İrlanda’nın Kafka’sı

Kitap
A. Ömer Türkeş’in kitap kritiği ‘Üçüncü Polis’, İrlandalı yazar Flann O’Brien’ın Türkçedeki ilk kitabı. Oysa ne O’Brien yeni bir yazar ne ‘Üçüncü Polis’...
EMOJİLE

A. Ömer Türkeş’in kitap kritiği

‘Üçüncü Polis’, İrlandalı yazar Flann O’Brien’ın Türkçedeki ilk kitabı. Oysa ne O’Brien yeni bir yazar ne ‘Üçüncü Polis’ yeni bir roman. Eğer yaşasaydı, bu yıl içerisinde yüz yaşına basacaktı O’Brien. Eğer yazıldığı yıl yayımlansaydı, ‘Üçüncü Polis’ romanı altmışını dolduracaktı. Kısacası, bizim açımızdan bakıldığında çok gecikmiş bir tanışma. Ama bu durum O’Brien’i şaşırtmazdı herhalde. Çünkü James Joyce ve Samuel Beckett ile aynı dönem ürün veren O’Brien’in yıldızı –kendi ülkesinin edebiyat alemlerinde de- bir türlü parlamamış, romanlarının değeri ancak ölümünden sonra anlaşılmış, yazara ‘Üçüncü Polis’in ilk baskısını görmek bile nasip olmamıştı…

Daha önce hiç tanımadığınız bir yazarın romanını elinize almışsanız ve eğer hikâye “İhtiyar Philip Mathers’ı, çenesini kürekle paramparça ederek nasıl öldürdüğümü herkes bilmez” cümlesiyle başlamışa, peşin hükümlerin yanıltıcılığını bildiğiniz halde ister istemez bunun bir polisiye olduğunu düşünürsünüz. Evet, ben de peşin hüküm vermekle bir kez daha yanıldım. Para için işlenmiş bir cinayet, cinayetin failleri, kayıp paralar ve paranın peşine düşen bir roman kahramanı var hikâyede, ama ‘Üçüncü Polis’in polisiye türle ilgisi ancak Kafka’nın ‘Şato’su ya da ‘Dava’sı kadar. Yani polisiye bir metin okumayacaksınız. Kafka ve romanlarını anmam boşa değil; çünkü O’Brien’in ‘Üçüncü Polis’te ele aldığı temalar ve temaları işleme biçimi çağdaşı Kafka’yı hatırlatıyor. Aralarındaki yegane fark, Kafka’nın absürdle anlattığı cehennemi O’Brien ‘in gerçeküstü bir yaklaşımla ele almasında. O gerçeküstü niteliğidir ki romanın yayımlanmasını engelleyecek, ‘Üçüncü Polis’in kitaplaşması 1967 yılında gerçekleşecekti.

Yeniden hikâyemize dönelim. Romanın kahramanı cinayet işlediğini itiraf eden anlatıcının kendisi. İlk yirmi sayfada çocukluğundan cinayete ve sakladıkları parayı almaya gittikleri geceye kadar geçen süreyi kısaca özetliyor: Anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiş, yatılı okulda yetişmiş, okulu bırakıp çiftliğe döndüğünde ailesinden kalan malları idare eden –aslında çalıp çırpan- John Divney ile tanışmış. Anlatıcının en büyük hayali, okulda kitaplarını okuyup büyük hayranlık duyduğu De Selby isimli bir yazar hakkında kapsamlı bir inceleme kitabı hazırlamak. Maddi durumları iyice bozulduğu için Divney tarafından ihtiyar Mathers’i soyma fikrine ikna edilen genç adam, elde edeceği parayla kitabını yayımlatmak niyetindedir. Ancak soygunu yaparken Mathers’i öldürmek, para kutusunu ise ortalık yatışana kadar parayı saklamak zorunda kalırlar. Parayı almaya gittikleri gece, elini kutuya uzattığında tuhaf bir an yaşar:

“Bunun ne olduğunu tanımlamaya çalışmak beyhude bir çaba olur, ama şu kadarını söyleyebilirim ki, olan biteni az çok idrak etmeye kalmadan korkudan ödüm patlamıştı. Bende ya da odanın kendisinde tarifi mümkün olmayan ama mühim ve olağanüstu bir değişiklik olmuştu. Sanki gün ışığı tabiata aykırı bir şekilde birdenbire değişivermiş, gecenin ısısı bir anda muazzam bir dönüşüme uğramış ya da sanki havadaki yoğunluk göz açıp kapayıncaya kadar iki katı azalmış ya da artmıştı. Belki de bütün bunlar ve diğer her şey aynı anda olup bitmişti, çünkü duyularım tamamen sersemlediğinden hiçbir şeye anlam veremez olmuştum. Yerdeki boşluğa daldırdığım sağ elimi mekanik bir şekilde kapatıp hiçbir şey bulamayınca bomboş bir halde geri cektim. Kutu ortadan kaybolmuştu!”

Döngüsel bir cehennem

Ve arkasından gelen sesle başını çevirdiğinde iyice sersemleyecektir; karşısında donuk ve delici gözlerle kendisine bakan kişi öldürdükleri ihtiyardır… Hikâyenin bu noktasında gerçeklikten ayrılıp gerçeküstünün alanına geçiyoruz. İrlanda kırsalında, hiç bilmediği bir yerlerde umutsuzca kayıp kutunun peşine düşen anlatıcının yolu tuhaf bir karakola, karokolun birbirinden tuhaf polislerine düşerken hikâye de içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Komik olaylara rağmen tedirginlik duygusunun giderek yoğunlaştığı hikâyenin bundan sonrasını özetlemek muammanın kilidini açmak anlamına gelecek. Bu nedenle daha fazla uzatmıyorum.

Bunaltıcı, gotik bir atmosfer kuran ‘Üçüncü Polis’, tıpkı Kafka’nın ‘Şato’su gibi, aranılana bir türlü ulaşılamayan döngüsel bir arayış hikâyesi. Aranılandan ziyade arayanın kimliği ve arayışın sürdürüldüğü dünyanın görünümü öne çıkıyor. Anlamını çözemediği bir dünyada, aslında cehennemi bir dünyada yalnız kalmış bireyin trajikomiğini anlatmış O’Brien. Trajikomik bir hikâye ama yazarın başlangıçta böyle niyeti bulunmadığı yazdığı bir mektupta kullandığı ifadelerden anlaşılıyor; “Aslında hikâyenin çok komik olması gerekiyor, ama bundan da o kadar emin değilim artık(…) Hiçbir kuralın ve kanunun (yerçekimi kanununun bile) geçerli olmadığı ölüler –lanetli– dünyasıyla ilgili bir şey yazmak bir dolu münasebetsizliğe ve matrak espriye zemin hazırlıyor.”

Kafka’nın yaptığı da bu değil miydi? Modern dünyada bireyin içine düştüğü hayatın hem trajik hem komik yanını ortaya koyarken o da kural ve kanunların buharlaştığı bir kurmaca dünya yaratmıştı. Öyle bir dünya ki; bitmemiş olanın tekrar başladığı, aşina olanın yeniden keşfedildiği, halihazırda çekilen ıstırabın bir kez daha yaşandığı, hatırlanmayanın hemencecik unutulduğu cehennemi andıran bir yer. “Şekil itibarıyla dairesel, yapısı itibariyle nihayetsiz, tekrarlayan ve fazlasıyla katlanılmaz.”

‘Üçüncü Polis’in Türkçeye gerek İrlanda edebiyatını gerekse Flann O’Brien’i çok iyi tanıyan bir çevirmen eliyle kazandırılması romanı anlamak açısından büyük yarar sağlamış. Gülden Hatipoğlu’nun önsözü yazarı ve romanı kuşatıcı mahiyette. Baskıcı ve bağnaz siyasi ve toplumsal yaşantısıyla bireyi boğan İrlanda’yı O’Brien’ın böyle bir hikâye içinde teşhir edişini çok iyi özetliyor; “Üçüncü Polis’te, İrlanda’da mitik ideallerle kurgulanan ulusal kimliği gercek kılmak adına bireyi, yaşamı ve sanatı absurdluk derecesinde yerelliğe hapseden ‘polis devlet’ anlayışı tiye alınır. Hem devlet soyleminde hem de gelenekci edebiyat soyleminde yuceltilen kırsal, O’Brien’ın romanında bilinen her turlu fizik prensibinin gecersiz olduğu, gerceklikten uzak, adeta masalsı bir yer olarak tasvir edilir. Bilinen gercekliğin kurallarıyla işlemez. Kurgulanmış bir oyun dunyasıdır adeta, polislerin oyun bahçesidir.” Bu ifadelere küçük bir ek; Kafka’nın ‘Dava’sındaki mahkeme binasıyla O’Brien’in polis karakolu arasındaki benzerlik de dikkat çekici.

Romanın biçimsel yeniliğinden söz ederek bitirelim: Kayıp kutunun peşinde İrlanda taşrasında çırpınan kahramanımızın elindeki yegane rehber De Selby’nin yazdıklarından aklında kalanlar. Kuşkusuz De Selby adlı bir yazar yok. O’Brien –Lovercraft gibi- günümüz post-modern edebiyatın çok sevdiği bir kurguyu çok önce kullanmış. Hayali bir yazarın hayali kitaplarından yaptığı alıntılar, verdiği dipnotlarla hikayesini ve gerçekliği içinden çıkılmaz bir biçime sokarken metnin metoforik zenginliğini de sağlıyor.

Yaşarken romanları hak ettiği ilgiyi görmeyen O’Brien’ın ölümünden sonra adeta yeniden keşfedildiği yılların, postmodernizmin ufukta belirdiği zamana denk gelmesi elbette bir rastlantı değildir, çünkü yazarın romanlarında sorguladığı meseleler tam da postmodern eleştirinin odağına aldığı sorunsallardır. Parodi ve hicvi muzipce kullanarak dilin anlamı iletmede, hatta oluşturmada üstlendiği kurgusal rolu alaşağı etmesiyle ve gerceklik dediğimiz kurgunun maskesini duşurmesiyle, Avrupa henuz postmodern kelimesini duymamışken postmodernist olmuş bir yazardır O’Brien. [Radikalkitap]