ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Siyasallaşan öfke…”
Sorsalar, “seni bu ülke için en çok endişeye ne sürükler” diye, yanıtım bellidir: Sokağa, mahallere, devlete yayılmış, zihinleri kuşatmış, siyasallaşmış öfkenin ürünü şiddet…
Benim kuşağım, gençliğim bunun vahşilerine tanık oldu.
Komşunun komşuyu kestiği Maraş katliamı, Çorum katliamı, bir gecede 100’lerce insanın boğazlanmasına yol açan etnik, mezhebi öfke, çok değil bundan 30-40 yıl önce, 70’lerin sonunda üstümüze çökmüştü.
Gelenek derin…
Tarih kitapları üstünü örter ama 1894-96 arası bu topraklarda, İstanbul’daki siyasi itişmelerin, adımların, meydan okumaların ürettiği ruh hali sonunda Anadolu’da üç ay içinde 50 bin Hıristiyan komşuları tarafından katledildi. 100 bini Osmanlı’yı terk etti. Amasya’dan Kayseri’ye Diyarbakır’dan Urfa’ya kadar, gündüz çarşıda başlayan kavga gece mahallelere taşındı. “Gavur” mahallerinde yangınlar çıktı. Kurbanlar da sivildi, failler de…
1890’ların sonunda saray teşvikiyle İstanbul’da bir anda ortaya çıkan sopalı hamalların tepki, talep, varlık bastırmak için sokak ortasında insanların, gayri Müslimlerin kafasını patlattığı, insanların canını kurtarmak için kiliselere doluştuğu, oluk oluk kan aktığı yazar kitapların dipnotlarında…
Dönem araştırmaları, Balkan Savaşı sonrası Teşkilat-ı Mahsusa’nın çıkardığı gürültüyle 100 bin civarında Rum mallarını, mülklerini bırakıp göç ettikleri zaman, Konya’dan, Eskişehir’den insanların Ege’ye talana koştuklarını anlatır.
6-7 Eylül yıldönümünü daha bir kaç gün önce geride bıraktık. Kimliklerinden, inançlarından ötürü kimilerinin evlerin, iş yerlerinin işaretlendiği, gasp, talan, tahkir, linç girişimlerinin yaşandığı, yaşananların bazı siyasi gruplar tarafından teşvik edildiği, siyasi iktidarlar tarafından korunup kollandığı bir dönem…
Bir gelenek…
Önceki gece aklıma bunların geldiğini söylemeliyim…
HDP Genel Merkezi’ne, Denizli’den Manavgat’a, Alanya’dan Sivas’a HDP temsilciliklerine yönelik tepki sınırlarını aşan, bina yakan, bina içindeki malzemeleri gösterisiyle imha eden eylemler, basın büyütmemeye çalışsa da, bu istikamette bir tehlikeye işaret ediyordu.
Nerede yaşarlarsa yaşasınlar Kürtlerin, Kürt kökenlerin çoğu siyasallaşmış durumda, önemli ölçüde toplu olarak belli yerlerde ikamet ediyorlar. Her olay, her şiddet hadisesi bu gruplarla öfkeli başka grupların, Türkler adına hareket ettiklerini sananların tehlikeli karşılaşmasına zemin hazırlıyor. Bu zemini kullanmak isteyenlere imkan sunuyor.
Bilen biliyor, ülkenin her hangi yerinde tek bir büyük olay, tek ciddi büyük bir hadise büyük bir yangın başlatır.
Ekseni kaydırmamak gerek…
Önceki gün yaşanan gelişmeler, bundan sonra yaşanabilecek benzer gelişmeler etki-tepki sözleriyle ne açıklanabilir, ne geçiştirilebilir.
Bu istikametteki risk ne PKK’yı lanetleyerek ne siyasi iktidarı eleştirerek atlatılabilir.
Söz konusu tehlike kendi iç yangınları içeriyor.
İlk mesele süren çatışmaya, savaşa rağmen bu iç yangınları kontrol altına alabilmektir.
Bu ise, siyasetçilerin, yetkililerin öteki cepheye öfke saçmak yerine, kendi cephesine sükunet tavsiye etmeleri, onları tahrik etmek yerine dizginlemelerini gerektirir.
Önceki gün ülkücüler sokaktaydı. O zaman Bahçeli’nin üzerine düşen özellikle budur. Başbakan’a düşen budur. Devlet başkanı olarak Cumhurbaşkanı’na düşen budur. HDP Genel Başkanı’na düşen budur.
Bu sorumluluk önce söze, öfke saçmadan, öteki ilan edilen tarafın tüm unsurlarını aynılaştırmadan, onlara meydan okumadan başlamayı gerektirir.
Çatışmalar, terör ve şiddet eylemleri etik bir nefrete dalgasına yol açarsa, toplumsal kavgaya dönerse bu ülkeye yazık olur ve bundan hepimiz sorumlu oluruz…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Sokaklar tekin değildir”
Meslek hayatına başladığımda Kenan Evren cumhurbaşkanı, Turgut Özal çiçeği burnunda Başbakan, Süleyman Demirel ise yasaklıydı.
31 yıllık meslek hayatımda çok şeyler gördüm. Meslek büyüklerimin “Kalem savaşları”nı izledim. Fikir tartışmalarına tanık oldum. Ancak gazete köşesinden bir gazetecinin ölümle tehdit edildiğine ilk kez tanık oluyorum. Star’dan Cem Küçük’ün Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’la ilgili yazdıklarını kast ediyorum. Bunlar doğru şeyler değil. Türkiye ve AK Parti bunu hak etmiyor.
Star Gazetesine bomba konulduğunda, Star Yönetim Kurulu Başkanı Murat Sancak silahlı saldırıya maruz kaldığında, ”Ama, fakat” demeden teröre karşı çıktık. “Fikirler silahla susturulamaz” dedik. NTV’de canlı yayında söyledim bunları.
Ama bir Deja vu durumu yaşıyorum.
90’lı yıllarda Tansu Çiller’i izliyordum. O zaman Flash TV baskını yaşanmıştı. Flash TV baskını Çiller’in üzerinde kara bir leke olarak kaldı. Türkiye yurt dışında basın kuruluşlarını basılıp, kurşunlandığı bir ülke damgasını yedi. Flash TV baskını, Çiller’e hayır getirmedi.
48 Saat arayla Hürriyet gazetesine yapılan saldırı bana geçmişi hatırlattı. Özgür basın diye gelen, “Üç Y”diye yola çıkan, sonuna kadar özgürlükleri savunan AK Parti’nin 13 yıllık iktidarında bunların olmaması gerekirdi. AK Parti kendi hikayesini böyle tüketmemeli.
Ülkemiz çok tehlikeli sulara sürüklenmek istiyor. Geçmiş dönemin acılarını yaşayan insanlardan biri olarak Üstad Necip Fazıl misali avazım çıktığı kadar, ”Durun kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak” diye bağırmak istiyorum.
Ülkem adına kaygılıyım. Bir yerlere doğru sürükleniyoruz diye feryat etmek istiyorum. Dağlıca ve Iğdır’dan şehit haberlerinin geldiği gece Ankara sokaklarındaydım.
Ankara’dan iki şehidimiz vardı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sokaklara çıkılmaması, sağduyulu hareket edilmesi çağrısına rağmen yıllar sonra ülkücüler sokaklardaydı. Demek ki, Bahçeli’nin sağduyulu açıklamasına rağmen ülkücüleri sokaklara döken bir irade vardı.
Bir yayın nedeniyle Ülke TV binasına ulaşmak için Konya yoluna çıktım. MHP bayraklarının sallandığı araçlardaki ülkücüler PKK aleyhine slogan atarak ilerliyorlardı. Araçlarının içinde aileleri olan birçok insanın yan yollara sapmaya ya da aracını kenara çekip beklemeye başladığını gördüm. İnsanların gözlerinde kaygı vardı. Yayına yetişmem gerekiyordu. Ülke TV binasının bulunduğu sokağa gelince, üst taraftan kalabalık bir grup sokağın girişini kapatmıştı. Sokağa aşağıdan girmek için yolumu değiştirdim. Orası daha kalabalıktı. Uzak bir yerde aracımı park edip, öfkeli kalabalığın arasında ilerleme çalıştım. Kanal 7 ile aynı sokakta bulunan DBP genel merkezinin önünde toplanmış olan kalabalık bir yandan slogan atıyor diğer taraftan da binayı taşlıyorlardı. Gerginlik giderek artıyordu. Ülkücü grup önce binanın önüne Türk bayrağını dikti. Sonra içeriye nasıl girdiklerini bilemediğimiz iki kişi ellerindeki sert cisimlerle vurarak DBP Genel Merkezi tabelasını sökmeye çalıştı. Bu sırada kalabalığın galeyana geldiğine tanıklık ettim. Kısa bir süre sonra tabela söküldü, yerine Türk bayrağı asıldı, polis binaya girdi, eylemcileri çıkardı, bir süre daha binayı taşladıktan sonra kalabalık kısmen yatışmaya başladı. Öfkeli gençler yavaş yavaş dağılmaya, hatta “Şehidimizin evine gidiyoruz” sesleri arasına ana caddeye doğru yönelmeye başlayınca birileri ortaya çıktı. Slogan atıp, gençleri orada tutmaya çalıştı. O ana kadar amacını aşan bir tepki eylemi, organize bir harekete dönüşmeye başladı. Ergenekon operasyonları nedeniyle “Uyamaya çekilmiş” hücreler son gelişmeler nedeniyle yeniden harekete geçiyor mu diye düşünmeden edemedim. Kalabalık ancak polisin gaz sıkmasıyla dağıldı.
12 Mart’tan önce 27 Mayısçılardan ve 12 Mart’ta yeni bir darbe hevesinin peşinde koşan İrfan Solmazer, ”Ben onlara İstanbul’da, Ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum” demişti. Ne oldu? Deniz Gezmişlerin eylemlerini kullanan asker yönetime el koydu. İrfan Solmazer darbeden 1 gün önce yurt dışına çıkarıldı. Deniz Gezmişler ise idam edildi. Darbeciler iktidarlarını gençlerin kanları, bedenleri ve darağaçları üzerine kurdular.
12 Eylül yargılamaları sırasında anneler gördüm. 12 Eylül’de idam edilen Manisalı ülkücü Halit Esendağ’ın annesini görmüştüm. Mürüvvet ana hayattalardı ama yaşamıyordu. İdam edilmeden önce yazdığı mektupta, ”Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah’ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim” diyen Mustafa Pehlivanoğlu’nun abisi, ”Annem son anına kadar Mustafam diyerek gitti” demişti.
Bedrettin Demirel Paşa, ”Şartlar olgunlaşsın diye bekledik ama çok kan aktı” demişti. Akan kan, resmi rakamlarla 5600 gencin kanıydı. 80 öncesinde günde 10 kişiden az insan öldüyse gazetelerin haber yapmadığı günlerdi. Olaylarda kullanılan silahın sabah solcuların elinde öğleden sonra ise ülkücülerin elinde cinayet işlediği günlerdi.
“11 Eylül günü akan kan 13 Eylül günü nasıl durdu” diye soran Demirel sorusunun cevabını kendi vermişti: ”Kanlar Kenan Evren’i Çankaya’ya taşımak için akmıştı” şartlar olgunlaşsın, asker darbe yapsın diye çok kan aktı. Hem de oluk oluk kan aktı. Darbe yapmak için sağ ve sol örgütleri kullananlar ise darbeden sonra cezaevlerini işkencehaneye çevirip, işkence yaptılar hayatlarını kararttılar, bir kısmını da astılar. Ne yapsınlardı. Asmasın da beslesinler miydi!
7 Haziran’da tek başına iktidar çıkmayınca, birileri harekete geçti. Türkiye’yi yeniden terör ve istikrarsızlık girdabına sokmak istiyorlar. Aynı günde IŞİD’in, PKK’nın, DHKP-C’nin düğmesine basan irade bir yandan da sokakları harekete geçiriyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK
“Birlikte başaramayacağımız hiçbir şey yoktur”
Sanırım bir şeyi yanlış yapıyoruz.
Sürekli olarak dezenformasyonlara karşı gerçeği anlatmaya, “hayır kardeşim yanlış anlamışsın, doğrusu öyle değil böyle” deme telaşı içindeyiz.
Oysa bu bir savaş taktiği ve sıradan vatandaş bu savaşta bir özne değil, bir nesne görüldüğü için, taktiği uygulayanları insafa davet etmek de pek anlamlı değil.
Hepimiz biliyoruz ki, paralel örgüt 17/25 Aralık darbesinde muvaffak olamadığı için, yeni plan PKK üzerinden yapıldı.
Cuntaların, sonra paralelin deviremediği sivil iktidarı devirme ihalesini PKK’ya verdiler.
Bu utanmazlar, Kürt inkarını kurumsallaştıran, Jitem pratiklerini geliştiren kesimler. Ama zaten, PKK ile 40 yıldır güzel güzel geçinip gitmişlerdi.
Beyaz Toroslar bölgede Kürt avlarken, nasıl oluyorsa, PKK uyuşturucu, insan ve silah kaçakçılığına devam edebiliyor, Kürt infazları yapıyor, iddiaya göre Irak sınırından giren uyuşturucu TIR’ları koruma korteji ile Edirne’den çıkıyordu.
Her nasılsa, eski devlet ve PKK arasında sıkışan Kürtler inim inim inlerken, köyler boşaltılır ve yakılırken, PKK’nın para kaynaklarına dokunulmuyordu.
Bu işte bir sakatlık var diyen Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi askerler “kazaya” kurban gidiyordu.
İşte bu PKK, aslında Türkiye’nin içinde ve sınırın hemen ötesinde, üzerinde “Lüzumlu hallerde camı kırınız” yaftasıyla hazır kıta bekliyordu. Ne zaman lazım olsa, iç siyaseti dizayn etmek üzere evlere düzinelerce şehit göndermek üzere.
Şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyayız.
Bu seferki fark, PKK’nın ülke içinde halk iradesine karşı vesayet kavgası veren kesimlerin, ama özellikle medyanın korumasına alınmış olması.
Bu son imkanı iyi değerlendirmek istiyorlar. PKK’dan sonra ellerinde vurucu bir güç kalmayacak çünkü.
O yüzden Çözüm Süreci’nden nefret ettiler. Süreç olumlu ilerlerken ona düşman, içi boşaldıktan sonra PKK’yı korumanın bir aracı olarak ona dost oldular.
Yani, bu kesimlere laf anlatmanın bir yolu yok, adam kavga veriyor, her şeyi göze almış.
Enerjiyi doğru kullanmak, soğukkanlı, kışkırtılmaya kapalı, özgüvenli ve cesur olmak durumdayız.
Yüzyıl önce çökerttikleri, sonra da kontrol ettikleri, potansiyelleri yüksek bir imparatorluk bakiyesini ayağa kaldırmamak için her şeyi yapacaklar.
Arkamızı dönüp gidebileceğimiz, durdurabileceğimiz, yok sayacağımız, erteleyeceğimiz bir durum değildir bu.
PKK ve içerideki destekçilerinin iplerini tutanlara geçici olmadığımızı, bizimle anlaşmaları gerektiğini göstermeliyiz. Devlete hakim olmalı, terörle mücadeleye ara vermemeli, ama bu arada vatandaşlarımızı sakınmalıyız.
1990’lar geçti, 2000’ler de öyle… Dinamikler, aktörler değişti. Eskinin yöntemlerini tasfiye ettik, ama eskinin dilinin tortularına da dikkat etmeliyiz.
Şehitlerin acısı yüreklerimizi dağlarken, tam da onların şehadetine saygının gereği, itinalı ve akıllı davranmak zorundayız.
Dert eden itina eder.
Bölmeye çalıştıkça birleşmeli, birbirimize sahip çıkmalıyız.
Kışkırttıkça soğukkanlı olmalı, liderlerimizin ve siyaset kurumunun işini zorlaştırmamalıyız.
Bin yıl birarada yaşamakla kalmamış, dünyaya hükmetmiş, yüksek bir uygarlık kurmuş bir milletin muhtaç olduğu hikmet ortak hafızasında mevcuttur.
Bana öyle geliyor ki, bu son hamleleri ve her türlü çılgınlığı yapmaya niyetliler.
Kolay değil, koca ülke elden gidiyor.
Onların düştüğü çukurdan uzak durmalıyız.
Ayakta kalacağız ve başardığımızda, bunların arkasındaki kuklacılar ipleri bırakacak.
O zaman, köpük gibi buharlaştıklarını göreceksiniz.
Çünkü onlar hayalet, gerçek olan bizleriz, millet.
Yaşamak, yaşatmak istiyoruz.
Türkü, Kürdü, müslimi, gayrimüslimi beraber, mutlu, huzurlu, özgür ve beraber yaşamak istiyoruz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ-SABAH
“Bu kadar düşmeyin“
Milliyetçilik yapacağım diye, teröre karşı bugüne kadar en şiddetli tepkiyi vermiş olan SABAH gazetesine saldırana milliyetçi değil, sadece dangalak derler.
Beyinsiz lumpenleri sokağa döken zat nereye varmak istiyor?
Nereye varmak istediği bellidir: İkide bir, hem de açık açık, sıkıyönetim istiyor.
Ki, ipler “askeriyenin” eline geçsin!…
Hele bir asker gelsin, hele bir cumhurbaşkanı “arka plana” itilsin, gerisi Allah kerim… Hele bir de asker darbe yapsa, tadından yiyemeyecek.
Bu politika mıdır, akıl almaz bir siyasi zavallılık mıdır?
Bu zavallılığın, yüzde 25 oy almış bir partinin hepi topu binde 3 oy almış bir partiyle “seçim ittifakı tartışma” zavallılığından bir farkı var mıdır?
“Binde 3 oyumla ve de boyumla ittifak yaparsanız birlikte yüzde 35’e kadar çıkarız” diyen adama “ufak at da civcivler de yesin” diyememek ne tür bir zavallılıktır peki?
Peki, “1 Kasım’da AKP kazanırsa darbe olur” cümlesini telaffuz etmekteki alçaklıktan ne farkı vardır?
PKK’ya “sakın silah bırakmayın, o sizin güvencenizdir” diyenlerle aynı kaba ayağını sokmuş olmuyor musun?
“Tayyip’ten kurtulmak için” buralara düşmeye değer mi?
“Gerekirse ekonomik kriz çıksın, yeter ki Tayyip gitsin” rezilliğine şimdi bir de “gerekirse iç savaş çıksın, yeter ki Tayyip gitsin” alçaklığını ekleyenlerle aynı safta mı görüneceksin?
Hem lumpenleri sokağa döküp hem de onlara sakin olun demek çok mu zeki, çok mu ince bir politikadır?
Böylelikle kime hizmet ediyorsun, tam zıddına mı? “Kürtler’i bırakalım gitsinler, biz Türkiye’nin yarısıyla Avrupa’ya girelim” diyenlere mi?
“Tayyip’i” devirirseniz başımıza kimi getireceksiniz, Fethullah Efendi’yi mi?
1971 öncesi kullanıldınız, 1980 öncesi kullanıldınız ve çöpe atıldınız, aklınız başınıza gene mi gelmedi?
Kürt ayrılıkçılarının amaçlarından biri de buydu işte: Türk milliyetçilerini kışkırtmak, mindere çekmek… Lumpenleri Kürt evlerine, işyerlerine saldırtmak, düşmanlık yaratmak, bunu gene körüklemek…
Her zamanki gibi bu tuzağa düştünüz. Hayatınız tuzaklara düşmekle geçiyor.
Şimdi, kazanmanız mümkün olmayan 1 Kasım seçimlerini “erteletme” hesapları peşindesiniz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MAHMUT ÖVÜR-SABAH
“Sokakla zulmü aklamak”
Dağlıca ve Iğdır’daki terör saldırılarıyla çılgınlaşan PKK’ya karşı toplumun tepki göstermesinden daha doğal bir şey yok. Ama o tepkilerin kime yöneltildiği ve nasıl olduğu çok önemli. Büyük şehirlerdeki bir Kürt vatandaşa veya HDP örgütlerine yöneltilen her saldırı tam da PKK’nın ve Türkiye’yi kaosa sürüklemek isteyenlerin istediği şey.
Bu tuzağa düşülmemeli. Çünkü terörle sonuç almanın sonuna gelindi. Şu olanlara bir bakın. Suriye’de zemin kaybeden, Türkiye’de HDP üzerinden elde edilen siyasi başarıyı heba eden PKK ne yapıyor? Silahların miadının dolduğu, demokratik mücadele döneminin başladığı bir dönemde yine kan döküyor.
Oradan buraya dönmek bir çılgınlık… Böyle olduğu için bölge insanı destek vermiyor. Yıkılan köprülerine sahip çıkıyor, ölümlere karşı tepki gösteriyor. Bu yüzden AK Parti düşmanlığıyla gözleri kararan bazı medya gruplarının desteğine, aydınların algı operasyonlarına rağmen PKK, HDP ile birlikte güç ve itibar kaybediyor.
İşte tam bu noktada bir bakıyorsunuz, ülkenin Batı yakasında bazı güçler sokağa iniyor. En başta da MHP ve çevresi. Bu da, uzun zamandır planlanan ve satır aralarında dile getirilen “darbe dinamiği”nin harekete geçtiğini gösteriyor. Devreye “sıkıyönetim” talebinin girmesi de hayra alamet değil. Değil çünkü MHP de HDP gibi 7 Haziran sonrası siyaset üretmeyerek, her şeye “hayır” diyerek irtifa kaybediyor.
Bu siyasi zeminle hedeflenen de belli: Milliyetçilik üzerinden siyaset yapan bu iki partiyi karşı karşıya getirip, kaosu derinleştirmek. Başarırlarsa ülkeyi iç savaşa sürükleyecekler, başaramazlarsa iki taraf da kendi kitlesini bloklaştıracak.
Yani MHP şehitler üzerinden yürütülen siyasetle pozisyonunu koruyacak, HDP ise batıda binalarına ve Kürt bireylere yönelen saldırıyla “mağduru” oynayacak. Böylece bölgeyi terörle kan gölüne çeviren PKK’nın zulmü de aklanmış olacak. Bu çok kirli ve bilenen bir oyun.
Ülkesini seven herkesin bu kirli oyuna karşı çok daha dikkatli ve sorumlu davranması gerekiyor. Siyasetin önünün açık olduğu, her şeyin konuşulduğu bir zemini PKK, bilerek ve isteyerek zehirliyor. Eski Türkiye özlemcileri de bu zehirlemeyi, ellerini ovuşturarak izliyor hatta yalanlarıyla körüklüyor.
Türkiye’nin bu gidişatı durduracak hem tarihsel zenginliği hem de demokrasi deneyimi var. Önemli olan bu süreci en az zararla atlatmak. Bu noktada en büyük görev de siyasete düşüyor. Özellikle de Türkiye’yi iki milliyetçi partiye teslim etmemesi gereken AK Parti ve CHP’ye. Böyle bir fırsat var ama bunu hâlâ siyasi dilini değiştirmeyen CHP yönetimi görür mü emin değilim.
Tıpkı HDP gibi. Bir an için 7 Haziran sonrasını düşünün… Sadece HDP, 80 milletvekiliyle siyaset yapsaydı Türkiye bu noktaya gelir miydi? Ne yazık ki HDP, Kürtlerin 100 yıl sonra yakaladığı bu önemli siyaset yapma fırsatını heba etti ve öyle bir noktaya geldi ki, şimdi “iç savaş” çağrıları yapıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Halil Paşa’nın torunu ‘acil darbe’ diyor”
Radikal yazarı Cengiz Çandar’a göre, “Bu savaş, PKK ile Erdoğan’ın savaşı…”
Bu durumda, “Devrimci halk savaşı başlamıştır” diyen Bese Hozat’la, “TC Silvan’da baraj yapıyor, biz de ateşkesi bozuyoruz” ültimatomu gönderen Cemil Bayık Erdoğan’ın adamları oluyorlar…
Burada uzun uzun ateşkesin nasıl ve kim tarafından bozulduğunu anlatacak değiliz.
Çandar Dolmabahçe tartışmalarına baksın. “Dolmabahçe mutabakatı” olarak ortaya çıkan metne kimlerin itiraz ettiğini ve silah bırakma kongresinin nasıl ötelendiğini araştırsın… Bazı ipuçları bulacaktır.
Demirtaş, bu metne karşı Mersin’den ses vermişti: “Bu mutabakat barış getirmez. Bu durum Kürtlerin aleyhinedir, şimdiden ilan ediyorum” demişti ve Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’la diz dize oturan adamlarını (Sırrı’ları, İdris’leri filan) kepaze bir durumda bırakmıştı.
Sonra laf kalabalığına getirip eklemişti: “Tecrit devam ettiği sürece… Öcalan’ın durumunda iyileştirme yapılmadığı sürece… Silâh bırak çağrısı Önder Apo’dan gelmediği sürece…”
Cengiz Çandan bunları bilmez mi?
İmralı heyeti, Dolmabahçe görüşmesinden hemen önce gitmişti İmralı’ya, son talimatları almıştı.
Buna göre, Öcalan Nevruz’da silah bırak çağrısı yapacak, PKK da kongre toplayarak bu işe bir “nihayet” verecekti.
Çandar bu süreci bilmez mi?
Bilmez olur mu hiç?
Dolmabahçe deklarasyonu olarak ortaya çıkan metne Demirtaş’ın niçin rezerv koyduğunu, niçin “Bu anlaşma Kürtlerin aleyhinedir” dediğini de çok iyi bilir.
Metindeki “kamu düzeni” lafzı rahatsız ediyordu Demirtaş’ı…
Öyle ya, şehirler “silah deposu” haline getirilemeyecekti… Bu silahlar (usulünce) toplanacaktı… “Gençlik hareketi” adı altında sokaklara dökülüp kimlik ve trafik denetlemesi yapan serseriler ayıklanacaktı…
Demirtaş’ı rahatsız eden “Çözüm sürecinde demokrasi güvenlik ilişkisinin, kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması” cümlesi, “dağdakiler”i de rahatsız ediyordu elbette.
Cengiz Çandar bunu bilmez mi?
Nitekim, Dolmabahçe mutabakatının açıklandığı gün (yani 28 Şubat 2015 tarihinde) ANF’ye beyanat veren Mustafa Karasu şöyle bir itirafta bulundu: “PKK kongre yapıp silâh bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir” Aynı Mustafa Karasu ertesi gün, yani 1 Mart 2015 tarihinde KCK adına bir açıklama daha yapacak ve bir gün önceki itiraflarını detaylandıracaktır: “Hiç kimsenin PKK adına silâh bırakmasından, PKK’nın kongre yapıp silâh bırakma kararı alacağından söz etmesi mümkün değildir. Hiç kimsenin üzerinde böyle bir vazife yoktur!” (Erdoğan, ipe un seren Hevalleri görünce, 22 Mart’ta bir açıklama yaptı ve “Dolmabahçe işi yanlış oldu” dedi. Böyle dediği için de “masayı deviren taraf” ilan edildi. Masa çoktan devrilmişti oysa.)
Cengiz Çandar bunları bilmez mi?
Bilmez olur mu hiç?
Dolmabahçe mutabakatı olarak bilinen metne birkaç gün sonra Cemil Bayık da tepki verdi. Şunları söyledi: “PKK silâh bırakacak açıklamaları seçim propagandasıdır. Silâhların bırakılması, ancak Öcalan’ın bizzat katılacağı bir kongrede karara bağlanabilir. Yani PKK bu kararı Öcalan serbest kalmadan açıklamayacak. Bu adımlar atılmadan hareketimize, halka, Türkiye demokrasi güçlerine güven vermeden kongrenin toplanması, kongrenin onların belirttiği gibi kararlar alması düşünülemez.”
Peki, Cengiz Çandar’ın bunları duymadığı/okumadığı düşünülebilir mi?
Düşünülebilir mi hiç?
Her şeyi bilen/süzen Cengiz Çandar, hâlâ ve ısrarla, ateşkesi Erdoğan’ın bozduğunu, PKK’ya karşı yürütülen savışın “Saray’ın özel savaşı” olduğunu söylüyor ve hiç Allah’tan korkmuyor.
Cengiz Çandar, silah bırakmanın konuşulduğu günlerde, dağ bayır dolaşıp, “Sakın silah bırakmayın” diyerek terörist ayartan bağımsız gazetecilerin kim olduğunu da çok iyi bilir. Wolfowitz’ler adına ülkesini tehdit eden “Çandarlı torunu”nun kim olduğunu da çok iyi bilir.
Hayır, bu savaş Erdoğan’ın özel savaşıymış…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET TAŞGETİREN-STAR
İpek ailesi ve yayınlar üzerine…”
Medya.. Terör.. Duruş… Gülen hareketi… Girilen ittifaklar…
Bugün bu konuları, İpek ailesi ve benim Bugün günlerim ekseninde değerlendirmek istiyorum. Kimbilir, belki bir vicdan sorgulamasının kapısını zorlarım:
İpek Ailesi ile bir hukukum oldu, o hukuku gözetirim. Doğrusu gerek anne Melek İpek Hanım, gerekse Akın İpek hakkında Bugün’de yazdığım dönemlerle ilgili izlenimim olumlu. Ben gazeteden ayrılırken de üzüldüklerini biliyorum.
Medyada yer alan İpek ailesinin ekonomik ilişkilerine dair iddialar ve cevaplar konusunda en azından şu anda söyleyeceğim bir şey yok.
Akın İpek’in Fethullah Gülen’e “Bir tebessümüne servetimi veririm” diyecek ölçüde sevgi beslediği, kendi ifadelerine yansımış bulunuyor. Bu sebeple o harekete destek vermiş olmaları da tabii.
Şu anda Fethullah Gülen hareketi “Terör örgütü” olarak nitelendiği ve “Paralel devlet yapılanması” hüviyetiyle MGK gündemine girdiği için, o yapı ile ilişkinin “terörle ilişki” kapsamında değerlendirilmesi, dolayısıyla İpek ailesinin o yapı ile ilişkisinin bu yönden yargı takibine girmesi söz konusu. Ancak böyle bir takibat var mı bilmiyorum.
Akın İpek’in bir işadamı olarak işin tabiatı gereği kendi şirketleri bünyesinde bir “Paralel Yapı”ya göz yummayacağını düşünebiliriz. Sanırım bu konudaki tavırla tutarlı olarak Gülen hareketine yönelik “Paralel yapı” iddiası karşısında da, Bugün tv’de “Siz paralel misiniz?” sorusuna şu cevabı verdi:
“-Değilim! Benim devlet içerisindeki yapılanmalarla, bir abinin fısıldamasıyla iş yapanlarla ilgim yok.”
Ayrıca, devlet içinde böyle bir yapılanma varsa, onların tasfiyesinin de normal olduğunu ifade etti.
Ancak bundan sonrasında durum karmaşıklaşıyor.
Mesela Gülen hareketinin devlet içinde bir yapılanma oluşturduğu iddiaları karşısında bir kanaat belirtmiyor.
Buna mecbur mu, diye sorulabilir. Tabii ki herhangi bir insanın şu veya bu konuda hükümetle, devletle aynı kanaati paylaşması mecburiyeti yok.
Ancak sade bir insanın böyle bir mecburiyeti olmasa da bir medya patronu iseniz ve sahip olduğunuz medya organları tavır koyuyorsa, sizin ondan kendinizi soyutlamanız, sanki her şey kendi dışınızda cereyan ediyormuş gibi davranmanız mümkün olmaz.
Şöyle bir soru sorayım:
-Şu anda Bugün gazetesi, tv’si, Kanaltürk televizyonu, mesela devletin “Paralel yapı” hassasiyetini önemseyip, Gülen hareketini sorgulayan bir yayın yapsaydı, Akın Bey’in tavrı ne olurdu?
Öyle bir durumda ya Gülen’le ilişkilerini yeniden değerlendirme, ya da yayını sorgulama tavrına girmez miydi?
Şunu anlayabilirim:
Bir medya grubu olarak ülkede şu veya bu gruba yönelik yapılan haksızlıklara karşı çıkabilirsiniz. Bu noktada hak – hukuk, özgürlük duyarlılığı, aldığınız tavrı meşru hale getirebilir.
Ancak, diyelim bir “Paralel yapı” var ve ülkenin güvenlik kurumları bunu hayati bir sorun olarak görüyor. Üstelik, bu yapıya 12 yıl boyunca ülkenin bir çok kaynağını aktaran, bu yapı ile akraba bir siyasi çizgi de “Paralel yapı” tarafından vurulmak istendiği çığlığını atıyor.
Sormak istiyorum:
-Akın Bey, bir defacık olsun önemsemedi mi, Melek Hanım’ın “Kardeş” diye nitelediği siyasi yapının çığlığını? Bir Cemaat yapılanmasının asla girmemesi gereken savaş ortamına dair, Gülen Camiasına yönelik bir tek sözü olamaz mıydı? En azından adeta metamorfoz geçiren Cemaatin geleceği adına dostça bir ikaz sorumluluğu hissetmediler mi?
Bugün’ün genel yayın yönetmeni, “Akın Bey’in gazetenin görsel yapısı ile çok ilgilendiğini” söylemişti bana.
Merak ediyorum, acaba gazetenin görselliği ile bu kadar ilgili iken muhtevasına ilişkin bir değerlendirmesi olmadı mı Akın Bey’in?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ARDAN ZENTÜRK-STAR
“Kürt kardeşim hepinizden vatansever çıktı, utanın”
Son sözü baştan söyleyeyim: PKK bir “dış saldırı” örgütüdür, oyun, Türkiye üzerine oynanmaktadır ama, Türkiye’nin Kürt nüfusu büyük bir belanın anaforu içindedir. Eğer “milli birlik ve kardeşlikten” söz ediyorsak, önce, Kürt kardeşlerimizin bu belanın içinde zarar görmemesi için elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü, Kürtler, bir yıl içinde ikinci kez üzerlerinde oynanan oyunda olgun duruşlarıyla bu memleket için hayırlı ve ortak geleceğimizi belirleyecek büyük bir sınav veriyorlar. Kürtler’in ilk sınavı, Selahattin Demirtaş’ın yaptığı “Kobani ayaklanması”çağrısıydı. KCK’nın 13-20 yaş gençlik grubu dışında kimse sokağa inmedi, 60 masum insanın öldürülmesine neden olan o çağrının sahibi her Nevruz’da meydanları dolduran yüzbinlerin tokat gibi sessizliği ile karşılaştı. Bakın, o tarihsel dönüm noktasında ne demişim: “Selahattin Demirtaş’a “yaptırılan” çağrıda hedeflenen, memleketin geniş çaplı bir hesaplaşmaya rotalanmasıydı, iki yerde çuvalladılar.1. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan kesim, her zamanki sağduyusuyla gelişmeyi yakından izlemekle yetindi, meselenin çözümünü devletin resmi güvenlik güçlerine bıraktı, bir kez daha, yan dairede oturan Kürt komşusuna kötü gözle bakmadı.2. Ayaklanma çağrısının adresindeki Kürt nüfus, ezici çoğunluğuyla evinde oturdu. Nevruz kutlamalarında meydanları dolduran on binler, kendilerine onurlu bir demokrasi vaad eden “çözüm süreci”ni zora sokacak kışkırtmaya gelmedi, 13-20 yaş grubunun sokak serüvenine destek vermedi. Her geçen gün “militerleşen” PKK açısından sonun başlangıcı, geçen hafta oldu. Kürtler, demokrasiyi, eşit vatandaşlığı, başı dik onurlu yaşamayı, “militer bir örgütün” savaş çığlıklarında değil, barışın yolunda buldular.Hepimiz büyük bir testten geçtik… Türkler… Devlet… Hükümet… Kürtler… Ordu… Başardık…( “Zor spas” Kürt kardeşim, STAR, 13 Ekim 2014)
Serhildan çağrısı boşa çıktı
Kürtler ikinci büyük sınavı bugünlerde veriyor. Kandil’den yapılan “serhildan” çağrılarına kulak tıkadılar, terör örgütünü devletin güvenlik güçleriyle baş başa bırakmayı tercih ettiler, teröristin kitleler içinde kendini maskelemesine izin vermediler. Yaşadığı ülkenin demokrasisine, bölgenin ekonomik kalkınmasına saldıran PKK’yı, bütün bu kepazeliği izleyen, hatta yaptıkları açıklamalarla destekleyen HDP’yi vicdanlarında yargıladıklarını hepimize gösterdiler.
Çekin o faşist çeteleri sokaktan
Bu ülkede bir Türk-Kürt savaşı yaşanmıyor. Türkiye Cumhuriyeti, bölgesel ve küresel odakların ülke demokrasisini tahrip etmek için koçbaşı olarak kullandığı bir dış tehdide (PKK) karşı kendini savunuyor. Bu mücadelede, Kürt nüfusun büyük çoğunluğu ülkesinin yanında yer alıyor. Sokağa dökülen (döktürülen?) ve kendi işinde gücünde bu beladan bir önce sıyrılmanın yolunu arayan Kürt vatandaşa saldıran o faşist çetelerin PKK’dan bir farkı var mı, yok!.. Devlet, şehidine sahip çıkıp barışçı protesto hakkını kullanan vatandaşının arasına sızan bu çetelerle de aynı kararlılıkla mücadele etmek zorundadır.
İstanbul dükalığı: Çaresizlik bataklığa dönüştü
Türkiye, çoğunluk nüfusun olgunluğunu, Kürt vatandaşın sağduyusunu görmezden gelip, PKK üzerinden “sistemi sallamaya” hedeflenen bir grup aydınının ihaneti ile karşılaştı, ihanetin arkasındaki güç, İstanbul büyük sermaye gruplarıdır. Bu konuda kendilerini net şekilde uyardım: “İstanbul sermayesi, belli ki, sağ oyları 3 parçaya bölme fırsatını kaçırdığını anlamış, şimdi, HDP ile bu işi nasıl götüreceğinin hesaplarını yapıyor. Sinirliyim… Ortaya çıkan tablo, bu ülkenin nimetlerinden en büyük payı alan bir grup insanın, kişisel çıkar ve ihtirasları doğrultusunda Kandil’le bile dirsek temasına girebileceğinin göstergesidir… Bunu yapan, zaten, her şeyi yapar…” (İstanbul dükalığının çaresizliği: HDP, STAR, 28 Mayıs 2015) 6-7 Ekim 2014’te ayaklanma çağrısı yapıp 60 masumun ölümüne sebep olan bir siyasetçiye elini sazı verip parlatırken çaresizdiniz, o çaresizliğin yarattığı bataklığı şimdi yaşıyoruz. Bakın, o parlattığınız adam, faşist çetelere karşı devleti göreve çağıracağına, Kürtlere, “anasından doğduğuna pişman edin” çağrısı yapıyor. Bataklığı büyütüyorsunuz, çünkü şimdi daha da çaresizsiniz. Bombayı patlatan gerçek katili değil, devleti hedef göstererek, şehit cenazelerinden siyaset üreterek, algı operasyonlarıyla ülkeyi iç savaş ortamına sürükleyerek…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM
“Türkiye’nin talihsizliği”
Tarih yaşadığımız bugünleri Türkiye’nin tehlikeli bir dar boğazdan geçiş günleri olarak yazacak.
Bu geçişin hikâyesi birçok şekilde anlatılabilir. Ben şimdiye kadar daha ziyade iç dinamiklerin oluşturduğu, yerli aktörlerin rol aldığı bir hikâye olarak anlatmayı tercih ettim. Dış etkenleri görmediğimden değil de, etkileyip dönüştürebileceğimizi düşündüğüm alan bu alan olduğu için sanırım…
Ama zaman geçtikçe hikâyemizin ağırlık noktası o kadar dışarı kaydı, yabancı aktörlerin rolleri o kadar ağır bastı, bazı yerli aktörler o kadar figüranlaştı ki, artık bu hikâyeyi yerli bir hikâye olarak anlamak ve anlatmak mümkün değil.
Şu anda hep birlikte, dünyadaki müesses nizamın temsilcisi olan güç odaklarının, bu nizama itiraz eden bir ülkeye karşı yürüttüğü yıkıcı bir operasyonu izliyoruz.
Dünyanın egemenlerinin “çok olduklarını” düşündükleri ve dişlerine göre gördükleri ülkeleri yola getirmek için kullandıkları belli araçlar vardır.
Yakın zamana kadar Türkiye için kullandıkları en kolay-kestirme yöntem orduya darbe yaptırmaktı. Zaten geleneği icabı iktidarın kendi hakkı olduğunu düşünen bir orduda, darbe için yanıp tutuşan kliklerden kendine en yakın gördüğün birini seçip arkasında durdun mu, iş bitiyordu.
Bu silahı kaybettiklerinden beri işleri zorlaştı. Mecburen “sivil toplumcu” oldular. Gözlerini toplumun çatlaklarına diktiler. Bir ara Gezi’den medet umdular; Gezi’yi pompalayıp şişirerek “yönetilemez ülke” tablosu yaratmaya çalıştılar, olmadı. Sonra kontrollerindeki dini bir cemaatten medet umdular. Bürokrasiyi ağ gibi sarmış bu gizli yapı üzerinden devletin en stratejik kurumlarını el geçirmeye çalıştılar. Bu da püskürtüldü.
Sonunda dönüp dolaşıp tarih boyunca kullanıp durdukları o malum karta, Kürt kartına geldiler. Şimdi Türkiye’yi, PKK terörü ile cehenneme çevirmekle, toplumun bütün fay hatlarını harekete geçirmekle ve nihai olarak iç savaş çıkarmakla tehdit ederek boyun eğdirmeye çalışıyorlar.
Elbette zor bir durum.
Ama Türkiye’nin asıl talihsizliği bu değil.
Asıl talihsizlik, böyle bir dış operasyon karşısında bir millet olarak davranamayışımızda. Tasada, kıvançta bir olamamamızda.
Ülke, artık dış kaynaklı olduğu açıkça ortada olan terör saldırıları altında her gün bir düzine evladını toprağa verirken, halkına olup biteni doğru anlatmakla yükümlü entelektüellerin, basının, kanaat önderlerinin ve siyasi aktörlerin önemli bir bölümü, gerçekleri göz göre göre çarpıtarak, yalan söyleyerek, karartma yaparak olup bitenlerin faturasını iktidara çıkarmaya çalışıyor.
Ne uğruna?
Nefret ettikleri bir partiyi iktidardan devirme uğruna.
Bu öyle bir nefret ki, artık bu ülkeyi kendi ülkeleri olarak değil, “Tayyip’in ülkesi” olarak görüyorlar; Milli orduyu “Saray’ın ordusu”, polisi de “Saray’ın polisi” olarak…
Bu nefretin elbette maddi temelleri var. 2002’den bu yana gerçekleşen transformasyonun kaybettirdiği imtiyazlı konumlar, maddi çıkarlar var. Ne yazık ki, on beş yıldır imtiyazsız bir hayata hâlâ alışamadılar. Benim üstün olmadığım, benim borumun ötmediği, benim damgamı basamadığım; kurallarını benim koymadığım ülke olmaz olsun, benim yönetmediğim ülke batsın diyorlar.
Oysa değer mi?
Bir düşünseler; bölünmüş, parçalanmış, yangın yerine dönmüş bir ülkede hangi imtiyazın kalacak; böyle bir ülkeyi yönetsen ne olacak, yönetmesen ne olacak…
Ama bu hırs bitecek gibi görünmüyor; “yapmayın, etmeyin” demenin de hiçbir faydası yok. Kulaklar sağır, gözler kör, vicdanlar kapkara oldu.
Tek umut büyük hakemde.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
CEREN KENAR-TÜRKİYE
“HDP Kürtler’in CHP’si mi?”
“Düşmanını seçerken dikkat et, çünkü ona benzeyeceksin. Düşmanının metodlarını uygulamaya başladığın an düşmanın kazanmıştır. Gerisi ise ızdırap ve tarihî bir opera olacaktır.”
Amerikalı edebiyatçı Michael Ventura’nın bu cümlesi aslında dünyanın birçok yerinde yaşanan çatışmaların dinamiği ve çatışan düşmanların ilişkisi hakkında çok şey söylüyor.
Kürt siyasi hareketinin düşmanı ile olan ilişkisi hakkında da tabii.
PKK 1970’lerin ikinci yarısında Türk müesses nizamına karşı olarak çıktı, kurucu ötekisi ise bu müesses nizamın çimentosu olan Kemalizm idi.
Lakin günün sonunda PKK’nın çimentosu olan ideoloji Türk Kemalizminin daha da radikal bir formu olan ulusalcı bir ideoloji oldu.
PKK, Kürt siyaseti içindeki çoğulculuğu zamanla tasfiye ederken, geriye sekter, militarist, milliyetçi bir resmi ideoloji oluşturdu. Bu ideoloji Kürtlüğü PKK ile özdeş ve dolayısıyla farklı fikirleri ve eğilimleri gayrimeşru görmek üzerine kuruluydu.
Muhtemelen ilk bağımsız Kürt devletinin kurucusu olacak Barzani’yi hain gören bir dogmatizm idi bu.
Buraya kadar klişe bir hikâye. Üzerinde epey yazılmış, hatta biraz bayatlamış bir analiz.
Örneğin, 2006 yılında Ahmet İnsel şu tespitleri yapmıştı: “Örneğin, kapsayıcı, yurttaşlık temelli olduğu iddia edilen Atatürk milliyetçiliği türünden bir hibrid milliyetçilik de, biliyoruz ki, zımni olarak, latan biçimde etnik/kültürel/dinî vurgulu bir milliyetçiliği içinde barındırır. Bugün Kürt milliyetçiliği de aynı düzeyde, bunun zıt kopyasıdır. Elbette Türk milliyetçiliğinin aşırısı, kafatasçısı, ılımlısı, kültürelcisi olduğu gibi, Kürt milliyetçiliği de bu farklılıkları içinde barındırır… Hem milliyetçi/ulusalcı mücadele verilip, hem de demokrasi mücadelesi verilemez. Milliyetçiliklerin kafa tokuşturduğu yerde, demokrasi mücadelesi sürdürmek, ezen ve ezilen milliyetçiliklerden kendini bütünüyle sakınmakla mümkündür. Savunmacı, müzmin bir mağduriyet algısı üzerine inşa edilmiş kimliklerin nasıl saldırgan, patolojik milliyetçiliklere dönüştüğünü yakın tarihte gördük. Hepimiz için bir tuzak olan bu milliyetçilik kapanına karşı mücadele edebilmek için, demokrat, özgürlükçü Kürtlere Kürt milliyetçiliğiyle mücadele etmek; demokrat, özgürlükçü Türklere Türk milliyetçiliğiyle mücadele etmek tarihî sorumluluğu düşüyor… Bu nedenle, bugün demokrat Kürtlere, milliyetçiliğin, isterseniz buna ulusalcılık diyelim, ulusalcılığın nasıl büyük bir felaket riski içeren bir tehlike, insanlık adına bir tehlike olduğunu Kürt ulusalcılığı veya Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapmaya teşebbüs edenlere karşı söylemek, bu siyasal tasavvur ve girişimlere karşı göğüs germek sorumluluğu düşüyor… Son olarak belirtmem gerekir ki, Türkiye’de demokrat Kürtlerin işi elbette çok daha zor. Sırtlarında iki yük birden var. Yeneni ve yenileni olmayacak bir çözümün koşullarının oluşmasının önündeki iki engel birden onların önünde duruyor. Bu engellerden birincisi olan Türkiye’de olağanüstü durum yöntemiyle siyasal hakimiyetini sürdürmek isteyenlerin oluşturduğu engel, hepimizin Türkiyeli tüm demokratların birlikte karşısında mücadele vermesi gereken bir engel. Bunun yanında, terör yöntemlerini kullanmaktan geri durmayan, şiddeti Kürtlere karşı da fütursuzca kullanan PKK’nin -veya PKK’nın- de demokratik çözüm arayışları içinde hiçbir demokratik meşruiyeti olmayan bir örgüt olduğunu Türkiyeli demokrat Kürtlerin açık biçimde ifade etmesi gerekiyor. Aksi takdirde, yeneni ve yenileni olmayan bir çözümü tasarlamak bu topraklarda mümkün olmayacak.”[1] “ PKK’nın, şiddet yöntemlerini benimseyen ve Kürt sorununu kendi temsil tekelinde tutmaya özen gösteren aşırı otoriter ve egemen milliyetçiliğin dilini, simgelerini, tasavvur dünyasını taklit etmekten geri kalmayan tavrının, bu toplumun üzerine bir kabus gibi çöken 1980 sonrası devlet terörünün dolaylı bir ürünü olduğunu gören geniş bir Türkiyeli Kürt topluluğu var. Bunun dile getirilmesi esas olarak Türkiyeli Kürtlerin sorumluluğunda olması gerekir…”[2]
Yani PKK’nın Kürt milliyetçisi ideolojisinin epey otoriter yüzü bu ülkedeki sol-liberal aydınlar tarafında analiz edilmişti.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız