Kitabın daha başında, belki de kimselerin dikkatini çekmediği bir hususu ele alan yazar, Müslüman toplumların Müslüman öğrencilerinin Amerikada Yüksek Öğrenim görüp ülkelerine liberal militanlar olarak geri döndüklerini hatırlatıyor bize.
Yine başka bir mühim hatırlatma olarak da; Allahın Rasulünün, toplumuna yepyeni bir dil, yepyeni bir söz ve yepyeni bir sistemle gittiğini ve her türlü hiyerarşiyi ve gelenekçiliği elinin tersiyle yitiverdiğini, bugünün Müslümanlarına düşenin de bu tavrı ve tarzı güncelleyerek devam ettirmek olduğunu bildirerek okuyucunun teyakkuz haline geçmesi amaçlanıyor.
Müslümanlar olarak kronikleşen en büyük hastalığımızın, tarihe tanık olmak adına şumullü bir yönteme ve içeriğini bizim hazırladığımız bir gündeme sahip olamayışımızı sebep olarak görmektedir yazarımız.
Farkında olmadan, İslam toplumları olarak Yahudi ve Hristiyanlığın geleneklerinin kavramlarının modern baskılarıyla kendi zamanlarımızdan uzak kaldığımızı esefle sezinliyoruz. Öyle bir hale gelindi ki artık, her yerde ve herkes tarafından "Küresel Şüpheli" muamelesi görür olduk.
Bugünün en büyük ve en önemli sorunu olarak, Ümmetin kendine ve ilkelerine ait yeni bir düşünsel, kültürel, siyasal rol, inisiyatif ve irade sahibi olamamasını kabul edebiliriz, ya da etmeliyiz. Yabana atılacak veyahutta görülüp geçilecek bir enkaz niteliği taşımıyor bu sorun. Daha büyük ve derin; ve hatta belki de en köklü meselemiz…
Yenilenme ve yeniden inşa sorumluluğunda olan kitleler, her türlü bağnazlığı, aşırılığı, mezhep, hizip, gurup, cemaat gibi bencillikleri aşmalı ve Ümmeti kuşatan, Ümmetin renklerini içeren kültür ve mekan farklılıklarını sorun olarak görmeden kuşatıcı ve evrensel ufka, yoruma sahip olmanın planları yapılmalıdır. Ve aynı minvalde, müçtehit karakterli düşünürlere, alimlere ihtiyacımızın farkında olunmalıdır. Bu içtihat kadrolarının, tamamen bağımsız, ahlakî derinliklere ve niteliklere önem verecek vasıf taşımaları gerekir. Zaten ilim de, buradan doğar, büyür ve dallanıp budaklanır. Bu yanımızın eksikliğini ne kadar çok yaşıyoruz değil mi? Herkes mezhebinin ya da cemaatinin alimi olmuş gitmiş!
Sevdamızı ve kaygılarımızı muhakkak surette yazmalıyız ve taşımalıyız genç-yaşlı dimağların cümlesine. Lakin yazmaktan da evla olan bir hal vardır ki; o da ahlakî duruşumuz, ahlakî mevcudiyetimizdir. Değerlerimize ve umutlarımıza, davranışlarımızı giydiremezsek, sözlerimiz saman alevine dönüşür ve uçar gider.
Yine Müslümanlar, lüksten, israftan, debdebeden, ihtişam tutkularından arî olarak servet ve mülk sahibi olabilmeyi başarabilmelidir. Tabi bu başarıya giden yolun, ahlakî, vicdanî ve hukukî sınırlara titizlikle bağlı olmaktan geçtiğini unutmamak gerekir.
Günümüzde İslamî cemaatlerin İslamî Hareketlere dönüşmemesi ne garip! Çünkü İslamî hareket muhalefeti, eylemi, tavrı ve mücadeleyi zorunlu kılar. Ama İslamî olduğu kabul edilen cemaatlerin, neredeyse, hiçbirinde İslamî Hareket içeriği ve tonu gözükmüyor. Hem İslamî Hareket; İslamı bir hayat ve siyaset tarzı, dünya ve ahiret görüşü olarak hayatın bütün yönlerini içerisine alacak şekilde, hayatın tümünü İslamî esaslara göre dizayn etmek demek değil miydi? Hayatın bütün yönlerini ve boyutlarını esas almayan, dikkate almayan algı, asla İslamî algı olamaz.
Radikal olmayı unuttu artık Müslümanlar. Farklı ufuklara, yorumlara ve çözümlemelere kapalı kalmak değildir Radikal olmak. Radikal olmak, her türlü gayr-i İslamîliklere, statükolara ve statükoculara karşı vahyin gücüne sarılarak bir perspektif, program ve strateji belirleyip mücadele yoluna koyulmanın bir diğer adıdır.
Bütün bir kavram ve gayelerimizi, kavramsal ve kurumsal olarak bina edemezsek ya da edemiyorsak; kendimizi gerçekleştiremeyişimizin, bir var oluş gergileyemediğimizin hali pür melalidir bu. Somut veriler sunulmazsa çağın idrakine, soyutluklar denizinde bir batıp bir çıkma hallerimiz sürmeye devam edecek demektir.
Hani o erdem yolcusu takvalılarımız? Ahlakımızı, bir bütünlük, derinlik ve içtenlikle yaşayıp Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olmak değil de, başka nedir takvalı olmak? Allahın sınırlarını gözetme boyutu basite indirgenemez. Irkçılık ki, Allahın sınırlarını küstahça çiğnemenin en alçalmışlığıdır.
Kur’anla olan ilişkimize bir bakmaya ne dersiniz? Hikmetli bir yaklaşımla bilincimizi ve kalbimizi Kur’ana adayarak, Onun öğrencisi olarak yaşayabilme bahtiyarlığını yakalayabilseydik eğer, günümüzde Kerim Kitabımızın tarihle, dünyayla ve tüm insanlıkla irtibatını kurabilecektik. Şimdilerde, Kelamullah üzerinde çok yorumlar yapılmakta. Yalnızca bugünün damarına basılıp nabzı tutulmamakta. Bugüne okunmayan, bugüne tanıklık etmeyen kitabın kime, ne faydası olur ki?
Ah direniş hareketleri ah! Siz olmasaydınız, aslında ilahi güç karşısında rüzgarın önündeki çer-çöp misali olan Amerikanın, Avrupanın ve tüm emperyalist-şeytani güçlerin varlıklarına karşı kaybolup giden onurumuz ve başımız nasıl dik durabilecekti ki? Direniş hareketleri ve mücadeleleri yüzakımız, hayat kaynağımız… Onlardan nefret etmek mi, nefret ettirmek mi? Kim o kadar cüretkâr olabilir ki, bu yok oluş cenderesinin sırıtkanlığına şahit ola ola böyle bir şeye. Onlar sömürgeciliğe karşı bir cevabın ürünüdür. Ve böylece İslamcılık, bir özgürleşmenin, bağımsızlaşmanın adıdır, tadıdır ve yadıdır.
Tarihsel kişilikleri putlaştırma saplantısı var karşımızda. Yine onun doğurduğu sonuçlardan birisi var ki, bir at gözlüğü ancak bu kadar otururdu gözlere galiba. Kendi lider ve üstadlarının kitap ve sözlerini bütün diğer kitap ve sözlerden üstün tutma hastalığı… Bunun kriteri ne ola ki? Kim, nasıl ve nerede hangi aletle ölçüyor bunu? Yegane ölçünün vahiy olduğu unutulmuş olamaz ya da olmamalı.
"Ne Batı, ne Doğu yalnızca İslam./ Ne Şii ne Sünni yalnızca İslam." nidasıyla tarihe cevval bir not düşen İmam Humeyninin, görenlerin ve duyanların zihinlerini alt-üst eden o anlı-şanlı devriminin İran’ı, şimdilerde milliyetçilik ve mezhepçilikle esrarını yitirmiş görünüyor. Böylece, Müslüman dünyayla Ümmet bilinci üst çatısında bir ilişki kuramıyor ve kuramayacakta. (Burada kısa bir değini parantezi açalım ve diyelim ki: öteden beri Atasoy Müftüoğlu için "Fanatik bir İran sevdalısı" söyleminin ne kadar tutarsız ve önyargılı bir ifade olduğu anlaşılıyor değil mi? Anlayamayanlar için paragrafa tekrar dönülmesini rica ediyorum.) Ve yine İran, günümüzde tek bir açılıma ve mezhepçi bir mitolojiye dönüşerek İslam Devriminin temel şiarlarını çiğnemiş oluyor.
Yazar ve entelektüel kesimler, rahat mekanlarında ve pek daha rahat koltuklarında gerine gerine sindirilmiş ve engellenmiş hastalıklı zihinlerle; renksiz, risksiz, başkaldırısız, heyecansız ve öfkeden yoksun keyfi hayatlar sürdürme yolunu seçtiler. İnsanlar üzerinde narkoz etkisi bırakan rahatlatıcı ve gevşetici kitaplar ve yazılar yazmaya koyuldular. Kendine gelmek değil, kendinden geçmek amaç oldu artık.
Müslümanlar kendilerine mühim sorular sormalı ve buna mukabil daha mühim cevaplar bulabilme yetkinliğinde olmalıdırlar. Numunesini göremeyişimiz, bizi bu gerçeği görmezden gelmeye yeltendirmemeli değil mi? Ve şimdi bütün Ümmet Coğrafyasının öncelikle cevaplaması gereken en hayatî soru şudur: Kur’an, İslam niçin tarihe, hayata, topluma ve siyasete müdahale edemiyor, yön veremiyor, dünyayı şekillendiremiyor? Evet, soru gayet açık; her Müslüman, zihnini bu sorunun cevabına yormakla yükümlüdür.
Ümmetin her bir beldesinin haçlı ve emperyalist saldırılar karşısında ezildiği, yok edilmeye and içildiği bir dönemde, yazarın ifadesiyle, bu eserin yazıldığı vakitlerde, Kur’an ve İlmî Hakikatler Uluslararası Sempozyumu düzenleniyor. Ve bu çok önemli toplantıda mevzu edilecek konuların bazılarının başlıkları şöyle: Zeytin yağındaki Mucizevîlik, Kainatın Genişlemesi ve Big Bang, Balın Şifa Olması, Meninin Yaratılması. vb. İşte şimdi yukarıdaki Kur’an konulu sorunun mühimliğini ve cevabının acilliğini açıkça anlamış oluyoruz. Bu olay, İmam Ahmed Bin Hanbel’in başından geçen şu hikayeyi hatırlatıyor bana: Birisi İmama gelir ve şöyle bir soru sorar: "Hocam, namaz kılıyordum, alnımı secdeye korken, dikkat etmemişim pire varmış ezmişim ve kanı alnıma yapışmış; bu durumda ne yapmalıydım?" Sorusuna: "İnsan kanının oluk oluk aktığı bir zamanda, benden fetvasını almaya çalıştığın mevzuya bak be adam!" mealinde bir cevap verir. Ne kadar da birbirine benzer bir durum değil mi?
Sözlerimizi sonlandırma yoluna gitmeden evvel, özelde alimlerin ve genelde ise cümle Müslümanların üzerinde ciddiyetle durmaları gereken sorumluluklarını hatırlatmakta fayda var:
Ulemanın ilmî faaliyetleri, kendilerinden önceki alimlerin yazdıklarını tekrarlamak olmamalı.
Günümüzün beklentilerine, ihtiyaçlarına, yanıtlarına cevap verecek içtihat heyetleri kurulmalı.
Amerikanın ve Batının öngördüğü ya da uygun gördüğü, onayladığı bir dinî yorumu üstlenmekten vazgeçilmeli.
Ve alimlerimiz, savunmacı bir dil yerine, vahye dayalı bilgiyle beşeri bilgiyi tevhidî ilkeler bütünlüğünde sunacak eleştirel bir dil kurmalıdırlar.
Ve bizler, yani tüm inanmışlar, kaybolmalara karşı direnmesi gerekenler… Bilgilenmekteki tek gayemiz, imanımızı, hayatımızı ve ibadetlerimizi daha anlamlı kılmaya çalışmak olmalıdır. Herbirimiz, kendimizi büyük bir özeleştiri sınavına tabi tutmalıyız. Evlerimizi, aziz İslamın bütün renklerini, bütün yorumlarını kuşatan bir ilgi merkezi haline getirmeliyiz. Örnek hayatlar ve mücadeleler üzerinde konuşmalıyız. Yaşamadığımız ve büyük bir sorumluluk bilinciyle temsil etmediğimiz düşüncelerimizin bir faydası olmaz. Önemli olan fikir sahibi olmak ya da eylemi anlatmak değil, o eylemi bizzat yapmak ve yaşatmaktır vesselam.
Küresel Çağda Kaybolmak diyerek dikkatlerin rahatını bozmayı arzulayan bu güzel adamın, geleceğe doğru kötümser bakışlar sunduğunu sanıpta haksızlık etmeyelim lütfen. Zira Hece Yayınlarından yeni aldığım müjdeli bir haberin muhtevası aynen şöyle: Bayramdan sonra yazarımızın Küresel Çağda Var Olmak isimli yeni bir kitap çalışması geliyor. Hayırlarla gelsin ve buyursun zihnimizin baş köşesine. Kaybolmak olur da, hiç var olmak durur mu yerinde?
KÜRESEL ÇAĞDA KAYBOLMAK
Hece Yayınları
Dünya Bizim