Sibel Oral
Geçtiğimiz hafta başlayan, Can Yayınları ve İstanbul Bilgi Üniversitesi işbirliğiyle gerçekleştirilen ‘Latin Amerika’nın Kesik Damarları/Latin Amerika Edebiyatı Seminerleri’nin konuğu Latin Amerika Edebiyatı’nın dünyaca ünlü isimlerinden, Şilili yazar Luis Sepulveda’ydı. Gençliğinde içinde yer aldığı politik hareketler yüzünden sürgün ve işkenceye maruz kalan Luis Sepulveda, 25 yaşında ülkesini terk etmek durumunda kaldı. Türkçede, 14 dilde yayımlanarak uluslararası düzeyde büyük ilgi uyandıran Aşk Romanları Okuyan İhtiyar, Dünyanın Sonundaki Dünya, Duygusal Bir Katilin Günlüğü gibi kitapları bulunan yazar, Gabriela Mistral Şiir Ödülü, Romulo Gallegos Hikaye Ödülü ve France Culture gibi birçok ödülün de sahibi. Hazır İstanbul’a gelmişken Luis Sepulveda’yla biraraya gelmememiz kaçınılmazdı, tabii politik geçmişini de sormadan edemedik.
Sadece edebiyat alanında eserler vermemiş olmanıza ve tiyatro eğitiminize rağmen birçok kez adınızın önüne sıfat olarak ‘romancı’ ekleniyor. Siz kendinizi hangisi olarak görüyorsunuz?
Romancı olarak anılmayı tercih ediyorum, çünkü roman yazmak daha çok hoşuma gidiyor, insana daha geniş bir özgürlük alanı tanıyor. Tiyatro oyunları gibi diğer alanlarda belli bir zamanla kısıtlısınız, oysa romanda çok geniş bir zamansal özgürlük alanınız var ve bunu istediğiniz gibi değerlendiriyorsunuz.
Avrupa Edebiyatı’nın üzerinde, özellikle 20. ve 21. yüzyılda Latin Amerika Edebiyatı’nın büyük bir etkisi olduğu hissediliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Edebiyat aslında seyahat etmek gibidir. Dünyanın çok çeşitli, çok değişik bölgelerindeki edebiyatlar adeta seyahat eder gibi birbirlerini etkileyebiliyorlar. Örneğin 1800’lü yıllarda Fransız Devrimi’nin diğer bölge edebiyatları üzerinde önemli bir etkisi olurken, 70’li yıllarda da Latin Amerika Edebiyatı tam tersi biçimde Fransa Edebiyatı’nı etkilemişti. Edebiyatlar arasında, bu tür gidiş-gelişler, seyahatler her zaman mümkün olabiliyor.
Gijon’da oluşturduğunuz ‘Salon del Libro Iberoamericano de Gijon’dan biraz bahseder misiniz? Sizce bu neye hizmet ediyor ve aklınıza nereden geldi?
Her yıl mayıs ayında yapılan bir edebiyat festivali bu. İki kıta arasında köprüler kurmayı amaçlayan, iletişim kurmayı amaçlayan bir festival ve 14 yıllık bir geçmişi var. Ben ilk yıldan beri yöneticiliğini yapıyorum. Genel olarak çağdaş yazarları aynı platformda biraraya getirmeyi amaçlayan bir edebiyat festivali.
Katalan milliyetçiliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Katalan, ya da Bask bölgesinin de gerçekten ayrı değerlendirilmesi ve özerk olmaları gerekiyor. Orada zaten yarı özerklik var. Aslında Kürtlerle yaşanan durum bizimkine benziyor, orası için de özerklik daha doğru olabilir. Katalanlara dönersek, Kastiyanolar dediğimiz bu halk, İspanyol kökenli halktan hakikaten çok farklı, yaşam biçimleriyle, tarihçeleriyle… Hatta bu gündelik hayata da çok yansıyor. Madrid, o faşist Franco rejiminin izlerini hâlâ taşıyor, sadece fiziksel izler olarak değil, ruhunda taşıyor. Tersine Barselona da, Katalan özgürlükçülüğünün ruhunu bütün sokak yaşamıyla, her şeyiyle, bütün renkliliğiyle, canlılığıyla daha iyi yansıtıyor, çok yabancı biri bile bunu anlayabiliyor.
Yazdığınız kitaplara da çektiğiniz filmlere de bakıldığında belirli bir izlek görülemiyor, hepsi birbirinden farklı hikâyeler, hatta fabl bile var. Bunca zorlu zamanlardan sonra bu hisleri, yaşama sevincini nasıl koruyorsunuz?
Bu benim mutlu bir çocukluk yaşamış olmamdan kaynaklanıyor. Aslında genel olarak iyi bir hayatım oldu. Darbeyi, arkasından gelen hapis ve sürgün dönemini trajik bir kaza olarak değerlendiriyorum. Onun dışında dediğim gibi, iyi bir hayatım oldu. Bende içten gelen bir güç var, bizi her türlü zorlu koşulda ayakta kalmaya itiyor, beni de iyimser bir insan olmaya sevk ediyor. Bu da tabii ister istemez eserlerime yansıyor.
Allende döneminde yaşanan askerî darbe ile birlikte birçok kişi gibi sizde hapishaneler ve sürgünlerle tanıştınız. Öncelikle bir yazar olarak hapiste olmak ve sürgünde olmak duygularını tanımlar mısınız?
Hapis ve sürgün dönemini tabii çok adaletsiz bir şey olarak değerlendiriyorum. Her zaman için demokrasiyi savunmuş bir insanın başına böyle bir şey gelmesi, yalnız benim değil, bu durumda olan pek çok insanın başına bunun gelmesi büyük bir haksızlıktı. Ama biz Şilililerin her zaman büyük bir hayali vardı, demokrasiye tekrar kavuşmak, bu bize hep güç verdi ve dolayısıyla bunun karşılığını gördük; tekrar demokrasiye ulaştık ve bunu korumak için elimizden geleni her zaman yapacağız.
Bu süreçlerde size en çok yardımcı olan sanıyoruz Amnesty International Kurumu oldu. Yıllar sonra siz de başka bir alanda çalışan bir sivil toplum örgütü olan Greenpeace’de görev aldınız. Sivil toplumu ve günümüz dünyasındaki yerini bir aktivist olarak tanımlar mısınız?
Sivil toplumun elbette çok önemli bir yeri var. Özellikle günümüz dünyasının, bütün dünyanın ekonomik bir teorinin baskısı altında bir şekilde yönetildiğini düşünürsek, özgürleşmek, tekrar özgürlüğe kavuşmak için, hükümetlerden bağımsız, özgür çalışan sivil toplum örgütlerinin çok büyük bir rolü olacak ve tekrar insan haklarının ön planda olduğu bir genel toplum düzenine kavuşmamızı onlar sağlayacaktır.
Esmer oluşunuz dolayısıyla ‘El Turco’ olarak da adlandırılıyor olduğunuzu duyduk. Burada kendinize benzeyen insanlar içinde ve İstanbul’da kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Tabii kendimi burada çok iyi, çok rahat hissediyorum. Her ne kadar sokakta dil konusunda sıkıntı çeksem de, yine de çok rahat hissediyorum. Bir de belki pek çok insan bilmez ama Şili’de oldukça kalabalık bir Türk kolonisi var. 1800’lü yılların sonunda oraya göç etmişler ve pastacılık endüstrisini orada adeta kurmuşlar ve yerleştirmişler. Bugün de Şilililer ile beraber gayet kaynaşmış bir şekilde orada yaşıyorlar. Küçükken Şili’deki evimin yanında küçük bir dükkân vardı, adı Küçük İstanbul idi, Türklerin işlettiği bir dükkândı. Birçok Şilili baklavanın Şili icadı bir tatlı olduğunu sanıyor. [Taraf]