İhsan Oktay Anar’ın beş yıllık suskunluğundan sonra, merakla beklenen yeni romanı Yedinci Gün okurla buluştu. Bir cinayet romanı gibi başlayan, bilimkurgu gibi devam eden kitapta bu kez Uzun İhsan Efendi yok ama başka bir İhsan var: İhsan Sait.
İhsan Oktay Anar, başından beri okurlarını masalsı bir dünyanın içine çekerken, bu dünyayı postmodern bir oyunun sahnesi olarak da tasarladı. Bir yanda Osmanlı Türkçesinin imkânlarından fazlasıyla yararlanan benzersiz bir dille örülmüş, çoğu zaman ilginç ve muzip bir hikâye anlatırken, öte yanda metinlerarası ironi yöntemiyle kurulmuş yeni katmanlar sundu okuruna. Görünürdeki hikâye kadar dipte akan, sürekli başka hikâyelere göndermede bulunulan, zamanla yazarın kendi kitapları arasında da bağlar kurarak bu oyunu daha da üst katmanlara taşıyan bu tercih, Anar’ın kısa sürede ilgi odağı olmasını sağladı. Ama bu ilginin aksine, görünür olmayı hiçbir zaman istemedi romancı. Öte yandan, İhsan Oktay Anar bir yazar olarak gündelik hayattan ne kadar çekildiyse, her romanında ortaya çıkan Uzun İhsan karakteri yardımıyla da okura varlığını hep belli etti. Örneğin Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabının bir yerinde bu oyuna okurunu da davet eder adeta: “Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? Galata’da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek?” Okurunu her zaman düş ve gerçek, oyun ile ironi ve bütün bu unsurlara ilave olarak sonsuz bir zaman tartışmasının içine çeken İhsan Oktay Anar’ın, beş yıllık suskunluktan sonra yayımlanan, merakla beklenen yeni romanı Yedinci Gün’de bu sefer Uzun İhsan Efendi yok ama başka bir İhsan var: İhsan Sait.
Bu kez II. Abdülhamid devrinde
“Baba”, “Oğul” ve “Hayalet” adlı üç bölüme ayrılan Yedinci Gün’ün asıl kahramanı İhsan Sait’e gelene kadar, tıpkı Suskunlar’daki arayış sahnesi gibi, okurlarına bir sineğin peşinden etkileyici bir İstanbul gezisi yaptırarak başlıyor romanına yazar. İhsan Oktay Anar, romanlarında görmeye pek alışkın olmadığımız yakın bir tarihteyiz bu kez. II. Abdulhamid döneminden sahnelerle başlayan Yedinci Gün, İstanbul’da yanmış halde bulunan şeyh cinayetleriyle sürüyor. Okurunu bu cinayetlerin peşinden sokak sokak gezdiren Anar, çok geçmeden ilginç, sonradan imanı seçen, bilim âşığı bir kahramanla tanıştırıyor bizi: Paşaoğlu. Zengin bir paşanın varlıklı oğlu olarak İstanbul sokaklarında gezinirken tanıştığı bir zâtın tesiriyle cami ve radyo istasyonu benzeri bir mekânda, radyo dalgaları yardımıyla ezanı dünyanın dört bir yanına iletmeye çalışırken buluyoruz Paşaoğlu’nu. Ancak yaptığı işte başarılı olamadığını fark eden Paşaoğlu şeyhlerin “yardımına” ihtiyaç duyar. Kambur yardımcısı Bevval’in desteğiyle şeyhleri birer birer “demir minarelerin” bulunduğu bu yere getirtir. Yaklaşık elli sayfa boyunca tam da kendimizi bu ilginç adama alıştırmışken birdenbire romana yepyeni bir kahraman dâhil oluyor. İhsan Sait adlı bu kurnaz adamın zamanla Paşaoğlu’nu ortadan kaldırıp radyo istasyonunu ele geçirmesi, radyo üzerinden bir Alman’la satranç müsabakası düzenleyip zengin olma hevesine düşmesi gibi gelişmelerin ardından, Anar’ın romanlarında sıkça karşımıza çıkan büyülü olaylar birbiri ardınca görünmeye başlıyor.
Günün birinde radyo istasyonu-cami karışımı mekânın kasasında bir zarf bulan İhsan Sait, zarfta bir tayyare ve zeplin yapım planı bulur. Birkaç gece sonra da aynı kasada Prenses Döjira adlı bir kadın tarafından kendisine yazılmış bir mektup ve prensesin fotoğrafı vardır. İşin garibi, mektup gelecekten yazılmıştır ve İhsan Sait’ten gelip kendisini bulmasını istemektedir kadın. İhsan Sait, yazışmaya başladığı ve fotoğrafına âşık olduğu bu kadına ulaşmanın yegane yolunun kasada planları bulunan tuhaf aleti yapmaktan geçtiğini anlar. Zeplinle gelecekteki kadına ulaşmaya çalışırken, diğer yandan oğlu olduğunu iddia eden Ali İhsan’la tanışır. Ama oğlunu umursamayıp zeplinin yapımına devam eder kahramanımız. En sonunda da Almanların saldırılarından güç bela kurtularak kendisini zeplinde dondurup geleceğe doğru bir yolculuğa çıkar.
Kitabın ikinci bölümü savaş döneminde geçiyor. Babasının aksine bir iyilik timsali olarak resmedilen Ali İhsan’ı zorlu kış şartlarında Ruslara karşı savaşırken görürüz. Ama çok geçmeden aslında bu bölümde anlatılan kişinin oğul değil, İhsan Sait olduğunu fark ederiz. Kibriyle işlediği günah ve cinayetleri unutmak için oğlunun suretine bürünen İhsan Sait, insan-ı kâmil olmak için ikinci kez donar ve geleceği bekler.
Yedinci Gün’ün son bölümü “Hayalet” ise daha yakın bir dönemde hayat bulur. Bu kez, bir yandan Öztürkçe şiirler yazıp bunları dergilerde yayımlatmaya çalışan, öte yandan gayet sıradan bir hayat süren İdris Âmil Zula adlı bir kahraman yardımıyla bizi Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ve Türk milliyetçiliğinin oluşum aşamalarına götürüyor İhsan Oktay Anar. İdris Âmil’in izinin sürüldüğü bu bölümde İhsan Sait bir hayalet olarak yeniden romana dâhil oluyor.
Cinayet, bilimkurgu, yakın tarih
İhsan Oktay Anar, Osmanlı’nın son yıllarından başlayıp Cumhuriyet’in ilk yıllarına bağladığı romanda, bizi nefis hikâyeler yardımıyla birbirinden garip ve muzip karakterlerle tanıştırırken, öteki kitaplarının aksine yakın tarih eleştirisine soyunuyor. Suskunlar romanında Tevrat’a gönderme yaparak dünyanın altı günde yaratıldığını, yedinci gün dinlenildiğini ve Allah’ın bu günü kutsadığını vurgulayan Anar, bu kez bir bakıma yedinci günde yaratılmış bir ülkenin kaderini, üzerinde yaşayan insanların hikâyesiyle göstermeye çalışıyor. Bunu yaparken de her zaman olduğu gibi sonsuz bir göndermeler ağı kuruyor. Bu göndermelerin en önemlisi ise Zülkarneyn adı etrafında toplanıyor. Çeşitli kaynaklarda kendi kendine uçabilen bir araçla gezegenler arasında seyahat ettiği rivayet edilen, kimi İslam âlimlerince Büyük İskender olduğu ileri sürülen, hatta daha da ileri giderek Türklere gönderilmiş bir peygamber olduğu bile iddia edilen Zülkarneyn’le ilgili bütün bu bilgileri gayet etkileyici bir şekilde İhsan Sait etrafında birleştiren Anar, bir yandan Zaman meselesini hikâyesinin odağına yerleştiriyor, diğer yandan âlemlerin ve insanın yaradılış söyleni odağında yakın tarihe, bir bakıma Türk insanına ve zaafların asilleşmesine, erdemlerin ardındaki günahkârlığa odaklanmamızı sağlıyor. Bir cinayet romanı gibi açılıp bilimkurguyu andıran bir atmosferle devam eden, yakın tarihin parodisi olarak da okunması mümkün olan Yedinci Gün, birçok kahraman ve olaya göndermelerle örülü bir roman. Bu göndermeleri çözen okur, romandan daha fazla lezzet alacaktır şüphesiz. Ama Umberto Eco’nun deyişiyle, bütün bu göndermeler ağını çözemeyen okur olsa olsa, fazladan bir göz kırpmasını kaçırmış olacaktır sadece.
Geriye elbette, her kitapta olabilecek kimi kusurlar kalıyor ama İhsan Oktay Anar, tam da romanın sonunda devreye girip bu kusurlar hakkında konuşacak olanlara gerekli cevabı veriyor: “[İhsan Sait] dünyada olup bitenleri bir bir yedi kişiye yazdırdı. Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi. Allah kabûl etsin!”
YEDİNCİ GÜN, İHSAN OKTAY ANAR, İLETİŞİM YAYINLARI, 240 SAYFA, 17 TL