İslâm’ın ibadet ve toplanma yeri camiler, yüzyıllar içinde gerek mimari gerekse fonksiyonları bakımından birçok dönüşüme uğradı. Klasik Osmanlı döneminde ihtişamının doruğuna ulaşan camiler, giderek hem yapısal hem manevi açıdan ruhlarını kaybetti. Günümüzde ise o parlak döneme duyulan özlemin kötü kopyaları, köyden şehire Türkiye’ye hâkim oldu.
İnsanlar ibadet etmek için toplandı. Güçlerini bir araya getirdi. Birliğin gücünü hissetti. Urfa’daki Göbeklitepe, günümüzden 12 bin yıl öncesine giden tarihiyle dünyada bilinen en eski ibadet yeriydi. En erken tapınaklarla başlayan hikaye, bu mekanların giderek siyasi, idari, ticari fonksiyonlar üstlenmesiye devam etti. Mezopotamya tapınakları, hem ticaretin hem hazinenin toplandığı yerler oldu. Vergiler buralarda toplanmaya başladı.
Bu fonksiyonlar sonraki tek tanrılı dinlerde de kısmen devam etti. Yahudilik’teki sinagog, Hıristiyanlık’taki kilise (eklesia), Müslümanlıktaki cami kelimeleri de bir araya gelinen, toplanılan yer anlamındaydı; aynı zamanda bu mekanlarda toplanan cemaatleri de simgeledi.
Cami kelimesi, Kur’an’da bugünkü anlamıyla kullanılmamış. Kur’an’da, ibadethane için mescit deniliyor. Oysa bugün, secde edilen yer anlamındaki mescit, küçük ibadet yerlerine deniyor. Abbasiler zamanında (750-1258) her çeşit törensel, onursal toplantı yerinin adı camiydi. Bu nedenle ibadet için ayrılan yerlere mescid-ül cami dendi. O dönemde satranç oynanan bir kulübe cami denildiği gibi, bir okula mektebü’l-cami, hatta bir sokağa suku’l-cami deniyordu. Eski kitaplarda Bağdat, Kahire, Kurtuba şehirlerinde yüzlerce cami adı geçmesi bundandır.
İçinde namaz kılınan mescidü’l-camiler ise gece gündüz açıktı. Görevliler (ferraşlar) ortamı daima temiz tutar; içeri hayvan girmesini engeller; yabancıların, kimsesizlerin ve yolcuların barınmasına izin verirdi. Namazdan önce ve sonra camide oturmak, söyleşmek, türlü konuları tartışmak, ders çalışmak, ders vermek, dinlenmek, dua okumak âdetti.
Ortaçağ camileri, asıl anlamıyla, kutsal yerler değildi; sosyal hayatın merkeziydi. İslâm’ın tek kutsal yeri, Mekke’de çevresi tavaf edilen Kâbe idi.
Cami mekanı, çevresinde toplanılan bir havuz, kuyu, şadırvan veya çeşmeyi dört yandan kuşatan üstü açık bir avluydu. Bu avluya bağlı yerler, mezheplere göre her biri çok sayıda kişiyi alabilecek kapasitede idi. Mescid-i camilere doğrudan cami denilmesi, daha Emeviler döneminde bu toplu namaz yerlerine yüksek kuleler biçiminde minareler; İslâmiyetin yayıldığı eski uygarlık ve kültür bölgelerindeki mabetlere özenilerek, şerefe, sahın, seki, kubbe, mihrap, minber, kürsü, maksure, mahfil, şadırvan gibi öğelerin eklenmesiyle başladı.
İslâm’ın ilk dönemlerinde yapılan camiler, fethedilen coğraflardaki büyük tapınakların camiye çevrilmesi şeklinde ortaya çıktı. Yeni yapılan camilerse, ister istemez başlangıçtaki özgün mescit yapısından farklıydı. Kudüs’teki Mescid-i Aksa bunun en iyi örneklerindendir. Önemli bir yaklaşım da, barış yoluyla teslim olan şehirlerdeki tapınakların -Şam ve Humus’ta olduğu gibi- yarısının camiye çevrilmesi, diğer yarısının gayrimüslimlerce kullanılmaya devam edilmesiydi. Mescid-i Aksa bugün de bu şekilde kullanılıyor.
9. yüzyılda Türklerin İslâmiyet’e girişinden sonra ilk yapılan camiler Bağdat’ın güneyindeki Samarra Ulucami, Ebudulef Camii ve Mısır’daki Tolunoğlu Ahmet Camii’dir. Türklerin İslâm coğrafyasında ilk ibadetleri bu mekanlarda gerçekleşti.
Anadolu’da ilk cami
Anadolu coğrafyasında bilinen en eski cami, Harran Ulu Camii’dir. 8. yüzyıla ait tam bir Emevi yapısı olan ve eski bir tapınak üzerine inşa edilen bu cami, zengin taş işçiliğiyle muhteşemdi (bugün maalesef arkeolojik bir kalıntı halindedir). İslâm kaynakları bu dönemde Anadolu’da yapılan birçok camiden bahseder. Fakat ülkemizde bir İslâm arkeolojisi olmadığından, bunların izleri bilinmemektedir. Daha sonra, Anadolu’da camiye çevrilen ilk kiliseler Diyarbakır Ulu Camii, Urfa Ulu Camii ve Antakya Ulu Camii’dir. Bugünkü mimarileri değişmiş olsa da, bunlar erken İslâmiyet döneminin ilk yapılarıdır. Bunlar tarihsel süreç içinde Haçlı Seferleri sırasında birkaç defa el değiştirdiler, bir kilise bir cami olarak yaşadılar.
Bu örneklerden sonra takip edebildiğimiz ilk İslâm mabedi, Selçukluların 11. yüzyılda Kars Ani’deki Ermeni katedralini camiye çevirmesiyle oluşan yapıdır. Bu ihtişamlı dev taş yapı Ortaçağ’da terkedilmişse de Anadolu’da Türklerin siyasi hâkimiyetinin simgesi oldu. Bu dönemde, 12. yüzyıldan itibaren Selçuklular, Artuklular, Danişmendliler, Mengücekler, Saltuklar, hâkim oldukları şehirlere “ulucami” adı altında yeni camiler inşa ettiler. Bunlardan Harput, Malatya gibi ulucamiler İran geleneğinden, Diyarbakır, Silvan, Mardin ve Siirt Ulıucamiler ise Suriye geleneğinden etkilendiler.
Kiliseler cami oluyor
M. Halil Yinanç Anadolu’nun Fethi kitabında Türklerin fetih sürecinde ilk başta yeni camiler yapmayarak eski mabetleri camiye çevirdiklerini, Abbasi halifelerinin gönderdiği 70 minber için bu mabetleri kullandıklarını yazar. 12. yüzyıl ortalarında Anadolu’da egemen din henüz Hıristiyanlık, mabetler de çoğunlukla kilise olduğu için, Müslüman fatihler bunlardan bazılarını camiye çevirmekle beraber, kendi yaptıkları camilerin kiliselere benzememesine ve Hıristiyan geleneklerinin camiye girmemesine önem veriyorlardı. Bundan dolayı dekoratif tasarımlar sadece cümle kapılarında, içerde de mihrap ve minberde uygulanıyordu.
Bu tarihten itibaren özellikle coğrafi etkilerle cami yapıları değişmeye başladı. Bölgenin iklimi kadar, inşaat malzemesi gibi faktörler de etkiliydi. Anadolu’da cami yapımı için tuğladan ziyade taş kullanıldı.
Aynı zamanda Anadolu kökenli yerel mimari, Bizanslı, Süryani, Ermeni ustaların etkisiyle cami mimarisinde farklılıklar yarattı. İslâm inancı, figür kullanılmasına izin vermediğinden çok iyi stilize edilmiş bitkisel süslemeler veya sonsuza uzanan geometrik kurgular öne çıkmaya başladı. Bunların ilk örnekleri Konya Alaaddin Camii, Niğde Alaadin Camii ve Kızıltepe Ulucamii’nde görülür.
Aynı sıralarda, İslâm inancını yansıtan yazılar da camilerde uygulandı. Kur’an’dan ve hadislerden alıntılar yazılmaya başladı. Bu, yazının, hat sanatında bir süsleme olarak kullanılmasının başlangıcıdır. Bugün de Arap harfleriyle sanat, hâlâ cami süslemelerinin baş unsurudur. Arap yazısının Türkler için dinî bir anlam taşıması da bundandır.
Bu dönemdeki ulucamilerin kıble kapısı tarafında cemaatin toplandığı avluyu, bir gölgelik (revak) çevrelerdi. Diğer cephelerde de avlular, çeşme ve yalaklar, binek hayvanları için sundurmalar bulunurdu. Sultan veya melik caminin yanına kendisi için bir köşk, vakıf gelirlerinin konulduğu bir beytülmal (hazine) yaptırırdı.
Cami çevresinde kitap ve tespih satıcıları, gül, menekşe, yasemin yağları satan ıtriyatçı dükkanları bulunurdu. Apteshaneler daha ötelerde yer alırdı. Cami kapısı dışındaki pabuçluğa akşamları seramik, gümüş hatta altın kandiller konur, azman berat mumları, şamdanlar yakılarak etraf aydınlatılır; büyük camilerin minaresine, sesin ulaşamayacağı yerlere namaz ve iftar vakitlerini haber vermek için kandiller asılırdı. Ulucami, cami-i kebir, daha genel anlamıyla mescidü’l-cuma denilen bu mekanların boyutları birkaç amaca göre belirleniyordu. Mekan, cuma kılınırken kentin bütün cemaatini alacak ölçüde olmalıydı. Bu ölçü aynı zamanda kent halkının diğer törensel, geleneksel, örneğin düğün, ziyafet gibi toplantıları topluca yapmasına da imkan veriyordu. Ayrıca salgınlarda ve göçlerde hastalar, göçmenler geçici olarak camilerde barındırılıyordu. Taştan yapılmaları, şehrin en son müstahkem mevkii konumunda, istilacılara karşı bir savunma kalesi olması açısından da önemliydi.
Müsluman Türklerin Ortadoğu ve Anadolu’da egemen oluşlarıyla, caminin yapısında ve kullanımında önemli değişikler oldu. Camiler çok amaçlı ve çok işlevli konumlar kazandı.
Selçuklular döneminde, mihrap önünde, yani caminin en önemli noktasını vurgulamak için bir kubbe inşa edilmeye başlandı. Bu kubbe vurgulaması, kısa sürede anıtsal bir boyuta ulaştı. Anadolu Selçuklu ulucamilerinin yanında, halkın günlük ibadeti için inşa edilen ve mescit denilen, kimi zaman minaresiz, minbersiz, cuma kılınmayan, küçük ibadethaneler de inşa edildi. Bunlar düz tavanlı veya küçük kubbeli mekanlardı. Namaz vakitleri dışında mahalle mektebi olarak veya değişik amaçlarla kullanıldılar.
Ayrıca kervan yollarında, şehir girişlerinde namazgâh denilen ve birkaç basamakla çıkılan, doğal ortamlı namaz kılma mekanları da vardı. Bunlar tek mihrap taşlı, temiz, abdest için çeşmesi veya kuyusu olan, kimsenin hakkı bulunmayan helal bir arazide yapılırlardı. Namazgâhlar, “Yeryüzü sizlere mescit kılınmıştır” âyetine uygun doğal ibadet mekanlarıydı. Buralar gerçekten de İslâmiyet’in en temiz mekanlarıydı. Maalesef günümüze kadar gelen ve işlevini koruyabilen örnekleri pek azdır. Örneğin bugün Bağdat Caddesi üzerindeki Selamiçeşmesi namazgâhı, bir benzin istasyonudur; Topkapı Sarayı Birinci Avlusu’ndaki, (Aya İrini önündeydi) namazgâh bir lokantadır (kimi namazgâhlar günümüzde mezar sanılmaktadır).
Osmanlı döneminden günümüze ulaşan en eski kitabeli cami İznik’tedir. Hacı Özbek Camii 1332’de Orhan Gazi devrinde yaptırılmıştır. İlk Osmanlı beyleri fethettikleri şehirlerdeki en büyük kiliseleri camiye çevirtirlerken Orhaniye, Muradiye adını verdikleri özgün camiler de yaptırdılar. Orhangazi’nin, İzmit, İznik, Gebze ve Bursa’da da adını taşıyan camiler vardır. Bu camilerde kubbe daha ağırlıklıdır. Selçuklular sadece mihrap önü kubbesine vurgu yapmışken, bu evrede camileri kubbelerle örtme geleneği başlar. Bursa Ulucamii 20 kubbeli, Edirne Eski Camii 9 kubbelidir.
Erken Osmanlı devrinde camilerle ilgili en önemli değişiklik, asıl ibadethanelerin imaret olarak adlandırılan büyük birer zaviye olmasıdır. Bursa Yeşil Camii, Bursa Orhan Camii, Bursa Murat Hüdavendigâr, Bursa Yıldırım Camii, Bursa ve Edirne Muradiye Camileri böyledir. Burada değişen, Anadolu’dan gelen gezgin dervişlere, ahilere, gazilere, abdallara verilen önem gereği, mekanların konaklama fonksiyonunun da öne çıkmasıdır. Böylelikle biçimle birlikte caminin bir yaşama alanı haline geldiği; haberleşme, konaklama, yiyip içme alanları olarak da genişlediği görülür. 16. yüzyıla kadar devam eden bu süreç, erken Osmanlı döneminin en prestijli yapılarını ortaya çıkarmıştır.
Orhan Gazi’den cami dersi
Bostanzade Yahya Efendi, Tarih-i Saf/ Tuhfet-ül Ahbap adlı kitabında Orhan Gazi’yle ilgili şu ilginç hikayeyi aktarır:
“Osmanlılarda ilk cami, imaret ve medrese bu sultandan kalmıştır. Sultan Orhan bir savaşta ele geçen ganimetle Bursa’ya döner ve bununla bir cami yapmayı düşünür. Devlet adamları ve din bilginlerini toplayıp ‘helal malından bu kadar paraya eriştim. Şu anda camiye ihtiyaç var mıdır? Sevaba gireceksem yaptırayım’ diye sorar. Hepsi ‘Halen şehrimizde en önce yapılması gereken cami ve imarettir. Sevap kazanırsınız!’ deyince Sultan Orhan ellerinden bir tutanak alır ve büyük bir camiyle imaret yapılmasını buyurur. Bu tutanağın da ölürken kefenine koyulmasını vasiyet eder ve “öbür dünyada sen gereksiz yere cami yaptırmışsın diye sorulursa, bu tutanağı gösteririm” der.
Erken Osmanlı dönemi cami mimarisi ve caminin toplumsal hayata etkisi açısından, Bursa başlıbaşına bir ekoldür. Edirne ise Bursa geleneğini devam ettirdiği gibi, İstanbul camilerine geçişi de temsil eder. Edirne’deki en önemli örnek, II. Murad’ın yaptırdığı Üç Şerefeli Cami’dir. Burada ilk defa büyük bir kubbeyle merkezi bir mekan kurgusu, revaklı dış avlu, sayıları dörde çıkan minare, çok sayıda şerefe, bu unsurların bağımsız kullanımı görülür. Böylelikle Osmanlılarda selâtin cami geleneği de başlamıştır.
İstanbul’un fethi, ulucamiler
İstanbul’un fethi yeni bir dönemin başıdır. Mehmet Paşa, Murat Paşa, Mahmut Paşa, Atikali Paşa camileri Bursa geleneğini devam ettirse de Fatih Camii ile Osmanlı cami mimarisi bambaşka bir yönde gelişmeye başlar. Osmanlı Devleti’nin artık merkezî bir yapıya kavuştuğu bu dönemde, gezgin derviş olgusunun yerini sultanın kimliğiyle bütünleşen devlet; padişahların kendi adlarıyla yaptırdıkları camiler alır.
Ayasofya, İstanbul’un ulucamii olur. Osmanlı selâtin camilerde de, Ayasofya’da olduğu gibi bir büyük kubbe ve yarım kubbelerle sağlanan örtü sistemine benzer yapı anlayışına geçilir. 6. yüzyılda inşa edilen Ayasofya benzersizdi. Dolayısıyla bu ihtişamlı yapıdan etkilenmemek olanaksızdı. İstanbul camilerinde bu üslup geliştirildi, mükemmelleştirildi.
Büyük merkezî camiler, medrese, hamam, imaret, mektep, kütüphane ve çarşılarla büyük külliyeler halinde gelişme gösterdi. Kanunî’nin inşa ettirdiği Şehzade Mehmet Camii (1544-1548) dört yarım kubbeli yapıldı ve bir bakıma Osmanlı dünyasının ideal cami planı oluştu. Bundan sonra Süleymaniye ve Edirne Selimiye gibi muhteşem camiler yapıldıysa da, Şehzede Camii’nin plan tipi, günümüze kadar klasik cami tipi olmuştur.
Modern zamanlarda Türkiye’de yerel girişimlerle inşa edilen birçok camide de bu planı taklit ediliyor. Dolayısıyla halkın zihninde beliren genel cami görüntüsü, Ayasofya’dan gelmekle birlikte inşaat ayrıntıları, malzeme ve süsleme programları, Osmanlılara özgüdür.
İsa’nın resmi altında 300 yıl
Padişahların adını taşıyan ve hakimiyetini simgeleyen camiler, doğrudan kendisi, annesi, eşi, kızları, vezirler, değişik rütbede devlet ve din adamları tarafından, masrafları şahsi servetlerinden karşılanmak suretiyle yapılmakta, yaşatılması için de vakıflar kurulmaktaydı. Camiler yaptıranın veya bulunduğu semtin adıyla anılmakla birlikte İslâm büyüklerine veya kutsal günlere adanmamıştır.
Ayasofya cami yapıldıktan sonra, 1720’lere kadar mozaikleri, dinî konulu tasvirleri, mihrabın hemen üzerindeki Meryem Ana, çocuk İsa tasvirleri, yaklaşık 7 metre yükseğindeki başmelekler, Mihail ve Cebrail resimleri, kubbeye geçişteki dünyanın en büyük serafinleri, Bizans imparatorlarının ve azizlerin tasvirleri açıktaydı. Padişahlar, Osmanlı ulemasının önde gelenleri, şeyhülislamlar ve cemaat yaklaşık 300 yıl boyunca bunların varlığında namaz kıldılar, ama rahatsız olmadılar.
Osmanlı döneminde tasavvuf erbabı tekkelere çekildiğinden camiler konaklama yeri olmaktan çıksa da eğitim fonksiyonu devam etti. Medrese dersleri yanında cami dersleri denen sanata, edebiyata yönelik amatör çalışmalar her devirde devam etti. Yarı dinî gelenekler, kandiller, mevlütler için de camiler önemli mekanlardı. Aynı zamanda iktidarın siyasi gücünü, hâkimiyeti simgeleyen yapılar oldu. Bulundukları mahalleye adını veren ve onun merkezi olan mescitler eski özelliklerini devam ettirdiler.
Camiler arada kapukullarının ve ulemanın -özellikle Fatih ve Sultanahmet Camileri- eylem merkezleri de oldu. Dinî, siyasi, askerî odaklar için buralarda toplanmak, bunların avlularını tutmak önemliydi. Tahttan indirmelerde, isyanlarda, camiler merkez üssü olarak kullanıldı.
Padişahların cuma selamlığı denen törenlerle camiye namaza gitmeleri âdetti. Halk sarayla cami arasında birikir, padişahı sağ ve sağlıklı görerek güven tazelerdi. Bu bakımdan cami, devletin en görkemli törenlerinin mekanıydı. Padişah camide hünkar mahfili denilen özel bölümde namaz kılar; camiye bitişik hünkar kasrında dinlenir, kabullerde bulunurdu. Hünkâr kasırları payitaht camilerine özgü mekanlardı. Saltanatın kaldırılmasından sonra bunlar bakımsız kaldı. Bugün tek bir hünkâr kasrı bile içindeki orijinal eşyalarıyla korunamamıştır.
17. ve 18. yüzyıllarda cami
17. yüzyılın sonlarından itibaren artık külliyeler cami değil medrese merkezli olmaya başladı. Yine de Sultanahmet ve Yenicami bu dönemde inşa edilmişlerdir. Sultanahmet Camii 6 minaresi ile Osmanlı mimarisinin simgesi haline geldi.
18. yüzyılın en büyük camisi, banisinin adını taşımaz. 1748’de I. Mahmud’un başlattığı inşaatı, III. Osman 1755’te tamamlatmış ve camiye Nur-u Osmaniye adını vermişti. 1766’da büyük bir deprem şehrin anıtsal yapılarının çoğunun harap ettiğinde, adı çok az hatırlanan III. Mustafa (1757-1774), neredeyse bütün camilerin onarılmasını sağlayarak onların günümüze ulaşmasını sağladı. Fatih’in yaptırdığı şehrin ilk padişah cami olan Fatih Camii de bu depremde çökmüş, III. Mustafa, daha görkemli inşa ettirmişti. Geçenlerde restore edilip “Fatih’in inşa ettirdiği cami” adıyla afişleri hazırlanıp büyük bir törenle açılan bu cami, III. Mustafa’nın yaptırdığıdır. Kentin imarına büyük emek veren Laleli ve Ayazma camilerini ve daha başka küçük camileri de inşa ettiren bu padişahı bugünün İstanbulluları tanımamaktadır.
Osmanlı baroku: 19. yüzyıl
19. yüzyıl ile birlikte İstanbul’da cami yapımları azalır, boyutlar da küçülür. Suriçi’nden çok Boğaz kıyılarına camiler inşa edilir. Sultan camileri bile, 16. yüzyıl vezir camileri kadar büyük değildir. Nusretiye, Büyük ve Küçük Mecidiye, Dolmabahçe (Bezmiâlem Valide Sultan) camileri, dönemin beğenisine göre Batı etkilerinin en çok hissedildiği yapılardır. Geleneksel birimler devam etmekle birlikte, camiler Osmanlı Baroku denilebilecek bir üslup şekillendirir. Çini giderek kullanılmaz olur. Bu dönemin camileri öylesine Batılı süsleme unsurları içerir ki halk bunları farklı yorumlar. (Bugün bu camilerin cemaati arasında, bu süslemelerin şehrin işgal yıllarında yapıldığı ya da bu camiler kiliseden çevrilmedir gibi açıklamalar yaygındır). Camilerdeki Avrupai üslup, mimarların kimliği ile değil banilerinin bilinçli tercihi ile oluşmuş görülmektedir. Bu durum, devletin modernleşme çabasının bir yönünü cami mimarisi üzerinden gerçekleştirmeye çalışması bakımından dikkati çeker.
Bu dönemde camiler, Osmanlı mimarisinin belirleyici yapıları olmaktan çıkar. Kışla, okul, postane, hastane, tren garları, nezaret binaları çok daha büyük ve etkileyici yapılar olmaya başlar.
Osmanlıların son dönemi
Osmanlı döneminin son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Tanzimat sonrası sanatına karşı zamanla bir tepki oluşur. Osmanlı klasik mimarisine ya da aslında muhtemelen bu güçlü döneme duyulan özlem ve hayranlık sonucu, 19. yüzyıl mimarisi, bir zayıflık döneminin hatıraları olarak görülmüştür. Bu dönemin bezemelerini taşıyan Fatih Camii, Eyüp Camii, Üsküdar Selimiye Camii gibi yapıların kalemişleri bile değiştirilmiş ve klasik döneme özenen uydurma kalemişleri yapılmıştır.
II. Abdülhamid’in kitabesine göre, 1885’te inşaatı tamamlanan Yıldız Hamidiye Camii, Osmanlı döneminin son selâtin cami olmuştur. Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin savaş yıllarının felaketleri arasında cami yaptırmadılar. II. Abdülhamid devrinde Karaköy’de art nouveau üslubunda bir mescit yapıldı. Saray mimarı Raymond D’Aronco’nun bu eseri, maalesef 1956’da yıktırıldı.
Cumhuriyet, yıkım ve yapım
1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı gibi büyük dönemeçlerin ardından İstanbul’un en büyük camii Ayasofya, 1934’te müze haline getirildi. Fenari İsa, Fethiye, Küçük Ayasofya gibi kiliseden dönme camilerin minareleri ek olduğu iddiası ile yıkıldı, Osmanlı öğeleri yok edildi.
1925’te tekke, zaviyelerin kapatılması ile cami sayısı artış gösterdi. Kapanan tekkelerin tevhidhaneleri, semahaneleri mahalle mescidi haline getirilirken çoğu da terkedildi. Yine bu dönemde mübadele ile nüfus yapısı değişen köylerdeki eski kiliseler cami olarak kullanılmaya başladı. Anadolu’da İslâm fetihlerinden bu yana kiliselerin cami olarak kullanıldığı en yoğun dönem yine Cumhuriyet’in ilk yılları oldu. Sonuçta kiliselerin de yaşamasını sağlayan bu uygulama ne yazık ki zamanla terkedildi ve 1960’lardan sonra yeni camiler inşa edilmeye başladı. Terkedilen yapılar ise zamanla harap ve yokoldular.
1935’te “cami ve mescitlerin tasnifi” adıyla bir kanun çıkarıldı. Boş, bakımsız birçok yapı ya yıkıcılara teslim edildi ya da ev, atölye, dükkan, depo, parti bürosu gibi farklı fonksiyonlarla kullanıldı. Bu kanunda tarihî değeri olan yapılar ayrılmış olmakla birlikte, maalesef uygulamada bu duruma dikkat edilmedi ve Türkiye’nin her yerinde çok sayıda cami bu sırada yokoldu.
Osmanlı döneminin sonuna doğru Batılılaşma çabalarını halka ulaştırmada bir mesaj olarak Avrupai mimarinin camilerde kullanılması gibi; Cumhuriyet de laiklik ilkesini, cami ve mescitlere mesafeli durarak, hatta birçok yerde fonksiyonunu değiştirerek göstermeye çalıştı.
1950’ler: Sonun başlangıcı
1950’lerden itibaren Türkiye’nin her yerinde yeniden camiler inşa edilmeye başladı. 1943-1955 arasında Vasfi Egeli tarafından inşa edilen Şişli Camii, aynı yıllarda Ankara’da inşa edilen Recai Akçay’ın Maltepe Camii gibi, Osmanlı mimarisini kaynak alan camiler yapıldı.
1960’lardan itibaren genellikle gecekondu mahallelerinde “gecekondu camiler” inşa edilmeye başladı. Bu döneme kadar camiler her zaman hükümdar, devlet adamları, asker ve ulema ya da tüccarlar tarafından inşa ettirilirdi; yaşaması için de bu yapılar vakıflar bağlanırdı. Ancak 1960’lardan itibaren semt halkı aralarında para toplayıp cami yapımlarını karşılamaya başladılar. Bakım ve onarım işi için de dernekler kuruldu. Helalar, ihtiyaçları karşılamak için paralı oldu. Bilhassa cuma namazları sırasında, hem yeni camiler inşa etmek için hem bunların bakım ve onarımları için para toplanır oldu. Vakıf sistemi çalıştırılamadığı için, bu camilere gelir getirmesi amacıyla altlarında dükkanlar, otoparklar, alışveriş merkezleri yapıldı. Bahçelerine semt yaşlılarının devam ettiği bir kahve konduruldu. Hemen her caminin yanına din adamları için lojmanlar, Kur’an öğretilecek kız ve erkek öğrenciler için kurs binaları; İslâmi geleneklere uygun düğünler yapılabilecek salonlar yapılmaya başladı. Aslında bugünkü camilerde de, geçmişin külliyeleri gibi birçok birim var. Ancak geçmişte inananlardan hiçbir şey talep edilmeyen bu müesseseler, artık her vakit, özellikle cumaları büyük yardımların toplandığı, hızla büyüyen ticari yapılar.
80’ler ve gecekondu cami
1980’lerden sonra birçok yerde yapılan camiler yıkılıp yeni ve daha büyükleri inşa edildikçe, cami yapımı ciddi bir sektör haline geldi. Sadece minare inşa ederek, cami inşaatlarında çalışarak yaşayan ustalar yetişmeye başladı. Camilere çini ve halı üreten, kalemişi yapan işyerleri ve kişiler çıktı. Azımsanmayacak bir insan grubu bu işten geçinmeye başladı. Diğer taraftan İslâm inancında bu tür bir vazife olmasa da adeta kilise örgütü gibi müftüler, imamlar, vaizler, müezzinler geniş kadrolar oluşturdu ve adeta bir din adamları hiyerarşisi ortaya çıktı.
Yeni yapılanmaların en büyük sorununu, çoğunun nereye inşa edildiğidir. Bir zamanlar helal para ve helal araziye çok dikkat edilirken, camilerin çoğu kaçak, gecekondu statüsünde inşa edildi. Kocaman kubbeleri ve dev minareleri ile bu kaçak yapıları belediyeler görmezden geldi. Kimse bir cami inşaatına karşı çıkmayı göze alamadı. Din adamları, bu camilerin İslâm inancı açısından sorunlarını dile getirmekten kaçındılar. Gündemin neredeyse her sorununa ilgi gösteren Diyanet İşleri Başkanlığı, kaçak camilerde namaz kılmanın uygun olup olmadığını hiç gündeme getiremedi. Örneğin “bir başka vakıf arazisinde kaçak yapılan camide namaz olur mu?” sorusu hiçbir zaman sorulamadı.
Özellikle 80’lerden sonra, büyük şehirlerin en prestijli semtlerinden en ücra köylere kadar memleketin her yerinde inşa edilen binlerce cami, müteahhitlerin, kalfaların bilgisi ve birikimiyle şekillendirildi. Çok azının bir projesi ve bir mimarı oldu. Osmanlı mimarisinin klasik çağının çok kötü taklidi olan camilerde, o ihtişamlı zamanların hayali yaşatılmaya çalışılıyor. Bu çirkin yapılarda, bir zamanlar sadece sultanlara özgü bir ayrıcalık olan ve devletin gücünü göstermek üzere yapılan birden fazla minare ve şerefe uygulaması, artık her semtin, köyün, mezranın hakkı! Ülkemizin kültürlü ve varlıklı ailelerinin yaptırdıkları camiler de, mimari ve işlev olarak geleneğin kötü kopyalarını oluşturdular. Adana, Ataşehir gibi en modern yerleşimlerde bile Edirne Selimiye Camii’nin karikatürleri karşımıza çıkıyor. Ayasofya ile başlayıp Şehzade, Süleymaniye, Selimiye gibi yapılarla güçlü bir imge kazanan Osmanlı mimarisi ne terkediliyor ne geliştiriliyor. Ruhu çalınan camilerimize bakarak geçmişin hayalini kuruyoruz. Ama yeni yapılan camilere baktıkça da, eskiye duyulan özlemin bile samimi olmadığı anlaşılıyor.
ntvmsnbc.com