Sibel Oral’ın röportajı
Markar Esayan’ın üçüncü romanı Jerusalem annesi Türk babası Ermeni olan sekiz yaşındaki “adsız” kahramanın “babadilini” öğrenmek üzere Jerusalem’e, yani Kudüs’e istemediği halde gönderilmesi üzerinden kurgulanıyor. Kudüs’teki manastıra iyi bir Ermeni olmak üzere babası tarafından gönderilen kahramanımız, buradaki yeni hayatında bir bakıma dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor. Elbette bu hiç de kolay olmuyor ama bu süreçte yaşananlar ve dönemin kargaşası adsız kahramanımızın bir bakıma kendi kendini büyütmesine kadar varıyor. Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Jerusalem, yıllar yıllar sonra belki de Edip Cansever’in “Gökyüzü gibi şu çocukluk hiçbir yere gitmiyor” sözünü söyleyecek bir çocuğun sert hikâyesi…
Romanın geneline baktığımızda “İnsanın anayurdudur çocukluğu” cümlesinin merkezinde şekilleniyor diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. İnsanın bütün hayat edimi, aslında bilinç dışından kontrol edilen bir ana rahmine dönme istemine kendisini uyarlamasıdır. Cinsellik başta olmak üzere, evlilikler, kariyer, hırs, şiddet, içe kapanıklık, hiperaktiflik ve hatta spor arabalar, alışveriş takıntısı, evde çöp biriktirme ve bir sürü şey… Bunlar bu sürgünün semptomları sadece. Çocukluk bu açıdan daha da zor. Çünkü çocuk rahimden çıktığı anda, sadece beslenmek için değil, oraya dönme istemiyle annesinin memelerine yapışır biraz da. Şöyle sorar “Eskiden bu şeyler için çaba sarf edip beklemem gerekmiyordu. Bu aksaklık neden kaynaklanıyor acaba? Ama herhalde yakında düzelir.” Ama düzelmez. Çocuk da bunu büyüdükçe fark etmeye başlar. Zaten memeden kesilme de bu yüzden çok travmatiktir. Annesi ile kurduğu bedensel ilişkinin de sonu gelmiştir. Memeden kesilme sürecini ağır yaşayan çocuklar, ömür boyu bununla uğraşacaklar demektir, ki genellikle annelerine benzer kadınlarla evlenirler bilmeden. O memeye kavuşmak için. Böylelikle cinselliklerini sakatlamış ve erkekleşmeyi ve kadınlaşmayı tamamlayamamış olurlar. O nedenle çocukluk, bizdeki her hikâyenin temel malzemelerini barındırır. Jerusalem de, bu ayrılığı daha derin ve keskin yaşayan bir erkek çocuğun hikâyesi.
Otobiyografik bir roman Jerusalem, adsız kahramanımızın sekiz ayını anlatıyor. Bana biraz da Markar Esayan’ın çocukluğuyla yüzleşmesi gibi geldi. Bu bağlamda yazma sürecinde hissettiklerinizi merak ediyorum. Nasıl bir ruh haliyle yazıldı Jerusalem?
Jerusalem otobiyografik bir roman değil. Öyle olmasını isteseydim kendi çocukluğumu yazardım doğrudan. Jerusalem, daha anonim ve insana dair çok temel bir hikâyeyi anlatıyor. Bir yerinden bu hikâyede kendini bulmayacak kimse olmayacaktır sanki. Bu benim Şimdinin Dar Odası ve Karşılaşma’dan sonra üçüncü romanın, ama oluşumu ve benden çıkıp kitap haline gelmesi en uzun süreni oldu. Aşağı yukarı 11 yıl evvel karar vermiştim bu romanı yazmaya. Başladım ve bıraktım sürekli. Sanki hayatımda bir şeyler olması gerekiyordu, zamanı gelmemiş gibi hissediyordum. Annemin üzüleceğini düşünmüş olmalıyım. Annem ölürken yazdım bu romanı. O ölüyordu, benim de ertelediğim tüm korkular, yendiğimi düşündüğüm tüm canavarlar diriliyordu. 11 yıl içimde yazılan ama dışarı çıkmayan kelimeler, 3-4 ay gibi bir sürede yan yana geldi, roman oldu. Bir daha bu kadar sarsıcı bir deneyim yaşamak istemem doğrusu.
Tüm karakterler ve olaylar kurgu mu peki?
Bence bu yazarlara sorulmaması gereken bir soru. Ama haliyle, çok da merak edilir. Bence bunu okuyucuya bırakalım, isteyen istediği gibi kabul etsin.
Peki, şimdi bu yaşınızda, bu coğrafyada, o adsız çocuğa baktığınızda ne görüyorsunuz?
Sıkı bir mücadeleci velet görüyorum. Hayatta kalmış. Hani kumsalda kendilerini bekleyen tüm avcıların arasında yumurtalarını kırıp denize doğru ilk adımlarını atan Caretta Ceratta’lar gibi. Çoğunu martılar ve diğer yırtıcılar avlıyor denize ulaşana kadar. Denize ulaştıktan sonra da devam ediyor avlanma durumu. O çocuk ve arkadaşları, hayattalar, bir biçimde başa çıkmışlar hayatla, kendilerine bir yer açmışlar, yaşıyorlar. Belki de bu soruyu romanda kendini bulanlar cevaplamalı, ayrı ayrı. Hepsinin cevaplarını da duymak isterdim. Çünkü bu hikâyeden milyonlarca sonuç çıkar.
Anne Türk, baba Ermeni… Arada “gavur” ve “piç” olarak yaftalandığını öğreniyoruz kahramanın. Yine de bana göre onun içinde harlanan bir öfke, kin yok. Bu bakımdan kahramanınızla ne kadar özdeşleştirebiliriz sizi?
Bir açıdan da hepimizin yaşadığı bir şey bu. İllaki bir Ermeni ve piç olmak gerekli değil. Hayat kavgası ve rekabette, her türlü ötekileştirme acımasızca kullanılıyor insanlar tarafından. Bunu bilip bilmeden hepimiz yapıyoruz. Çünkü hayat bizi çok korkutuyor. Jerusalem’in kahramanının hikâyesinde bunlar olmuş, başkasının hikâyesinde ona dair bir ötekileştirme var. O veya bu olduğumuz için değil, kavga ettiğimiz ve çok korktuğumuz için bunlar önemli hale geliyor. Hayatta kalmanın tek yolunun birbirimizi elemek olduğu öğretiliyor bize. O zaman her şey dezavantaj ve avantaj olarak görülüyor. Jerusalem’de hem kahramanda, hem de arkadaşlarında ciddi öfke var. Ama onlar bu öfkenin tasvirini yapacak durumda değiller haliyle. Aslında bir öfke topu o bacak kadar çocuk. Ama anlamaya çalışıyor sadece. Adını koyamıyor ama, ailesinden ayrılmasının kendinde yarattığı öfkenin bir bedeli olduğunu fark ediyor. İçinde bir şeylerin bozulduğunu hissediyor. Ailesinden ayrı bir hayat kurarken sertleşmesi gerekiyor çünkü. Bu da ağır duygu kaybı demek. Bunun yerine öfkelenmek, duygu kaybetmekten iyidir sanki. Çünkü öfke insanî bir duygudur, zamanı geldiğinde şefkat, sevgi ve hatta aşka bile ikâme edebilir. Ama çocuğun asıl sorunu öfkesini de kaybetme korkusu, ki kaybediyor, bu kaybı hissediyor ama adını koyamıyor.
Kahramanımız Jerusalem’deki son gününde Vasken ve Ekrem’le gerilimli bir diyalog yaşıyor. Bakış açısına göre Ekrem’in öfkesini de haklı bulabiliriz belki… Ne dersiniz?
Ekrem ağabeyi İsrail askerlerince öldürülen bir Filistinli çocuk. Yıl 1977 ve ortam çok sert. Ciddi bir Yahudi nefreti var. Ama Ermeni olan bizim çocukla çok iyi anlaşıyorlar. Sonra senin de bahsettiğin son gün, kahramanımız okuldaki en yakın arkadaşı Vasken’i, dışarıdaki en yakın arkadaşı olan Ekrem’e emanet ediyor. Ama o aniden alevlenen tartışmada, bizim kahramanımız, Türkiye’de Ermeni olmaktan yola çıkarak, Ekrem’in Yahudi nefretinin anlamsızlığını ortaya koyuyor istemeden. Diyor ki ona. “Ben Yahudi olabilirdim. Bu tanıdığın sevdiğin arkadaşın Yahudi olsaydı ondan da mı nefret edecektin” gibi bir şeyler söylüyor. Ekrem de öfkeyle, “Yahudi olsaydın kıçına tekmeyi basmıştım çoktan, zaten arkadaş olmazdık” diyor. Vasken de 1915 sürgünü Beyrutlu bir Ermeni ailenin çocuğu olarak Ekrem’e destek veriyor. O zaman bir noktada tıkanıyorlar. İnsanlar, sevgi ve önyargılar ve nefret… Onları zorluyor.
Roman kahramanımız annesinden koparıldığı ve içine düştüğü durum yüzünden kendisini Hz. İsa’ya benzetiyor. Küçük İsa’ya… Aslında romanın en başından beri yaşadıkları da benzemiyor değil… Bu durum sizin yaşamınıza ait bir izlek mi yoksa metin mi sizi buraya götürdü…
Romanın geçtiği mekân Jerusalem, yani Kudüs. Çocuk da bir manastıra okumaya gidiyor zaten. Din ve mistisizmin merkezindeler. Via Dolorosa ve İsa’ya ait her şeyin tam üstündeler. Jerusalem gerçekten büyülü bir kenttir. İsa’nın annesi ile ilişkisi bana çok sahih ve romantik gelmiştir her zaman. Haç’ta İsa’nın “Eli eli lama şabaktani”, yani “Baba baba beni niye terk ettin” diye haykırması da. Ailesinden ayrı düşmüş bir çocuk için bu hikâye kendini teselli etmesi ve empati yaratması için çok uygun değil mi? Başka bir sebebi de yok zaten. Bu sonuçta kurgu bir roman. Ama kurguyu biz kendi malzemelerimizden üretiyoruz. Tüm uydurmalarımız bile, gerçeklikle bağlantılıdır. Bir yerinden uyduran kişinin hayatına değer.
Jerusalem’in biraz dışına çıkarsak… Bir çocuğun oradaki şiddeti, yalnızlığı, çaresizliği anlamlandırmaya çalışması sizin yazarlığınızı nasıl besledi, merak ediyorum…
Bu tüm insanların kendini bildiği anda karşılaştırdığı ve mutlaka cevaplar üretmesi gereken bir süreç. İnsanlaşma zaten bu sorulara vermeyi seçtiğiniz cevaplarla inşa oluyor. Benzer hikâyeler var ama bu benzer hikâyelerden milyonlarca farklı hayat ve sonuç çıkıyor. Benim yazarlığım da bu sonuçlardan bir tanesi sadece. Kendi çocukluğumda yaşadıklarım ve o yaşadıklarımı karşılamayı seçtiğim biçim. Çok derine inebiliyorum mesela. En dipteki duyguları kazıyabiliyorum, eh biraz kanıyor tabii. Sadece beni değil, karşımdakini de kanatırım bazen. Bu lanetli hediye sayesinde insanların gözlerinden aklını okuyabilirim rahatlıkla. İnsanın içini görüyor duyularım. Büyürken çok olağanüstü bir hayatım oldu. Bir çocuğun hayal gücünü besleyecek çok çeşitli insanlar tanıdım, sihirli karşılaşmalar yaşadım. Bu da beni bir empati canavarı yaptı. Gerisi, yani yazmak sadece işin mekanik kısmı aslında.
Taraf Gazetesi