32 gencin hayatını kaybettiği, 100’den fazla kişinin de yaralandığı Suruç katliamı neredeyse Türkiye’nin tek gündemi oldu.
22 Temmuz Çarşamba günü de köşe yazarlarının gündeminde yine Suruç karliamı var.
Ali Bayramoğlu-Yenişafak
Dün olduğu gibi bugün de Suruç katliamını köşesine taşıyan Ali Bayramoğlu, “Suruç, Basın ve Gerçekler…” başlıklı yazısıyla medyaya bu konuda görev düştüğünü belirtti.
Ali Bayramoğlu’nun bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Bugünün gazeteleri, yayın organları soğuk savaşın, vesayet çağının gazeteleri gibi değiller.
Çok parçalı gerçek ve çoğulcu algı bugün bir veri. Gazetecinin haberi, bugün, çoğu zaman, hele konu insan, topluluk ve siyasetse, artık algıda bile gerçeğin tam yansıması değil. Gerçekliğin, görünür, ulaşılabilir pek çok başka parçası var. Bu durum türlü algı ve okumaları meşru kılar.
17-25 Aralık hadiseleri iyi örnektir.
Darbe mi yolsuzluk mu? Baskı mı isyan mı? Sivil yapı mı istihbari teşkilat mı?
Bu konuda tek parçalı tüm okumalar sorunludur. Bu tür bir konuda haber yapan gazeteci aynı olay hakkında aynı anda iki ayrı varsayımın mümkün olabileceği esasından, çoğulcu akıl yürütmeden uzaklaştığı an kendi siyasi pozisyonundan yola çıkar. Dahası bunun mesleğine yansımasından, örneğin iktidara mutlak mesafenin tek kural, hatta angajman olduğu gazetecilik anlayışından yola çıkar ve vardığı sonuç yaralı olur. Bu durumda haber gerçeğin pek çok boyutundan uzağa düşer ve onlarla kavga etmeye başlar.
Çok parçalılık ve çoğulculuk yanında teknoloji, kaynak çeşitlenmesi, ütopya yerine erdemi yerleştiren “şimdiki zaman etiği ve siyaseti” gibi pek çok unsur, basını kendi başına siyasal bir araç, bir yön verme cihazı, toplum ile siyaset ve kesimler arasında bağ kurma ve bu bağı yönetme aracı haline getirdi.
Bu durum kaçınılmaz olarak, “usülsüzlük, yolsuzluk, ihlal takibi” üzerinden tekil ve tepe “iktidarı sorgulamayla sınırlı” gazeteciliğin işlevleri genişletmiş, çeşitlemiştir. Anlama, topluma ve toplumsal değerlere değme, hadiselerin iç dinamiklerini haber unsurları arasına katma gibi yeni iş ve işlevler gazetecilik faaliyetinde olmazsa olmazları arasına girmiştir.
Ne var ki, iktidar eleştirisi endeksli anlayış bizde hala egemen, hala “Nirvana”yı temsil ediyor.
Suruç’un patlamanın faturasını hızla AK Parti’ye, Tayyip Erdoğan’a, Türkiye’nin Suriye politikasına çıkaran, ölümleri bu çerçevede bile araçsallaştıran, malum anlayışın ürünü ne çok yazı ve kalem oldu medyada…
Ortadoğu karmaşası, Arap Baharıyla ortaya çıkan İslam-siyaset ilişkisi, Türkiye’nin açısından bu temasın anlamı ve getirdikleri, aynı temasın İhvan ve IŞİD benzeri çatışma halinde karşı kutupları üretmesi, Arap dünyasının eski gerilimlerine bu yeni gerilimlerin eklenmesi ve bunların iç içe girmesi, İŞID’in besleme bir örgüt (Türkiye eliyle üretildiğini bile söyleyebilenler var) olmaktan çok öte, bu koşullarla iç içe yeni ve büyük cihat hareketi olduğunu, Türkiye’nin bir süredir PYD-UK-ÖSO koalisyonuyla İŞID’e karşı cephede yer aldığı, bu örgütün Türkiye’yi de hedeflediği ihtimali, yani gerçeğin diğer yüzleri, diğer belirleyenleri, onlar için hiç önemli değil.
Mesele anlamak değil, tavır almak olunca böyle oluyor.
Sorun sadece iktidara yakın basında değil demek ki…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
Hasan Bülent Kahraman-Sabah
Sabah gazetesindeki köşesinde Suruç katliamına değinen Hasan Bülent Kahraman, “O Korku, O Endişe” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Hasan Bülent Kahraman’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Hrant Dink‘in cenazesini kaldırırken Şişli’de, Agos’un önünde düzenlenen büyük mitingden dönüyordum. Birçok insan küçük, yuvarlak, elde taşınabilen küçük ‘Hepimiz Ermeniyiz’ pankartı taşımıştı. Metroya bindim. Hiç oralarda görmeyi tahmin etmediğim ama çok sevdiğim bir kadın arkadaşımla karşılaştım. Lafımı sakınmadan ‘sen de mi buradaydın’ dedim, gösteriye katılabileceğini tahmin etmediğimi söyledim. Güzel, şık, zarif arkadaşım ‘ama böyle bir Kürt öldürülseydi katılmazdım’ dedi. Kanımın donduğunu hissettim. Gerçekten kuruyup kaldım. Türkiye o zamanlarda bu kadar bölünmüştü. Sonra iyi şeyler oldu. Yakınlaşıldı. Fakat…
***
Dün Suruç‘ta meydana gelen ve gerçekten çok vahim, nereye açılacağı belirsiz olaydan sonra sosyal medyada hemen HDP’ye yüklenenleri görünce bu anıyı hatırladım. Hatta o atılan mesajlarda olaydan HDP’ye oy veren ‘Beyaz Türkler‘ kendilerini de sorumlu tutuyordu. Daha baştan HDP’yi veya Kürtleri/ PKK’yı suçlu görüp, o partiye 7 Haziran’da oy verenler, ‘biz de kabahatliyiz‘ deyip işi alabildiğine vahim bir noktaya taşıyordu.DAEŞ‘in, ilk verilere göre böyle diyelim, Türkiye’ye gelip bu olayı düzenlemesi ne derecede vahimse daha işin iç yüzü aydınlanmadan bu ürkütücü hadisenin PKK‘ya yıkılması da bir o kadar vahim. Demek ki, o korku, o endişe hâlâ devam ediyor…
İşte bu noktada durumun hem ne kadar vahim hem de ne derecede karmaşık olduğu bir daha anlaşılıyor.
***
Vahim, çünkü böyle bir olayın ardından bile hemen PKK/Kürtler özleşmesi kuruluyor, olay bu kesimin üstüne yıkılıyorsa barış sürecinden, çözüm sürecinden hayli geriye düşülmüş demektir. Bu sadece devlet politikası olarak değil, toplumsal zihin olarak da böyle.
Öte yandan karmaşık elbette. Çünkü bombanın patladığı anda SGDF toplantı düzenliyordu. Toplantının Rojova ile bağlantısı vardı. PYD- DAEŞ- Rojova üçgeni olayın belkemiğiydi. Az ötede bütün bunların kaynağı olan Suriye ve o ülkede yıllardır devam eden, bir türlü yatışmayan, nereye gideceği meçhul olaylar var. İşin daha da ilginç yanı şu andığım isimlerin hepsi birer gerçeğe tekabül ediyor ve bunlarla yaşamak zorunda Türkiye.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
Markar Esayan-Yenişafak
Yenişafak gazetesi yazarlarından Markar Esayan’ın gündeminde de Suruç katliamı vardı. Esayan; “Saldırıya hedef olan 31 insanımız hayatını yitirdi, ama bu saldırı gerçekten tüm Türkiye’ye yapılmıştır. Aynı tesbiti Adıyaman’da PKK tarafından şehit edilen askerimiz için de ifade etmeliyiz.
Bu noktada kimliği ve aidiyetinden bağımsız olarak, ölenlere, yakınlarına sahip çıkmak, adaleti tesis etmek öncelikli vazifemiz. Herkes bu ateşe imkanı kadar su dökmekle yükümlü.” dedi.
Markar Esayan’ın “Bu Tuzağa Düşersek Tarih Bizi Affetmez…” başlıklı makalesinin bir bölümü şöyle;
Şanlıurfa’nın Suruç İlçesi’nde, Amara Kültür Merkezi önünde bir canlı bomba saldırısı sonucu şu ana kadar 32 vatandaşımız hayatını yitirdi. 104 vatandaşımız da yaralandı. Yaralı vatandaşlarımızdan 43’ü hala hastanede, 10’u ise ameliyata alındı, 9’u da yoğun bakımda.
Yüreklerimize ateş düştü. Milletimizin başı sağolsun. Böyle durumlarda insanın nutku tutuluyor. Yaşanan dehşet insanın gerçeklik sınırlarını zorluyor. Bizlere böyle oluyorsa, Allah hayatını yitirenlerin yakınlarına gani gani sabır versin.
Devlet bu hain saldırının mesullerini bulup olayı aydınlatmak için elinden geleni yapmakla yükümlüyken, siyasi partilerin, STK ve özellikle medyanın acılara sahip çıkan sorumlu / sağduyulu bir davranış sergilemeleri gerekiyor.
Saldırıya hedef olan 31 insanımız hayatını yitirdi, ama bu saldırı gerçekten tüm Türkiye’ye yapılmıştır. Aynı tesbiti Adıyaman’da PKK tarafından şehit edilen askerimiz için de ifade etmeliyiz.
Bu noktada kimliği ve aidiyetinden bağımsız olarak, ölenlere, yakınlarına sahip çıkmak, adaleti tesis etmek öncelikli vazifemiz. Herkes bu ateşe imkanı kadar su dökmekle yükümlü.
Başbakan Ahmet Davutoğlu olay sonrası hemen Ankara’ya gelerek bir kriz masası oluşturdu ve Çankaya Köşkü’nde bir basın açıklaması yaptı. Üç bakan, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, İçişleri Bakanı Sebahattin Öztürk, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik olay yerine intikal ettiler. Bölgeye gidenler arasında genel başkan yardımcıları ve bölge vekilleri de vardı.
Başbakan Davutoğlu şehit edilen askerimizin ailesini ziyaret ettikten sonra, Suruç’a geçecek, yaralıları ve aileleri ziyaret edecek.
Başbakan Davutoğlu’nun şu sözleri önemliydi…
“Gerek Suruç’ta söz konusu olan saldırı gerek Adıyaman’da askerlerimize dönük saldırı ve Türkiye’ye dönük birçok sabotaj eylemlerinde bulunan terör örgütlerinin hedefi Türkiye’dir. Bu saldırı Türkiye’yedir. Türkiye’nin huzurunadır, demokrasisinedir, kamu düzeni ve halkımızın huzur ve refahınadır. Bu saldırı hepimizedir.”
Davutoğlu siyasi partilere de bir çağrıda bulunuyordu…
“Buradan bütün partilere çağrıda bulunuyorum. Meclis’te grubu bulunan partilere. Bu noktada dört partinin genel başkanları olarak tam da hükümet ortaklığı çabası içine girmişken bu saldırının hedefi Türkiye’dir, Türk demokrasisidir diyorsak; şimdi dört partinin genel başkanları da biraraya gelerek ortak bir deklarasyona imza atmamız lazım. Ben bunu yapmaya hazırım.”
Bu çağrıyı önemsemek ve geçiştirmemek gerekiyor. Çünkü hedefte olan ülkenin toplumsal barışı, birliği ve huzurudur.
Böyle hain provokasyonlar, dehşet verici eylemler, toplumu paniğe sevk etmek, yönetim boşluğu oluşturmak ve kaos yaratmak için tertiplenir. Maalesef bu konuda oldukça tecrübeliyiz.
Dün Salih Tuna doğru yaklaşımı şöyle ifade etmişti:
“Tek yürek olmak zorundayız.
Ayakta durmak, ayakta kalmak için Alevi – Sünni, Kürt- Türk birbirimizin sırtına yaslanmak zorundayız.
“Biz hep birlikte Türkiye’yiz” diye haykırdık mı bu iş tamamdır.
Çünkü bu tavır müstevlilere, “o salladığın parmağı kırarız” demektir.
(…)
Kardeşlerim…
Kim ki Suruç katliamının ardından kardeşliğe ve birlikteliğe vurgu yapmıyor, hâlâ husumet ve kutuplaştırma peşine düşüyorsa işgalden veya bölücülükten payına düşecek paya gözünü dikiyor demektir.”
Çok doğru…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
Melih Altıok-Sabah
Sabah gazetesi yazarı Melih Altıok’un “Oyun Sanıyorlar” başlıklı makalesinin bir bölümü şöyle;
Hafta başında Urfa’dan gelen acı haberle sarsıldık. Kobani’ye gitmek üzere Suruç’ta bir araya gelen sivillere intihar saldırısı düzenlendi. 32 vatandaşımız hayatını kaybederken onlarcası da yaralandı. Katliamı DAEŞ’in gerçekleştirdiği konuşuluyor.
Ne yazık ki kara gün bir türlü bitmek bilmedi. Akşam saatlerinde bir acı haber de Adıyaman’dan geldi. PKK bir askeri şehit etti. Evet, kör gözüm parmağına provokasyon günlerindeyiz yine. İçerideki provokatif unsurların üzerine bir de sınırlarımızın hemen ötesinde faaliyet gösteren DAEŞ terör örgütü eklendi. Suriye’nin kuzeyindeki alan hâkimiyeti mücadelesi, sınırlarımızı aştı.
Tablo net. Bölgede işleyen demokrasisi, istikrarlı ekonomisi ve huzur ortamıyla bir vahayı andıran Türkiye hedef tahtasında. Türkiye’ye biçilen modelse Suriye. Ama ülkenin kolay lokma olmadığını bildikleri için menzile varan yolun taşlarını dikkatli döşüyorlar. Önce bir kaos ortamı yaratılacak. Ardından ehven-i şer metotlar dayatılıp basiretsiz bir yönetim kurulacak. Ardından gelsin olası bir iç savaş senaryosuna zemin hazırlayacak “müdahaleler.”
Herkesin derdi başka
İşaret alan terör grupları İstanbul başta olmak üzere bazı büyük kentleri yangın yerine çevirdi. Yabancı ajanslar kentlerde uzun namlulu silahlarla gezen teröristlerin resimlerini geçiyor. Reyhanlı katliamının ardından baş gösteren Gezi sürecinde olduğu gibi, sosyal medyada manipülasyonlar gırla gidiyor. Biraz ciddiyet beklediğimiz medyanın durumu daha da vahim. ABD’nin ve İsrail’in taşeronu olduğuna dair şüphe kalmayan Gülen çetesinin argümanlarıyla hükümete değil, ülkeye yüklenen Cumhuriyet’in başındaki adam, yine Türkiye’ye “teröre destek veren ülke” imajı çizmekle meşgul. Sanki 2013’te terör örgütü ilan ettiği DAEŞ tarafından bir kez daha saldırıya uğrayıp bu kez de 32 vatandaşını kurban veren kendisi değilmiş gibi, Türkiye Suruç katliamının azmettiricisi ilan ediliyor.
Kimileri içinse yitirdiğimiz onlarca canın yegâne anlamı var o da koalisyonun ne kadar elzem olduğu! Gençlerin canından çıkardığı yağı hiç çekinmeden satıyor bir sabah programcısı. “Kaosun üzerine çekin” dediği o koalisyon süngerini sıkınca kan damlayacağını bile bile: “Ülke daha fazla gerginliği taşıyamaz. Hele bu iklimde bir erken seçimi hiç taşıyamaz. Kurun AKP/CHP koalisyon hükümetini.”
İnsaf, insaf insaf…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
İbrahim Tenekeci-Yenişafak
Yenişafak gazetesi yazarlarından İbrahim Tenekeci de bugünkü köşesini Suruç katliamına ayırdı.
Tenekeci, Yenişafak gazetesindeki köşesinde “Örgütlü Kötülük” başlıklı bir köşe yazısı kaleme aldı.
İbrahim Tenekeci’nin bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Milletimiz ve memleketimiz, yüz yıl önce olduğu gibi, bugün de örgütlü bir kötülükle karşı karşıyadır.
Urfa ilinin Suruç ilçesinde patlayan / patlatılan bomba, kaç zamandır devam eden saldırıların bir parçasıdır. Evvela ölenlere rahmet, kalanlara sabır dilerim. İnşallah bu son olur, başka acılar yaşanmaz.
Ateş ateşi hem yakmaz, hem söndürmez. Bıçak sapını kesmez. İslâm coğrafyasındaki birçok şaibeli örgütün İngiliz, İsrail ve Amerikan hedeflerine saldırdığını hiç gördünüz mü? Varsa yoksa kendi insanımız. Bununla birlikte, çok sayıda yabancı servisin coğrafyamıza karargâh kurduğunu biliyoruz. Kim kiminle nerede, belli değil.
Evet, tanımlanması zor bir döneme girmiş bulunuyoruz. Meşakkatli bir süreç.
Pirincin içindeki siyah taşları biliyor ve görüyorduk. Beyaz taşların ise bu kadar çok olabileceğini kim tahmin edebilirdi? Mesela ‘Türkiye Türklerindir’ diyenleri, ayrılıkçı Kürtlerle aynı konularda buluşturan şey nedir? Birinci cevap, dış bağlantılar. İkincisi: Şahsi menfaatini milletin / memleketin üstünde görmek.
Dikkat ederseniz, böyleleri, yerli ve millî isimlere hiç tahammül edemiyorlar. Hemen onlarla ilgili kara kampanyaya girişiyorlar. Yabancı medyayla birlikte yaptıkları ortak yayınları da hatırlamak ve hatırlatmak lazım.
Bilineni tekrar edelim: Pirincin içindeki siyah taştan değil, beyaz taştan korkmamız gerekir. Hayır, Beyaz Türkler demedim.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
Cemil Ertem-Akşam
Akşam gazetesi yazarı Cemil Ertem de Suruç katliamına değindi.
Ertem’in ‘Onlar‘ ne istiyor, biz ne istemeliyiz?’ başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Bütün siyasi cinayetlerde, katliamlarda hatta soykırım ve savaşlarda binlerce yıldan beri Romalı düşünür ve devlet adamı Marcus Tullius Cicero’nun şu sorusu sorulur; kimin çıkarına? Yani cui bono… Cicero, bir savaş karşıtı olmasına rağmen savaştan kaçamadı ama savaşların, katliamların gerçek nedenini de bulmaya çalıştı. Bunun için bu anahtar kavramı geliştirdi. Cui bono sözünü bir savunma sırasında söylediği rivayet edilir. Ama bu söz, bir savunmadan ziyade, kanlı siyasi tarih için de, dünden bugüne çok önemli bir yöntem sayılmıştır.
Herhalde, yalnız geçen gün Suruç’ta olan katliam için değil, Türkiye’nin siyasi tarihinde olan bütün katliamlar için şu “kimin çıkarına” sorusunu sormamız gerekir. Suruç katliamının ne amaçla yapıldığını öğrenmek istiyorsanız, dün Türkiye’de “muhalefet” yaptığı iddiasındaki “ana” medyaya bakmamız yeter.
Bu katliam olduktan sonra bunlar neyi istiyorsa bu katliam bunun için yapılmıştır.
Benim dikkatimi çeken en baskın istek, “büyük koalisyon” adı altında bu medyanın, Türkiye için, bir teknokrat hükümet isteğidir. Siyaseti, tam şu sıralar, bu tür katliamlarla ve DEAŞ gibi çetelerle Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye çalışan güçlere, ekonomiyi de, Türkiye’yi 28 Şubat ekonomisine ve oradan 2001 krizine taşıyan taşeronlara yeniden teslim etmek bu katliamı yapanların ilk hedefidir. Bu katliamı yapanlar, aynı zamanda, şunu da tam olarak söylüyorlar: “Türkiye’yi yeniden bizim kontrolümüze vermezseniz, Irak ve Suriye coğrafyasından farkınız kalmaz.”
Bu anlamda, Suruç katliamı hedeflediği kesim açısından da, yalnız Türkiye’nin doğusunda değil, batısında da, yeni bir kaosun tohumlarını atmaya dönük çok yönlü bir terördür. Türkiye, burada kararlı olmazsa, Suruç tipi nokta hedefli katliamları ilerleyen günlerde de görebiliriz. Hele ipleri, içerideki paralel odaklara bağlı olarak, dışarıda olan, yönü belli olmayan, yamalı bohçaya benzeyen bir hükümet bu terör ortamını daha da yukarı taşıyacaktır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
Ahmet Taşgetiren-Star
Star gazetesi yazarlarından Ahmet Taşgetiren dün olduğu gibi bugün de Suruç katliamını köşesine taşıdı.
Ahmet Taşgetiren’in “HDP ve Silahlı Yapı” başlıklı makalesinin bir bölümü şöyle;
7 Haziran seçimlerinin ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan birisinin HDP’nin 80 milletvekili kazanması olduğunda kuşku yok. İster Ak Parti’nin tek başına iktidarını önlemesi olsun, ister etnisitenin siyasetini yapan bir parti olmaktan “Türkiyelileşme” yönünde evrilen bir siyasi hüviyete bürünsün, HDP’nin geldiği nokta büyük önem arz ediyor.
HDP’nin Ak Parti’nin tek başına iktidarını önleyici misyonu üzerinde çok duruldu. Bu, bir anlamda HDP’ye keyif veren bir durum ortaya çıkardı. HDP’nin bu misyonunun, bütün siyasi duruşlarını Ak Parti ve Erdoğan nefreti üzerine inşa edenlere de büyük keyif verdiği gözlendi.
Ama bu durum geçici olmak zorunda. 7 Haziran geçti, Ak Parti’nin tek başına iktidarı engellendi, peki sonra?
Sonrasında HDP’nin “Türkiyelileşme” yönelişinin sınandığı bir süreç başlaması gerekiyor.
Aslında tıpkı Ak Parti’nin, CHP ve MHP’’den farklı olarak Kürtlerden yoğun biçimde oy almasının Türkiye’nin bütünlüğü açısından hayati önem taşıması gibi, etnik siyasetle yola çıkan HDP’nin, Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığından başlayıp, 7 Haziran genel seçimlerinde sürdürdüğü şekilde “Türkiye’nin tamamını kapsayan bir söylem”e yönelmesi de Kürtler’in en azından bir kısmında oluşan farklılaşma zihniyetini entegrasyona dönüştürme potansiyeli açısından büyük önem taşımaktadır.
O yüzden de Demirtaş’ın “Türkiyelileşme” söylemi, HDP’ye hep kuşku ile bakan çevrelerde dahi olumlu karşılanmıştır.
Sorun şurda ki, bu “Türkiyelileşme” söylemi, farklı alanlardan oy devşirmeye yönelik bir seçim malzemesinden mi ibarettir, yoksa gerçekten Türkiye bütünlüğü içinde erimeyi öngören bir entegrasyon hamlesi midir?
Sınanma dediğim şey bu.
Burada HDP sınavının kolay olmadığını kabul etmek gerekiyor.
Öncelikli soru, bu hamleye Kandil’in, KCK’nın, İmralı’nın ne diyeceğidir. Çünkü HDP, tüm bu odaklarla birlikte siyaset yapan bir kurumdur.
Beklenti şu: HDP seçimlerde 80 milletvekili çıkardı. Bu Meclis’te önemli bir temsil demek. HDP bu temsili arkasına alıp, bağımsız siyaset üretebilir.
Mi?
Evet “mi?” HDP’yi sınava soyunduruyoruz mesela:
– Silahlı yapının ülkeyi terk etmesini iste!
Bu beklenti normal. Çünkü suçlama var: Sen, bu oyu, arkanı silahlı yapıya dayayarak aldın. Mesafe koy ona.
Demirtaş kıvranıyor:
– Ben desem de gitmezler ki. Acaba giderler mi ki? Acaba ne desem ki?
Şöyle bir soru sormak belki HDP’nin silahlı yapı ile ilişkisinin nasıl kabul edilmez hale geldiğini daha iyi anlatacaktır:
HDP’nin de içinde yer aldığı bir koalisyon kurulsa ve o koalisyonda İçişleri Bakanlığı HDP’ye verilse, HDP’li bakan ne yapardı bu silahlı yapıya karşı? Bu yapının, Doğu-Güneydoğu’da sandığa yönelik tehditlerini nasıl karşılardı? Bu yapının ülke genelinde gerçekleştirdiği silahlı boyutu da bulunan KCK örgütlenmesini görmezden mi gelirdi?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
Beril Dedeoğlu-Star
Beril Dedeoğlu Star gazetesindeki bugünkü köşesinde “Katliamlar ve Müslüman Algısı” başlıklı bir makale kaleme aldı.
Beril Dedeoğlu2nun bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Ramazan Bayramı’nda ne yazık ki yine çok sayıda Müslüman, çok sayıda Müslüman tarafından öldürüldü. IŞİD, Irak’ta bir pazar yerine intihar saldırısı düzenledi, kadın çocuk demeden 120 kişinin ölmesine 150 kadar kişinin yaralanmasına yol açtı. Bu olaydan çok kısa bir süre sonra, Suudi Arabistan geniş kapsamlı bir IŞİD operasyonu gerçekleştirdi; yapılan resmi açıklamada kaç kişinin yaşamını kaybettiği belirtilmedi, sadece 431 kişinin tutuklandığı duyuruldu. Tutuklanan kişilerin de çeşitli Ortadoğu ülkelerinin vatandaşları oldukları bilgisi verildi.
Yemen’de Taiz ve Aden’de Halk Direniş Güçleri ile Husiler arasındaki çatışmalarda 30’dan fazla kişi öldü, 40 kadar kişi yaralandı; tabi resmi rakamlara göre.
Son olarak ise Suruç’ta 32 kişi katledildi.
Müslümanların yaşadığı başka yerlerde de bayram seyran demeden kim bilir daha kaç kişi çatışma ve savaşlarda hayatını kaybetti.
Dünyanın bambaşka bir köşesinde, mesela Şili’nin ya da Japonya’nın bir kasabasında yaşayan biri sabah kalkıp gazete alsa ve bu haberleri okusa ne düşünürdü acaba?
Suçu dışarıda aramak
Acı çeken, çatışan, birbirini öldüren toplumlara bakarak neden bunlar oluyor diye sorulduğunda, her kesimin kendi meşrebine göre bir yanıt bulacağına şüphe bulunmuyor. Ancak “Doğu”daki en yaygın kanaatin, kabahati “Batı”da, emperyalistlerde ya da büyük güçlerde aramak olduğuna şüphe bulunmuyor. Velev ki öyle. Acaba bu büyük güçlerin manipülasyon yapmalarına, Müslümanı Müslümana kırdırmalarına izin veren mümbit araziyi kim temin ediyor?
Denebilir ki, zaten yüz yılı aşkın zamandan beri Müslüman coğrafyası söz konusu güçler tarafından manipülasyonlara olanak tanıyacak biçimde dizayn edilmişti. O zaman da belki bunu tersine çevirmek için devletler, halklar, liderler ne yaptılar diye sormak gerekir.
Nedenleri sürekli başkalarında arama hali, Ortadoğu’daki tüm halkları ve toplumları edilgen olarak kabul etmek anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle daha baştan zavallılığı ve zayıflığı kendisine yakıştırmak söz konusu olur. Hal böyle olunca, ölmek ve öldürmek çaresizliğin doğal çözümü gibi algılanır; hatta kanıksanır. Halklar, kendileri için böylesine ölümleri doğal buldukça, Şilili köylü, İspanyol bürokrat ya da Japon iş adamı için bu toplumlar giderek daha “barbar” olarak görülür.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5