Vivet Kanetti yeni kitabı Deli Ruhta yıllar içinde çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı denemeleri bir araya getirdi. Kanat Kitap tarafından yayınlanan kitapta insanın her haline rastlamak mümkün. Ama beni en çok kitapla birlikte verilen DVD’deki Vivet Kanetti’nin Bosnası adlı filmi etkiledi. O yüzden, Türkiye’nin ve dünyanın değişik hallerine ilişkin bağımsız denemeler hakkında bir sohbettense, şu günlerde bizim yaşadığımız kimlik tartışmalarını daha önce yaşamış Bosna hakkında konuşmayı daha anlamlı buldum. 1992-1995 yılları arasında 100 bin Boşnak’ın öldürüldüğü topraklarda savaşa inat yapılan sanatı, tarihin en uzun kuşatmasını yaşayan Saraybosna’nın müze kadar değerli delik deşik binalarını, ilk kocasının gömleklerini hâlâ gardırobunda saklayan ve bunu en iyi ikinci kocasının anladığını söyleyen Bosnalı kadını tanımak istiyorsanız Deli Ruh’u okumalı, Vivet Kanetti’nin Bosnası filmini izlemelisiniz. "Kinle yaşanmaz, hayat devam etmeli," diyen Boşnak kadını ve "Boşnaklar, Hırvatlar, Sırplar birbirimizsiz yapamayız," diyen generali ancak o zaman anlayabilirsiniz.
ÇOK DİPTEN GELEN YARALARIMIZ VAR
Sizin, birçoğu birer öyküyü anımsatan denemelerinizi okudukça, Türkiye’deki köşe yazılarındaki yoksulluğu fark ettim…
Doğrusunu istersen, o zamanlar da bir el üstünde tutulma durumları yoktu bu yazıların. Benim basındaki yazarlığım hep iskemlenin hafifçe kıyısına ilişmece, o sayfadan bu sayfaya taşınmacadır. Hep biraz konuk… Hep vazgeçilmeye hazır. Ama küçücük bir okur grubundan aldığım destek önemli. Daha fazla şımartılmamam filan, belki yazarlığım için iyi de oldu.
Deli Ruh, biraz bizim hepimizin ruhu mu?
Delilik birçok toplumda var. Kimselerin tekelinde değil. Slav ruhu dediklerinde mesela… İtalyanlık dediklerinde, Sonra Balkanlılık… Sonsuzca uzar bu liste. Mühim olan, bir yere spesifik deliliğin, ki bu hem pozitif hem gayet negatif şeyleri aynı anda barındırır, nelerden beslendiğine, nelerle kabarıp köpürdüğüne bakabilmek ve onu başka bir şekle sokmak. İcabında onunla dalga geçmek, böbürlenmek değil.
Kitapta Zeki Müren de var, Hrant Dink de, Fikret Mualla da. Bu kadar hikaye biriktiren bir toprakta yaşamak için ne demek istersiniz?
Hiç olmasaydı bazı şeyler de hiç yazmasaydık! Toplumda bunca çalkantı ve felaket çok yazı mı getirir, bundan da emin değilim. Yıllar önce Roma’ya, Fellini’yle görüşmeye giderken durmadan okuyorum; ne demiş, ne yazmış… İşte o hazırlık sırasında, bir sözüne rastladım Fellini’nin: ‘Siyasal açıdan devrimci olduğumu söyleyemem. Niye? Çünkü iç dünyam çok çalkantılı. İç dünyama kulak kesilebilmem, oradaki fırtınayı yakalayabilmem için gündelik hayatımda sakin, hatta monoton bir düzene ihtiyacım var benim.’ Bu sanatçı açıksözlülüğüne hayran kalmıştım. Tabii dokunduğu çok önemli noktaya da. Bu açıdan yaklaşırsan, biz Türkiye’dekiler acayip şanssız yazarlar ve sanatçılarız. Azıcık bir monotonluk dahi bizlere haram sanki.
OMURGASI KIRIK KADIN: BOSNA
Ve Vivet Kanetti’nin Bosnası… Neler gördünüz de bu belgeseli yapmak istediniz?
2005’te Türkiye’den birkaç edebiyatçı Saraybosna’da çok aktif olan bir Fransız enstitüsünün her yıl düzenlediği uluslararası Kitap Günleri’ne çağrılmıştık. Çoğunluk frankofonuz. İlk gidişim bu ve daha ilk saatte, o güzel bitki örtüsü ve kuşatmanın izleriyle delik deşik duvarlar arasından geçerken, ‘Burası burnumuzun dibi ya, bugüne kadar biz neredeydik? Niye yeni görüyorum ben bunları?’ diye bir hisse kapılıyorsun. Döndüm ve sonra ne oldu? Kitabın son sayfalarında anlatıyorum. Ufuk Güldemir, en iyi kameramanını verdi yanıma, iki uçak bileti, azıcık otel parası, hepsi bu. Ve beş ay boyunca bir haber kanalının montaj masasını kullanma imkanı. Müteşekkirim kendisine. Onun da deli ruhu şad olsun.
Konuştuğunuz bir yazar ‘Saraybosna’yı sevmek; omurgası kırık bir kadını sevmek gibi. Halen güzel ama hasar görmüş,’ diyor. Bu sevgiyi nasıl tarif edersiniz?
Bu hayati bir soru aslında! En azından benim kafamı çok kurcalamış bir soru. Bosna’ya tanıklığa giden kişi, bir tür esrikliğe teslim olabilir çünkü. Batı’dan ya da Doğu’dan gelmektedir, fark etmez, sanatçıdır, demokrattır, aktivisttir, gazetecidir ve orada ‘omurgası kırılmış bu olağanüstü kadını ben hepinizden iyi hissederim, en derinden anlarım, onun üzerine en iyi ben ağlarım’ coşkusuna kapılabilir. Acılı bir coşku bu, ama bir coşku. Bu pathosta öyle ileri giden var ki, artık sen orayı değil sadece tanığı görürsün; her yeri kaplar… Godard’ın Bosna üstüne yaptığı filmde bile gördüm bunu. O açıdan da zayıf bir iştir. Bosna’da muazzam olan, bence, Bosnalıların kendileri. Onlara bakanlar değil. Trajedi insanı yok etmediyse eğer, onu bambaşka bir boyuta taşıyor. Bireyler olağanın tam anlamıyla üstüne çıkıyorlar. Çoğu sizin benim gibi insanlar değiller artık. Başkalar. Daha yüksek bir yerdeler. Son derece sınırlı imkânlarla gerçekleştirilmiş bu tanıklık belgesinde umarım geçirebildim bunu.
Belgeselde en çok dikkatimi çeken şey, savaşın kültüre yönelik saldırısı.
Doğru bir nokta. Etnik savaşlarda, ki bir etnisiteyi yok sayma savaşları bunlar, hemen kültürel simgelere saldırılıyor. Ve 92-95 yılındaki saldırının amacı ‘Boşnaklar yoktur, hiç olmadılar,’ demek. Saraybosna’nın ortasındaki Şark Ensitütüsü bu amaçla uçuruluyor. Asırların izini yok etmek için. Sırp Cumhuriyeti bölgesinde cami kalmıyor. Neretva kıyısındaki Milli Kütüphane yakılıyor. Ve o kütüphaneyi bombalama emrini veren, bir Shakespeare uzmanı: Koljeviç. Düşünebiliyor musunuz? Okumuşluk, Shakespeare, şu bu, asla insanı vahşileşmekten kurtaramıyor. Sonra intihar etti, Radovan Karadjic’in yakın arkadaşı Nikola Koljevic.
BOSNA HERSEK NEDEN AB’DE DEĞİL?
Biz bu savaşta Bosnalı Hırvatların ve Sırpların da Boşnaklarla beraber ülkelerini savunduğunu bilmiyoruz…
Bir bölümü Kovaci’de uyuyor, diğer şehitlerle birlikte. Şehitlikleri Koruma Vakfı Başkanı Emir Zlatar anlatıyor bunu. Zlatar, bu arada, altı kez yaralanmış bir gazi, bunu da başkalarından öğrendim ben. Kendisinde zerre kadar ‘Savaşta böyle yaptım, şöyle yaptım,’ tafrası yok. Saraybosna hakikaten Avrupa’nın ortasında olağanüstü bir karma şehir, kültürel olarak… Saraybosna’ya saldırıldığında, orada yaşayan kimi Sırplar, saldırganın değil, mazlumun yanında yer alıyor ve bunların en ünlüsü de general Jovan Divjak. Sırbistan, Srebrenitsa soykırımının baş sorumlularından Ratko Mladiç’i 2011’de nihayet teslim etti ya Lahey adalet Divanı’na; karşılık olarak Bosnalı Jovan Divjak’ın Viyana’da tutuklanıp kendisine teslim edilmesini istedi. Avuçlarını yaladılar sonuçta, çünkü Jovan Divjak’ın işlediği bir insanlık suçu filan yok Sırplara karşı, ama beş ay da tutuklu kaldı Avusturya’da.
Bosnalılar, ‘Avrupa’nın dayak yiyen çocuğu’ olduklarını söylüyorlar. Bu dayak yeme halinin, kimlikle ilişkisi nedir?
Damir Niksic, Boşnaklar, yani Müslüman Bosnalılar için If I Wasn’t Muslim videosunda söylüyor bunu. Mizahından ve kültürel göndermelerinden ötürü de çok vurucu, çok iz bırakan bir çalışma bu… Evet, bu toplum Avrupa’nın göbeğinde yaşıyor ve bugün Avrupa’nın Bosna Hersek’e bir insanlık borcu var, bu kesin. Tamamen iflas etmiş ülkeleri kurtarıyorlar, ki bu çok iyi, çok doğru, ama Hırvatistan ve Sırbistan AB’ye girerken Bosna Hersek’in girmemesi, benim aklımın alabileceği ve vicdanların kabul edebileceği bir şey değil.
Konuştuğunuz eski bir asker, onca savaşa ve ölümlere rağmen ‘Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar birbirimizsiz yapamayız,’ diyor. Ben bunu savaşan bir askerin dilinden duymayı umut verici buldum.
Ben bir şey demekten çok onları dinlemekten yanayım. Trajedi onların ve en ilginç sözleri onlar söylüyorlar. Kimileri de mesela sadece etnik kimliklerinin içine sıkıştırıldıkları için isyan ediyorlar. Onlara ait sorunsallar var; hepsine dikkatle kulak kesilmeye çalıştım.
Sabah