Hayatı, hayatımızı, farklı kanallar üzerinden tanımlayabiliriz. İyi ya da kötü anıları, anılarımızı, herhangi bir duyumuza tutunarak geri getirmemiz mümkündür. Bir şarkı ya da bir koku, bir renk ya da bir sertlik hissi bizi geçmişimizin belli bir dönemine geri götürmede aynı güçlü rolü üstlenebilir. Fakat sonuçta hangi duyumuzu seçeceğimiz biraz da neyi hatırlamayı tercih ettiğimize bağlıdır.
İşte bir gastronom: ölüm döşeğinde, son gününde, hayatı boyunca oynadığı ‘küçük tanrıcılık’ oyununun son perdesinde. Her zamanki kadar mağrur, her zamanki kadar katı, her zamanki kadar çekilmez, ama tutunduğu dalı bırakmamak konusunda kararlı. Onun yaşamı, aslında yemekleri değil de yemeklerin damakta bıraktığı izleri yorumlayarak geçmiş. Şimdiyse Proustvari bir edayla -ve bu edayı, onun meşhur madlen kurabiyelerini açık açık kötülemek suretiyle doğrulayarak- yatağında uzanıyor ve damağında kalmayı başarmış lezzetlerle geçmişe uzanarak hayatının son dakikalarında ne yemek istediğini, kendisi gibi bir ilahın ağzına atılacak son lokma olma şerefine hangi yemeğin ya da yiyeceğin nail olacağını bulmaya çalışıyor.
Fransa gibi yemeğin neredeyse din mertebesine ulaştığı bir ülkede esaslı, kalemine kıymet verilen bir yemek eleştirmeninin de bir tür tanrı sayılması kaçınılmaz. Zaten kitabın başkahramanı da “Böyleydik işte, efendiler ve üstatlar olarak Fransa’nın en görkemli sofralarında hüküm sürerdik. (…) Kimleri meşhur etmedim, kimlerin haddini bildirip itibarlarını iki paralık etmedim ki!” derken en ufak bir tevazu kırıntısı göstermeye yanaşmadığını açıkça ortaya koyuyor. Göstermesine de gerek yok, çünkü birkaç sayfa sonra anlatmaya başladıklarından, daha doğrusu anlatış şeklinden anlıyoruz ki, ‘yemek eleştirmeni’ unvanını hak etmek için yemeğin iyisinden anlamak yetmiyor. Gurmelik, asıl bir lezzetin ağızda ve zihinde bıraktığı izlenimi en doğru ve güzel şekilde kelimelere dökme yeteneğinde yatıyor; yani sözcüklerin büyüsünde.
Taraf