek misiniz?
Teşekkür ederim. (Gülümsüyor.) Yeni Şafak’ta Süleyman Seyfi Öğün, bence Türkiye’nin en dikkate değer siyasi yazılarını yazıyor. Kim anlıyor? Siyaseti, medeniyet öncesi kan davalarını gütmenin bir perdesi gibi kullanan insanlar hiçbir şey anlamıyorlar. Siyasette, kültürel unsurlar yalnızca kimlik ve buna bağlı problemler, acılar üzerinden ele alınıyor. Bu kadar ateşli, bu kadar ilkel bir siyasi hareketlilik içinde kime ne söyleyeceksin? Neşet Ertaş’ı, Hababam Sınıfı’nı bile bir kimlik meselesinin araçları haline getiren kimselerin varlığından utanıyorum. Hangi kesimden olursa olsun. Siyasetin ve köşe yazarlığının artık yumuşaması, tatlanması gerekiyor. Birinin ağzının payını vermek kimseyi zeki yapmaz Bu, bereketsiz bir şeydir. Hepimiz sakin olmalıyız. Ben de sakin olacağım. Söz. Hüsrev Hatemi kadar sabırlı ve güleç olamam tabii, fakat deneyeceğim.
Siyasi gelişmeleri takip ediyor musunuz?
Tabii ki evet. Her gün gazeteleri okuyorum, haber bültenlerini izliyorum, yorumları gözden geçiriyorum. Ve çok üzülüyorum.
Neden?
Çünkü haberler kötü. Bir tek gün, bir tek gazete iyi bir haberi manşete taşımıyor. Varsa da ben görmedim. Görürsem, çerçeveletip duvara asacağım.
TEKLİF SADECE YENİ ŞAFAK’TAN GELDİ
Yeni Şafak’ta yazmaya başlayınca hayran kitlenizin bir kısmı buna şaşırdı. Kategorize edilmek sizi sıkıyor mu?
Hayran kitlem? (Gülüyor.) Murat Menteş hayranları çok iyi insanlar, fakat ben onlardan biri değilim. (Gülüyor.) Hayran kitlem diye bir şey yok. Ben hayranlık uyandıracak işler yapmıyorum.
Sizin bir dahi olduğunuzu söyleyenler var?
Dahi filan değilim. Çünkü kendi esprilerime gülüyorum. Okurlarım vardır, tamam. Onlarla bir nevi arkadaşız, dertleşiyoruz. Tanışmasak da (çoğunu da tanıyorum üstelik), kitaplar üzerinden ahbaplık ediyoruz. Eminim, okurlarım arasında benden daha iyi yazan veya yazacak insanlar var. Hayran-idol ilişkisinin iki tarafında olmak da istemem. Yeni Şafak’ta yazmama bozulanlar oldu evet. Yeni Şafak’ta benim yazmama kızanlar da oldu. Gelgelelim, söylemesi ayıp, ben eli iş tutan bir gazeteciyimdir. Yıllarca dergi çıkardım, röportajlar yaptım. Her neyse. Kategorize edilmek beni elbette sıkıyor. Bence herkesi sıkar. Kimse 24 saat ideolojik, etnik, dinî kimliğiyle yaşayamaz. Birbirimize kimlikten öte, kişilik sahibi olmayı yasaklamaktan vazgeçmeliyiz artık. Biraz özgürlükçü, yapıcı ve yüceltici olmak hepimize iyi gelir. Yeni Şafak, bana yazma teklifinde bulunan tek gazete. İbrahim Karagül bana güvendiğini söyledi. Ben de onun bu sözüne güvendim. Son derece insani bir münasebet bu.
Yazılarınız yayınlanmaya başladıktan sonra nasıl geri dönüşümler aldınız?
Romanları okunsun diye yazıyorum. Fakat gazete yazılarımın, bir harekete neden olmasını tercih ederdim. Açıkçası, çok tebrik, takdir mesajı alıyorum. Tamam da ben ‘Güzel, iyi, hoş olmuş, bravo’ densin diye yazmıyorum ki? TRT-2 hakkındaki yazım beğenildi. Eeee? Hani TRT-2? Kimse tartışmıyor bile. Anında unutuluyor. Bence, burada bir tuhaflık var. TRT mensupları bile oralı olmuyor. Ben, deliren bir toplumun popüler yazarı olmak istemiyorum. Milletimin toparlanmasına, aklını başına almasına, barışmasına, okumasına, düşünmesine katkı sunmak istiyorum.
KİMLİK DEĞİL KİŞİLİK ÖNEMLİ
Genel yaklaşımınız bu mu? Yani biraz yüzeysel bir barışçılık?
Bu meydan okumanız için müteşekkirim. En sıradan barışçılığı, en fiyakalı kavgacılığa tercih ederim. Bakın, barış için gereken enerji, savaş için gerekenden fazladır. Ayrımcılık, çatışma, kamplaşma, zıtlaşma… hepsi zihnen ve bedenen yorulmadan yürütülebilecek işlerdir. Gençken her yerde dövüştüm. Sokakta, evde, okulda, ringde… her yerde. 13 yaşındaydım ve kungfu hocam bana ‘Kungfucular asla dövüşmez. Kungfu bilmek, bütün kavgaları zihninde sonuçlandırmış olmaktır’ dedi. Ben bu sözü ancak 13 sene sonra anladım. Misal, Alevi-Sünni çatışması varsa, her iki taraf da zaaflarının kurbanı demektir.
Alevilik’e nasıl bakıyorsunuz?
Aşık olduğum ilk kız Alevi, İlk öğretmenim Alevi, en yakın komşumuz Alevi… Nasıl bakabilirim sizce? Türkiye’de herkes birbirinin acılarını kusur sanıyor. Öyle değil. Biraz insaf, biraz ihtimam, biraz şefkate ihtiyaç var. Hepimiz bu ülkenin çocuklarıyız. Alevi-Sünni, laik- dindar, liberal-sosyalist, Türk-Kürt, Müslim – gayrimüslim… hepsi kuzen, hepsi komşu, hepsi vatandaş. Kimlik değil, kişilik önemlidir.
Üzerinde çalıştığınız yeni kitabınızdan biraz bahseder misiniz? Konusu ne? Ne zaman yayınlanacak?
Çok yaşlı bir adam var. Genç bir adam var. Genç adam, yaşlıya bir tuzak kuruyor. Durumdan habersiz ihtiyar da bir adam öldürecek, bu iş için genci kullanmak istiyor. İkisi birbirlerine zamanla ısınıyorlar. Ve fakat geri dönüşsüz yollara girmiş bulunuyorlar. Bu arada gencin deli gibi sevdiği kız yıllar önce ölmüş. İhtiyar da torunu yaşında bir kıza aşık. Böyle yani. Tabii ki romanın bütününü taşıyan acayiplikleri anlatmadığım için, biraz sade görünüyor fakat öyle değil.
İşin içinde bilimkurgu da var, savaş, hastalık, ölüleri diriltme, dünya güzeli düzenbazlar ve sokak dövüşleri de. Kitabın son harflerini yerleştirmeye çalışıyorum.
Esaslı okur esaslı romandan önce gelir
‘Esaslı romanlar yazmak istiyorum’ diyorsunuz. ‘Esaslı roman’ deyince ne anlamalıyız?
Bence, Avrupa tarihinin şematik yapısı yakıştırmalarla dolu. Ne diyorlar? ‘Köklerimiz Antik Yunan’dadır, Coğrafi Keşifler yaptık; Rönesans ve Reformla Aydınlanma Çağı’na girdik, birey olduk; Sanayi Devrimi, özgürlükçü hareketler, cinsel devrim… derken bugünlere geldik.’
Bizde de benzer bir şema var: ‘Orta Asya’da kuraklık oldu. Hazar ve Karadeniz kıyılarından geçerek buralara geldik. Osmanlı şöyleydi, böyleydi. Atatürk bizi kurtardı…’
Bana sorarsanız, Avrupa öncelikle kağıt üzerinde kurulmuştur. Shakespeare, Schiller, Goethe’den itibaren özellikle 19. yüzyılda güç kazanan edebi anlatılar ve bilhassa roman, Avrupa’da bir insan imgesi biçimledi. Balzac, Hugo, Flaubert, Dickens, Austen, Tolstoy, Turgenyev, Dostoyevski, Stendhal Avrupalı işadamı, romantik, deli, centilmen, leydi, katil, entelektüel, bağnaz… bin çeşit insanı adeta katalogladılar.
Avrupalılar bizden üstün mü yani?
Avrupa Birliği’ne girersek, benim hayatımda hiçbir şey değişmez. Ben üstünlükten bahsetmiyorum. Kierkegaard ‘Hayat ileriye doğru yaşanır, geriye bakarak anlaşılır’ demiş. Geriye bakınca gördüğümü anlatıyorum.
Avrupa medeniyetinin ve Avrupalı insan tipinin temelini roman mı teşkil ediyor?
Nihai tahlilde evet. Fakat zannetmeyin ki aristokrasi, romanı baş tacı etmişti. Jane Austen, Gurur ve Önyargı’nın kapağına adını yazdıramamıştı. ‘Bir hanımefendi tarafından kaleme alınmıştır’ ibaresi yer alıyordu kapakta. Roman, bilinçaltını Freud’dan önce, sınıf çatışmasını Marx’tan önce gündeme getirmiştir. Jules Verne için ‘Teknoloji kahini’ derler. Aya ilk giden adam benim nazarımda, Aya Seyahat’in yazarıdır. Biz, kültürel kodlarımızı, şiire işledik. Terbiyemizin de, bilgeliğimizin de taşıyıcısı şiir olmuştur.
Biz şiirle besleniyorsak, romanın bizim için önemi ne olabilir?
Albert Camus ‘Biz, egzistansiyalizmi kavratabilmek için piyesler ve romanlar kaleme aldık’ diyordu. Yani, teorik ifadenin canlılık kazanması, ete kemiğe bürünmesi için. Bu, aslında bütün öğretiler için geçerlidir. İslam’ı da, Zen Budizm’i de, sosyalizmi de kıssalarla, romanlarla, mesellerle daha iyi anlarız. Fakat bu sözümü, romanlar bir öğretiyi anlamak için okunur şeklinde almayınız. Çünkü her bir okur, metnin karşısına kendi içindeki metinlerle çıkar. Ben mesela, Zen hikayelerini bir Budist gözüyle okuyamam.
Esaslı romana dair bir şey söylemediniz?
Esaslı okur, esaslı romandan önce gelir. Kendi adıma birçok romanı okurken olacaklara ilişkin fikir yürütüyorum. Eğer yazar daha iyi çözümler getirmişse, teslim oluyorum, değilse, zihnimdeki versiyonu hafızaya aktarıyorum.
Romanın Batı için bu kadar önem taşıması ve Batıda doğmuş bir tür oluşu, bize uygun olmadığını göstermez mi?
Hiç ilgisi yok. İnanın bana. ‘Roman, bütün türlerin toplamıdır’ diyor Bakhtin. Bizim destanlarımız vardı bir kere… Daha önemlisi şu: Nasıl ki Amerika’yı Batılılar keşfetmediyse, roman da Batı’da doğmadı. Yani, Avrupalılar Amerika’ya gittiklerinde orada yerliler vardı zaten, değil mi? Fakat adamlar kendilerini ‘tarihin öznesi’ olarak konumladıkları için, kendilerinin işlemedikleri verileri, bilgileri, varlıkları, insanları yok saymışlar. Roman asıl Uzakdoğu’da, üstelik 11. Yüzyılda doğmuştur. Kültürlerarası etkileşime gelince, Batı’dan aldığımız, Batı’ya verdiğimiz yüzlerce ürün, fikir, şarkı, ne bileyim… boncuk var. Kelimeler gidip gelir. Notalar gidip gelir. İnsanlar gidip gelir. Bünyemize uygun olanları alırız, olmayanları kenara koyarız. Bazen de bulutlar gidip gelir. Yağmuru reddedemezsin. Operaya pek ısınamamışızdır belki, fakat roman ile opera aynı şey mi?
Avrupa’yı suçluyor musunuz?
Kendi tarihsel kimliklerini şematize ederken rötuşlar yaptıkları için mi? Asla suçlamıyorum. Kendilerini merkeze yerleştirdikleri için de onları kınamıyorum. Kimliklere yüklenen anlam, kişilik sahibi olmaya giden yolu aydınlatıyorsa, buna hepimiz saygı duymalıyız.
Bütün dillerden kelime alalım
Kelime alıp vermekten söz ediyorsunuz. Kitaplarınızda eski ve yeni kelimeleri birarada kullanıyorsunuz. Neden?
İngilizce’de 400 bin ila 500 bin kelime olduğu söylenir. Nasıl olur? İmparatorluklar, fethettikleri ülkelerin dillerini de kendi dillerine katıyorlardı. Bu, müthiş bir ifade gücü, zihin enerjisi ve düşünsel derinliğe imkan veriyordu. Sadece politik ve ekonomik nedenlerden değil, İngilizce, kelime konusundaki esnekliğinden ötürü 75 ülkenin resmi dilidir. Biz hâlâ kaç kelime aldık, niye aldık, almasa mıydık?.. hesabı yapıyoruz. Shakespeare’in metinlerindeki kelime zenginliğinin istatistikleri gururla sergilenir. Çünkü kelimeden vazgeçtin mi, artık o konuda insan gibi düşünemezsin. Bizim en büyük, en acıklı hatamız, dilimizi yabancı kelimelerden temizleme çabasıdır. ‘Arapça’dan, Farsça’dan bize kelime gelmesin.’ Hiç olur mu?! Bütün dillerden kelimeler gelsin. Onları bir bir torna tesviyeden geçirelim, dilimize, seslerimize uyar hale getirelim ve sonsuza dek onlarla konuşalım… Hazinemiz kelimelerle dolsun.
O zaman Türkçe ne hale gelir?!
Torna tesviye dedim. Bu hep böyle olmuştur. Biz ne diyoruz? ‘Yoğurt.’ İngilizler? ‘Yogurt’ yazıp ‘Yougat’ okuyor. Dillerine yerleştiriyorlar. Bütün dillerin birinci özelliği sestir. Kelimeyi alırım, kendi sesime uyarlarım. Dilin ikinci özelliği mimarisidir. Yani cümle yapısı. Özne, nesne, dolaylı tümleç, edatlar, ekler, yüklemler… Cümlede ve kelimede nereye geliyor? Dilde hangi zamanlar var ve bunlar nasıl ifade ediliyor? Dilden kelime atmak, bir insanın bir gözünü çıkarıp, kendi kulağını kesip çöpe atmasına benziyor.
TWİTTER CEHENNEME BENZİYOR, HERKES ORADA
Sizin bende, hayatı bir çizgi roman ya da bir filmmiş gibi algıladığınıza dair bir imajınız var. Öyle mi?
Bence hayat; kitaplar ve filmlerden daha muhayyel. Robert Luis Stewenson ‘Mazide kalmış vakalar ile kurmaca hikayeler arasında hiçbir fark yoktur’ der. Bana, ‘şimdi’ ‘şu an’ da kurmaca gibi geliyor. Fakat daha intizamsız. Bilim adamları, bugüne dek 110 milyar insanın yaşayıp öldüğünü söylüyorlar. Bundan birkaç ay önce dünya nüfusu 7 milyara tamamlandı. Toprağın altı, üstünden katbekat kalabalık. Çok acayip. Bu tür bilgiler başımı döndürüyor.
İlginizi çeken şeylerin peşinden gitmeyi mi tercih edersiniz, yoksa yapmanız gerekenlerin mi?
Bilmiyorum. Diyebilirim ki ‘İlgimi çekenlerin peşinden giderim. Kısa bir süre sonra onlar yapmam gereken işlere dönüşür.’ Fakat bu doğru değil. Cevabı olmayan bir soru sordunuz. ‘Kaderimin kaptanı’ olduğumu sanmıyorum.
Sosyal medyaya yakın durmuyorsunuz. Twitter sizin için nasıl bir mecra?
Twitter cehenneme benziyor, herkes orada.
Twitter’da yazdığınız bir tweet yüksek sayıda retweet ediliyor. Bu da romanınızın okunması gibi bir his veriyor mu?
İkisi bambaşka şeyler. Biri elma ise öbürü helikopter.
Kıyafetleriniz ve gözlükleriniz de tartışılıyor. Modayı takip ediyor musunuz? Yoksa kendinize yakıştırdığınızı mı giyersiniz?
Modayı cansız mankenler takip eder. İyi giyinen biri sayılmam. Parfüm bence kıyafetten daha önemli. (Gülüyor.) Şaka yapıyorum. Gözlüklerim tartışılıyor demek? Kol saatlerim aslında daha ilginçtir. Her neyse. Ben yakışıklı veya şık biri değilim. Giyinik olmaktan memnunum, o ayrı.
Kıyafet alışverişinizi kendiniz mi yaparsınız yoksa sizi yönlendiren biri var mı?(Gülüyor.) Yönlendirme derken… Uzaktan kumanda gibi mi? (Robot sesiyle konuşuyor:) ‘Tişörtü giy, şimdi o şapkayı yavaşça yere bırak, sakin ol…’
Emeti Saruhan
Yeni Şafak