Sünnet, mezhep ve Selefilik

İslam
Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı… Şu gerçeği kabullenmek dinî makulün gereğidir; eğer müminler İslam’ı doğru yaşayabilmek için sünnete/Peygamber’in örnek uygulamas...
EMOJİLE

Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı…

Şu gerçeği kabullenmek dinî makulün gereğidir; eğer müminler İslam’ı doğru yaşayabilmek için sünnete/Peygamber’in örnek uygulamasına ihtiyaç duymasalardı Peygamber gönderilmesine de gerek kalmazdı.

Bu ilk Müslümanlar için böyleydi ama bizim artık buna ihtiyacımız yok demenin bir mantığı olamaz. Böyle diyen birisi aslında şunu demiş olur. O günkü insanlara Kur’an-ı Kerim’i Peygamber açıklıyordu, bugün onun yaptığı işi biz yapabiliriz, dolayısıyla ona gerek kalmaz. Açıktır ki, böyle bir kanaatin sahibi kendisini, Peygamber’in görevini üstlenmiş biri olarak görmektedir.

Sünnete ihtiyaç var ama sünnet bize güvenilir yollarla gelmemiştir diye düşünmek de bundan farklı değildir. Bu da şu anlama gelir: Madem ki Kur’an-ı Kerim’in sahih açıklaması olan sünneti bugün biz güvenilir şekilde bilemiyoruz, o halde onun yaptığını yapan başka bir şey bulmak zorundayız ki, o da bizim açıklamalarımızdan başkası olamaz. Kur’an-ı Kerim’i doğrudan biz açıklamalıyız. Böyle bir kabul, Kur’an-ı Kerim’in bir ölçü olmaksızın her kanaate göre farklı yorumlanması ve tamamen izafi bir metin haline dönüşmesi demektir.

Sünnete ihtiyaç var, bizim açıklamalarımız da onun yerini tutmaz, ama biz buna mecburuz, çünkü sünnetin tevsikine güvenemeyiz, denmesi ise, biz bugün İslam’ı eksik olarak anlamak ve eksik olarak yaşamak zorundayız demekle eş anlamlıdır ki, bunun da isabetsizliği açıktır.

Aslında mezhepler ve ehlinden sadır olmuş içtihatlar da böyledir. Mezhep diye bir şey yok, İslam’ın kaynağı önümüzde, ona bakar hayatımıza yön veririz demek de, böyle diyenin kendisini mezhep imamı müçtehitlerin yerine koyması anlamına gelir. Tabii ki, mezhepler sünnet gibi değildir, kişinin teorik olarak böyle bir şey söylemeye hakkı vardır. Ama o durumda kendisi de onlar gibi bir mezhep/görüş ortaya koymuş olmaz mı? Bu açıdan onlardan ne farkı kalır ki, onlar olmasın da ben olayım diyebilsin? O zaman sıradan Müslümanın da şöyle deme hakkı doğar: Mezhep imamlarının âlim, müçtehit ve güvenilir oldukları bin küsur yıldır görüldü. Ben her gün ortaya çıkan ve ehlinden sadır olup olmadığı test edilmemiş görüşlere uyacağıma onlara uyarım daha iyi.

Kaldı ki, mezhepler ya da mezhep görüşü dediğimiz asıl içtihatlar zaten akide ve ibadetlerle, yani İslam’ın sabiteleriyle/değişmezleriyle alakalı içtihatlardır. Bunlarda zamana bağlı değişmeler olmaz, buna ihtiyaç da yoktur. Dünya işlerinin düzenlenmesiyle ilgili içtihatlar ise zaten sürekli değişmek zorundadır. Bu alanda her âlimin görüş bildirme hakkı vardır. Yeter ki, işin ehli olsun. Yine ehil olma şartıyla diğerlerinden seçme hakkı da vardır. Karadawî buna ‘intikaî içtihat’ diyor.

Günümüzdeki Selefîlerin açmazı da tam bu noktadadır. Onlar sünneti devreden çıkaranlardan daha tutarlı olarak, ‘Kitap ve sünnet önümüzde, onlara bakar hüküm veririz, mezhepler sonradan ortaya çıkmış bidatlerdir’ diyorlar. Mezheplerin din gibi görüldüğü durumlar için bu iddia yanlış da değil. Ama onlar da sıkıştıklarında işin içine kendi yorumlarını katıyorlar, ya da ‘bu konuda Bin Bâz şöyle diyor, İbn Teymiye böyle demiş‘ demek zorunda kalıyorlar. İşte bu da görüş bildirme adına bir mezhep edinme değil midir? Bunun diğerinden farkı nedir? Yeter ki, mezhep içtihatlarını sabit din olarak görmeyelim. Zaten mezheplere karşı gösterilen Selefî tavrın sebebi de mezhep anlayışındaki ifratlar ve mezhepleri din gibi görme yanılgısı olduğunu daha önce söylemiştik.

Meseleyi doğru anladıktan sonra mezheplerin gerçekten de bir rahmet, bir hazine olduğunu da anlamış oluruz. Öyle ya, bir konuda ehlinden sadır olmuş pek çok içtihat var ve sizin de âlim olarak bunlardan birini seçme hakkınız bulunuyorsa, bu bir rahmet ve hazine değerinde bir birikim sayılmaz mı? Kaldı ki, onların yanında yeni bir içtihat ortaya konmasının da bir engeli yok. Artık onları atın, beni dinleyin demenin ne anlamı kalır?

Sünnetin örnekliğine itirazımız yok, ama sünnetin bize olduğu gibi ulaştığını söyleyemeyiz, onun için de onu delil sayamayız diyenlerin gerekçesi, vaizlerin söylemlerini kuşatmış olan uydurma ya da zayıf hadislerse onlara, a be kardeşim, biz sünnet deyince zaten bunları kastetmiyoruz ki, deme durumundayız. Hayır, hiç birine güvenilmez diyorlarsa o zaman bunun için söylenecek en hafif söz bunun bir cehli mürekkep olduğudur.

Kur’an-ı Kerim’in korunmuşluğu, onun anlaşılacağı kadar sünnetin varlığına bağlıdır. Tarihte sünnetin tespiti konusunda gösterilen mucizevi çabaların ve bunun için geliştirilen muhteşem ilimlerin ne olduğunu öğrenme sabrı bile gösteremeyenlerin bunu anlamalarını beklemek abes olur.
Sünnet sünnet diyoruz, peki sünnet nedir? Onu da gelecek yazımızda inşallah.