Mehmet Âkif’in 1961 yılında yakıldığı belirtilen Kur’an mealinin üçte birlik bölümü olduğu kanaatine varılan meâl yıllar sonra gün yüzüne çıktı. Fakat bu yayın Âkif’in meâli hakkında bazı soru işaretlerini de beraberinde getiriyor
Mehmet Âkif’in hayatı hakkında ciddi bir eser okuyanlar mutlaka Kur’ân-ı Kerim meâli hadisesinin onun hayatında ne kadar mühim bir yer tuttuğunun farkında olurlar. Kur’ân-ı Kerim’i bilmeyi ve anlamayı ehemmiyetli işlerin başında gören Mehmet Âkif’in -pek çok soru işaretiyle, adeta bir muammaya dönüşen- meâlinin üçte birlik kısmı Kuran Meali adıyla yayımlandı. Yayınlanan meâl, Âkif’le ilgili çalışmalarıyla ünlenen bazı müelliflerin tasdikini alarak ve tercümesi yapılan surelerdeki dil/üslup özelliklerinden hareketle Mehmet Âkif’e ait olduğuna kanaat getirdikleri bir eser. Meâl bütünüyle Mustafa Runyun’un elinde bulunan latinize harflerle daktilo edilmiş sayfalara dayanıyor. Buna rağmen metnin kesin olarak Âkif’e aidiyetinden değil, ona “ait olma ihtimali kuvvetli görünen” bir meâl var karşımızda. Doğrusu bu meâlin çıkacağını duyduğum andan itibaren “nasıl bir meâl?” sorusu zihnimi meşgul edip durdu. O yüzden heyecanla meâli okuma imkanı bulacağım günü sabırsızlıkla bekledim.
Meâlin tanıtımının yapıldığı toplantıya gittiğimde çok farklı anlayışlara sahip değişik kesimlerden insanları bir arada görünce hemen Hakan Arslanbenzer’in Fayrap’ın sekizinci sayısında (Aralık, 2007) yayımlanan “Âkif’te Buluşmak” başlıklı yazısını hatırladım.
“Müstesnâ Şair” Âkif’in samimiyeti farklı siyasi telakkilere sahip insanları bir araya toplayan esas husustu sanırım. Âkif dışında bu bir aradalığı sağlayabilecek bir isim bulmak sanırım pek mümkün değil. Toplantı salonu kalabalık olduğu için toplantıda konuşulanları baştan sona dinleyemedim, ara ara kulak misafiri olabildim ancak. Program sonunda en büyük mutluluğumuz meâlin elimizde olmasıydı. Bu yüzden okurla buluşan meâli hemen o gece üç arkadaşla müzakere ettik. Bilhassa Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’ân-ı Kerim meâli ile karşılaştırarak, “acaba şu ayeti nasıl tercüme etmiş, şu ifadeyi her zaman aynı kelime ile mi karşılamış?” diye sözcük tercihleri üzerinde dura dura okuduk. Bu karşılaştırma sürecinde fark ettiğimiz bazı tercüme tercihleri, kelime ve terkip ortaklıkları ile farklılaşmaları bizleri bir miktar düşündürdü. Daha sonra benzer karşılaştırmayı Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu ile tek başıma yaptım. Biri eksik ikisi tamam olan üç meâlde ortaklıklar kadar farklılıklar üzerinde durmanın dönemin ruhunu kavramak bakımından çok yararlı olduğunu gördüm.
Derin Endişenin Mahiyeti
Elbette Celâleyn tefsirini on dokuz kere okuyan Âkif’in, elimizde bir kısmının bulunduğu kanaatinden hareket ettiğimiz meâli hakkında sadece bir defa okumakla bir hüküm vermemiz pek doğru olmasa gerek. İlk okumayla onu bütünüyle anladığımızı iddia etmek yanlış olacaktır. Ancak ilk okumaya dair tesbit ve kanaatlerimizi de yazmamak olmaz.
Öncelikle Âkif’e ait olduğuna kanaat getirilen meâlden önce Âkif’in bu meâlle ilgili olarak bıraktığı vasiyetin çiğnenmiş olmasının İslâm fıkhı açısından bir vebal teşkil edip etmediği hususunda, yetkin isimlerin düşüncelerini öğrenmek isterim. Bu noktada, fıkıh tahsili yapan arkadaşlarımın çoğu argümanına haklı olarak itiraz eden ve beni bu konuda çok farklı kanaatler arasında bırakan Cemil Öğmen’i burada özellikle bir defa daha anmalıyım. Bilindiği gibi Mehmet Âkif Mısır’da hastalanıp İstanbul’a yola çıkarken meâli yakın dostu Yozgatlı Müderris İhsan Efendi’ye bırakarak: “Dönersem meâli senden alırım. Eğer dönemezsem, mutlaka yakarsın!” diye vasiyet etmişti. Beşeriyetin toplumsal mihverini değiştiren Kur’ân’ı bihakkın tercüme etmenin zorluğunu bütün benliği ile tecrübe eden bir müminin böylesine hassas ve ısrarlı vasiyeti konusunda daha dikkatli olunmalı değil miydi?! Zaten meâlin başında bulunan üç yazı dikkatle okunduğunda, bazı iç farklılaşmalara karşın tereddüt halinin metinlerin satır aralarında dolaştığı görülecektir. Mehmet Âkif’in meali konusundaki çalışmasının kronolojisini inşa eden Dücane Cündioğlu’un meâlin giriş kısmında bir yazısının yer almamış olması da bir “tereddüt” göstergesi olarak okunabilir mi, acaba diye de düşünmüyor değilim.
Öte yandan Âkif’in meâliyle ilgili vasiyeti hakkında konuşmanın, sadece Kemalizm’in Türkçe ibadet siyaseti üzerinden yürütülmesinin, bir başka boyutu ihmal ederek tek boyutlu bir bakış açısını sürekli kıldığı kanaatindeyim. Mealin yayımlanmasından sonra basında çıkan haberlerin tümünün bu yönde oluşunun meydana getirdiği tekdüzelik beni daha çok tedirgin etti. Yani, “Âkif’in, yıllarını verdiği meâlinin yakılması yönündeki vasiyeti sadece ‘Türkçe ibadet’ için kullanılacağı endişesinden kaynaklanıyordu. Artık endişe kalktığına göre neşredilebilir” şeklinde bir kanaatle, Âkif’in son derece hassas ve ısrarlı bu vasiyetini hiçe sayarak ve Âkif gibi ilim sahibi bir şahsın “nâ tamam” dediği, kesinlikle muvafık olmadığı metnini O’nun nihai meâli diye piyasaya çıkarılmasını hem kişilik hakları hem de ilmi dürüstlük açısından doğru bulmuyorum. Bu konuda meâl dercetmesi için ısrar edilen ve bunu reddedemeyen Elmalılı Hamdi Yazır’ın meâlinin mukaddimesindeki Türkçe Kur’ân eleştirisi ve 27 Mayıs akabinde Alparslan Türkeş’in Türkçe ibadet konusundaki Cumhuriyet gazetesindeki açıklamalarına Milli Birlik Komitesi tarafından yapılan yazılı itiraz dikkate alındığında, Türkçe ibadetin uygulanması konusunda devrin siyasi iktidarlarının güçlü bir arzu duysalar bile bunu yaygın bir şekilde uygulama konusunda çok rahat hareket edemedikleri ortadadır. Milli Birlik Komitesi’nin kararından sekiz ay sonra, Mehmed Âkif’e ait orijinal el yazma nüshasının ve yanındaki istinsah edilen ikinci nüshanın hiçbir parçası kalmayacak şekilde birlikte yaktıklarına dair altı kişinin şehadetleri ve söyleşiler ortada iken, -Âkif’le ilgili eserinde daha önce tam tersini ortaya koyduğu halde, şimdi ise bu metnin Âkif’e ait olduğunu tasdik eden M. Ertuğrul Düzdağ’ın da belirttiği üzere- ele geçen meâlin kim tarafından ve Âkif’in meâlinin hangi nüshasından latinize olarak daktilo yazısıyla istinsah olunduğu konusu kesinlikle araştırılması gereken ilmi, vicdani, hukuki büyük bir sorumluluktur.
Öte yandan latinize istinsahın mahiyeti konusunda elde yeterli bilgi olmadığı halde, bu istinsahtaki bazı kelimelerin yanlış yazımından dolayı yazan kişinin Arapçaya vakıf olmadığı hükmünü vermek fazla ağır bir hüküm olmuş. Daktilo ile yazı yazarken kişinin bildiği bir dilde bile hata yapma ihtimalinin her zaman var olabileceği hiç düşünülmemiş.
Kanaatime göre Kemalizm’in Türkçe ibadet siyasetinin ötesinde Âkif’in meâl/tercüme hakkındaki endişesinin, yaptığı/yapmakta olduğu meâlle ilgili olarak nihai bir metin oluşturmamış olmasından kaynaklanan daha var oluşsal bir boyutu söz konusu. O yüzden Recep Şentürk’ün “Akif’i endişeye sevk eden o şartlar artık ortadan kalkmıştır” şeklindeki ifadeleri, Âkif’in endişesini tek boyuta indirgeyen bir yaklaşım. İsmail Hakkı Şengüler’in şu ifadelerini okuyalım:
“Ayrıca Mehmed Âkif henüz hayattayken, “tebyiz edilmiş olmakla beraber tercümenin nâ tamam olduğunu, basılabilmesi için bir daha kendisinin tashihinden geçmesinin şart olduğunu” söylememiş miydi? Öyleyse, en hayırlısı, vasiyeti yerine getirip mevcut defterleri derhal yakmak olacaktı…” Dolayısıyla Âkif’in vasiyetini ihlal etmeyi göze alan karar vericilerin Türkçe ibadet konusundaki politikaların ortadan kalkışı üzerinden O’na ait olduğu düşünülen meâlin, çekincesiz bir biçimde ve meselenin bu en önemli boyutunu hiç umursamaksızın yayımlanması üzerinde eleştirel bir dikkatle düşünülmelidir. Tashihi, tadili bile yapılmamış daktilo sayfalarında bulunan sure tercümelerinin Âkif’in Kur’ân Meâli olarak yayımlanması/takdim edilmesi, umarım ilerleyen günlerde bu konuda yapılacak tetkik ve tartışmalar sonrasında çok müşkil/kaotik durumları beraberinde getirmez.
Yayımlanan meâlde tasdik yazısı bulunan M. Ertuğrul Düzdağ’ın Mehmed Âkif Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli kitabında anlattığı “akıl haller almaz vesselam” dediği satırlarda meâlle ilgili verdiği hükümler hakkında ne düşündüğünü de merak ediyorum. Sözgelimi defterleri yakma hadisesinin içinde bulunan isimlerden İsmail Hakkı Şengüler’in Mehmed Âkif Külliyatı içinde yer alan şu ifadeleri ve sonrası hakkında ne düşünülüyor merak ediyorum: “(…) ben, Âkif ve eserleri hakkında araştırmalarını genişlettikçe gördüm ki, hâlâ Mehmed Âkif’in Kur’ân tercümesinin yakılmamış olduğunu, falan veya filan kişide bir parçasının bulunduğunu ve bunlara benzer birtakım iddiaları ileri sürenler var. Bir gün birinin çıkıp, “İşte Âkif’in Tercümesi” deyip piyasaya bir Kur’ân meâli sürebileceği bile aklıma gelmeye başladı. Tabiatıyla o zaman, gerçeği saklamakla büyük bir vebal altına girmiş olacaktık. Onun için diğer arkadaşlarımın affına sığınarak kamuoyuna olayı açıklamış oluyorum.”
Şayet bu şahitliklerin gözden kaçırdığı başka ihtimaller de varsa gelecek günlerde meâlle ilgili yeni gelişmeler yaşandığında Düzdağ’ın bu kitabının bazı bölümlerinin tashih edilerek genişletilmiş yeni bir basımının yapılacağı muhakkak.
Kur’ân tercümesi işini kabul etme noktasında İlahi Hitaba olan sonsuz hürmetinden dolayı ciddi ve haklı endişeleri bulunan “yüksek hürmet” sahibi Âkif’in Kur’ân’ın her kelimesi üzerinde uzun uzadıya durmasından kaynaklanan “muvaffakiyetsizliğe” hürmet edilmesi gerekmez miydi? Ömer Rıza Doğrul’un Âkif’ten yapmış olduğu aktarımlarından hareketle şu soru önümüzde durmaktadır: “Âkif’i tatmin etmeyen -eksik- bir eser, başkalarını nasıl tatmin edebilir?” Son zamanlarda bir tür modaya dönüşmüş olsa da meâl hazırlama meselesi böylesi dikkatsizliğe, hassasiyetsizliğe ve muammalara malzeme olacak bir mesele değildir. Hele söz konusu olan Âkif’in meâli ise! Bu nedenle tamamını dinleyemesem de kulak misafiri olabildiğim konuşmasının bir yerinde “Yaklaşık çeyrek asırdır ağırlığını taşıdığım bir yükü, milletime tevdi etmiş oluyorum. Bu yükten kurtuluyorum” diyen Recep Şentürk bence yükten kurtulmak bir yana daha büyük bir yükün altına girmiştir.
Ele Geçen Meâl Hakkında Bazı Dikkatler
Şayet bütün bu soruların geçersiz olduğu ve Fatiha’dan Tevbe suresine kadar yazılan kısmı elimizde bulunan meâlin bizzat Âkif tarafından hazırlandığını düşünürsek meâlin başında yer alan yazılar ve mealdeki üslup, seçilen kelimeler bağlamında şunlar üzerinde özellikle durulması gerekir.
Öncelikle meâlin başında yer alan Hayreddin Karaman’ın “Bir Güzelin Takdimi” başlıklı takdim yazısının beklentimin çok altında zayıf bir yazı olduğunu özellikle ifade etmeliyim. Eğer Karaman meâlin ele geçen kısımlarının hepsini okuyarak bir takdim yazısı kaleme alsaydı meâlin kaynakları noktasında sözgelimi Tefsîrü’l-Menâr’la olan bazı etkileşimlere nüfuz etme imkânımız olabilirdi. Uzun yıllar Mısır’da yaşanan Âkif’in Tefsîrü’l-Menâr müelliflerinden Reşid Rıza ile görüşüp görüşmediği meselesi de gündeme gelebilirdi. Hatta Muhammed Marmaoduke Pickthall tarafından yazılan meâl başta olmak üzere Ömer Rıza Doğrul’un meâline uzanan bir yolculuğun bugüne kadar yapılmamış olması düşündürücüdür. Bu arada şunu da eklemeliyim: Âkif’in “eksik” meâli hakkında birkaç gündür çıkan haber yoğunluğu ile Âkif’in Kur’ân telakkisini büyük oranda etkileyen; on cildi Türkçeye tercüme edilen ve yıl sonuna kadar tamamı tercüme edilecek olan Tefsîrü’l-Menâr hakkında şimdiye kadar herhangi bir yazının yazılmamış olması memleketin ilim hayatı bakımından çok üzücüdür.
“Farklı, görülmesi ve okunması gereken bir meâl” olarak anılan meâlin dikkatimi çeken bazı teknik ve üslup özellikleri üzerinde kısaca durmak istiyorum. Her şeyden önce Âkif’in on yıllara yayılan meâl tecrübesinde ortaya çıkan dönemsel farklılaşmalar dikkate alınmalıdır. Zaten meâli yayına hazırlayanlar onun diğer eserlerini ve meal çalışmasından önce yaptığı çeşitli âyet tercümlerini dipnot olarak ilgili yerlere yerleştirerek kimi zaman değişmenin kimi zaman gelişmenin ritmini yakalamak bakımından önemli bir katkı yapmışlar.
Âkif’in yapmış olduğu tercümelerde karşımıza çıkan sadelik konusunda Eşref Edib’in aktardıkları yanında Âkif’in genel dil anlayışını da bilmek gerekir. Sadelik meselesi Âkif’in Sırat-ı Müstakim dergisinin 182. sayısından itibaren Sebilürreşad dergisi adını aldığını biliyoruz. Âkif, derginin 183. sayısında yayımladığı bildirisinde, “Sade yazmak bizim için asıldır. Ne zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek mutlaka muztar [çaresiz] kalmışızdır” diyordu. Âkif’in ezber bozan kelime seçimleri bu meâlde de var. Yine aynı şekilde Elmalılı Hamdi Yazır’ın, kaleme aldığı meâli mümkün olabildiği kadar sade ve veciz olmasına gayret etmiş olduğunu belirtmesi de yeni eserlerdeki İslâmi dilin nasıl bir anlayışla oluşturulduğunu anlamak bakımından oldukça önemli bir husustur. Bununla beraber hem Âkif hem de Elmalılı mukarrer olan, kullanıla kullanıla Türkçenin bir parçası olan kelimeleri kullanmaktan çekinmemişlerdir. Mesela hamd, hidayet, Rahman, Rahim, alemlerin rabbi değil rabbu’l âlemîn şeklindeki tercihler bu dil tutumundan kaynaklanmaktadır. Her iki müellifin besmeleyi tercüme etmeksizin bırakmasına karşın Ömer Rıza Doğrul’un tercüme ettiği şekil hemen fark edilecektir. Âkif’in ulü’l-elbâb kavramını çevirirken kullandığı ifadeler ise şöyle: “düşünür beyni olanlar”
“Bize halka söyleyecek eserler lazım” diyen Âkif’in nâs kelimesini kimi zaman halk kimi zaman insan sözcüğü ile tercüme etmesi önemli bir ayrıntıdır. “De ki” kalıpları “Ya Muhammed” şeklinde çevrilirken “sabır” kelimesini karşılamak için sebat sözcüğü tercih edilmiştir. Âl-i İmrân suresinin 159. Ayetinin meal öncesi çevirisinde “Dünya işlerinde müşavere et!” şeklinde geçerken meâlde ise “Dünya işlerinde reyleri al!” ifadesi kullanılmıştır. Modernleşme sürecinde sıklıkla kullanılan İslâmi siyasi kavramların -millet/ümmet, ulü’l emr, şeriat, zekat vs.- Âkif’in yazılarında, şiirlerinde ve ayet meâllerindeki dönüşümünü, değişimin ritmini dönemin sosyo-politiği içinde kavramak için meâl başta olmak üzere onun diğer eserleri bu gözle yeniden okunmalıdır. Meâlinin bir yerinde müminlerin ihtilaf etmeleri halinde “Kitap ve Sünnete müracaat etmeleri” gerektiğini belirten Âkif bazı ayetlerin çevirisinde hasım kelimesine yer verirken Elmalılı Hamdi Yazır ise düşman sözcüğünü kullanır. Yine salih amel kavramını “işleri salâh olanlar”, abdest ayetinde geçen kelimeyi “mesh edin” değil “mesh getirin” şeklinde kullanır. Âkif’in Tevbe suresinde geçen yünfikûn ifadesini vergi ile karşılaması da dikkat çekici. Şayet Âkif’in bu meâli yayımlanmaya devam edecekse kelime ve kavramlar başta olmak üzere meâl içi değişimin ritmini ve farklılıklarını yakalamak bakımından önemli olacak bir listenin hazırlanması başta olmak üzere daha pekçok noktada M. Ertuğrul Özalp ve Mehmet Yaşar Soyalan’ın birikimlerinden yararlanılmasının, meâlin sonraki basımları açısından yararlı olacağını düşünüyorum.
Fatiha suresinde Âkif “kıyamet gününün sahibi Allah” tercümesini uygun görürken Elmalılı “din gününün” şeklinde tercüme eder. Âkif’in “Hak ile batılı karıştırmayın!” diye çevirdiği ayette Elmalılı’nın karıştırmayın kelimesini değil bulama kelimesini kullanmış olması önemli bir ayrıntıdır. Bakara suresinin altıncı ayetinde Âkif “küfre sapanlar” Elmalılı ise “küfre saplananlar” şeklinde çevirir. Her iki müellifin Hz. Musa’nın kavminin ilah edindiği varlığı buzağı olarak değil dana şeklinde çevirdiğini de ayrıca hatırlatalım. İlk okumanın sonunda şunu söyleyebilirim ki “meal konusu konuşulurken, ‘Akif’in mealinden önce mi ve sonra mı?’ diye konuşulacak” şeklindeki kanaatler oldukça abartılı. Şahsen ben Âkif’in meâli bütünüyle kayıp olmuş olsa da bütünüyle ortaya çıkmış olsa da onun meâlinin son tahlilde kendine ait özgünlükleri hatırda tutularak devrinin diğer meâl müellifleri olan Elmalılı Hamdi Yazır’la Ömer Rıza Doğrul’un çok ötesinde olabileceğini düşünmüyorum. O nedenle Âkif’in meâl tecrübesi ve metni hakkında konuşurken indirgeyici ifadelerden olduğu kadar abartılı ifadelerden de kaçınmayı şiar edinmemiz gerekir.
Bu arada meâlin yeni basımlarında etraflı bir fihrist ve indeks eklenerek okuyuculara yardımcı olunması gerekmektedir. Aynı şekilde Âkif’in meâli ve usulü hakkında çok yetersiz bir yazı olan Recep Şentürk’ün “Giriş” yazısı daha ayrıntılı ve bazı şüpheleri izale edici bir boyuta kavuşturulmalıdır. Âkif’in Mısır hayatını gurbet çilesi olarak anmanın ötesine geçen değerlendirmelerin yapılması gerekir. Elmalılı için “Efendi”, Ahmed Naim için “Bey” Aksekili Ahmed Hamdi için “Efendi” unvanlarının kullanıldığı satırların öncesinde Mehmed Âkif Ersoy denilmesi tarihsel olarak yanlıştır. Kur’ân’ın ilk 1/3’lik kısmını içermesine rağmen dış kapakta Kur’an Meali başlığının kullanılması (içerde doğru olarak Fatiha-Berâe şeklinde yazılmış), okuyucunun tamam bir meâl aldığı şeklinde bir yanılgıya düşmesine sebep olacaktır.
Umarım, dikkat çektiğim bu hususlar Âkif’e ait olduğu düşünülen bu meâlin tekrar gözden geçirilmesine sebep olabilir. Ne diyelim “Allah bes, bâkî heves vesselâm.”
Asım Öz
Dünya Bülteni