Türklerin Anadolu coğrafyasına hâkim duruma geldikleri 12. ve 13. yüzyıllardan itibaren bölgede tasavvufî yapılanma da başlamıştı. Türk etkisinin arttığı bu dönemden itibaren Doğu’dan ve Batı’dan gelen mutasavvıflar Selçuklu ve Osmanlı dünyasının manevî hayatını olduğu kadar siyasî bağlantılarını da şekillendirmişti. 1940’lardan itibaren ise Türkiye’nin farklı bölgelerinde ortaya çıkan cemaatler adlarını duyurmaya başlamışlardı. 1960’lardan itibarense artık gündemde cemaatler vardı.
Tasavvuf adını verdiğimiz İslâm mistisizmi, bir yanda Sünnî İslâm şeriatının 8. yüzyılda ortaya çıkması, diğer yanda da siyasal yaşamın zorladığı bir dizi seçeneğin gerçek imana zarar verme olasılıklarına bir tepki biçiminde doğmuştur. Nitekim şeriat biçimciliği ya da zahirî davranışı ön plana çıkarıyor, siyasal yaşam ise gerçek müminlerin ahlâken kabul edemeyecekleri birçok edim ve eylemi sineye çekmeyi gerektirebiliyordu. Böylece birçok Müslüman gerçek imanı ve Tanrı sevgisini kendi içlerinde aramaya, giderek zühde, yani dünya işlerinden olabildiğince uzak kalmaya yöneldi.
Hakikatin peşinde tutulan bu bireysel yol (tarik), 11.-13. yüzyılların istilâlar, savaşlar, siyasal karışıklık ve istirarsızlıklar ortamında beliren tarikatlarla birlikte, toplumsal bir olgu haline geldi.
Bahsettiğimiz bu karışıklık dönemine özgü toplumsallaşma ise beraberinde ister istemez siyasallaşmayı da getirdi. Bazı tarikatlar isyancılığa, bazıları ise kendi devletlerini kurmaya yöneldi. Birçoğu ise süregiden bu karışıklıklar içinde görece küçük topluluklarını korumaya, onlara barışçıl bir düzen ahlâkını aşılamaya yöneldiler.
Bu dönemin sonlarında Türkleşme ve İslâmlaşma süreçleri geniş çapta tamamlanmış olan Anadolu da, istilâ, savaş ve karışıklıklardan nasibine düşeni almış ve İlhanlılar döneminde artık barışa kavuşmuştu. Ancak, toplumsal istikrarın sağlanması, tarikatların siyasallaşması olgusunun sonu olmadı. Toplum katında saygınlıkları olan bu kurumlar, siyasal önderler tarafından kullanılmaya çalışıldı ve kullanıldı. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, karanlık geçmişine karşın başarılı bir siyasetçi olduğu anlaşılan Osman Gâzî’nin Şeyh Ede Balı’yla yakınlaşması ve sonuçta kızıyla evlenmesidir.
Yazının devamı NTV Tarih’in Mayıs sayısında.