İSMAİL KILIÇARSLAN-YENİŞAFAK
“Komplo muymuş?”
Son zamanlarda öyle parlak zekalar görüyor, öyle zeka fışkırmalarına şahit oluyorum ki hani olursa o kadar olsun. Bu zeka bir yandan Güneydoğu Anadolu isimli coğrafi bölgemizde bir takım uzaylıların sivilleri, askerleri ve polisleri öldürdüğünü iddia ediyor, bir yandan da bu uzaylıların tamamını Recep Tayyip Erdoğan’ın örgütlediğini söylüyorlar.
PKK’nın yaptığı her türlü alçaklık eylemini, meseleyi PKK’dan arındırarak vermeye meyyal bu parlak zekaya göre aslında her şeyin sorumlusu AK Parti ve Tayyip Erdoğan. Suruç’tan beri her türlü şiddet ortamını onlar hazırlıyor. Elbette amaç bu sefer 400 milletvekilini alarak kurdukları dikta rejimini daha da pekiştirmek. Tabii bu parlak zekaya ‘tam demokratik seçimlerle dikta rejimi nasıl güçlenir?’ diye de soramıyorsunuz; ‘7 Haziran’da tek başına iktidar olamayan dikta rejimi mi olur?’ diye de. Böyle soruların cevaplarıyla ilgilenmeyi reddedip işlerine bakıyorlar. O soruları soramayınca, şu soruyu da soramıyoruz: ‘Madem her şeyi örgütleyen ve bu şiddet ortamından nemalanacak olan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’dir; PKK niçin derhal silah bırakıp bu kanlı, bu şiddet dolu oyunu bozmuyor? Niçin mayın patlatmaya, insan öldürmeye, canlı bomba kullanmaya devam ediyor? Niçin özerklik falan filan gibi işlere kalkışıyor? Niçin Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AK Parti’nin kurduğu bu oyunu küçücük bir hamle ile bozuvermiyor PKK?’
Tabii, bir de son zamanlarda olup bitenleri ‘büyük okumalar’ ile okumaya kalkıştığınızda karşılaştığınız bir cümle var: ‘Bırak bu komplo teorilerini!’
Hay hay. Zaten komplo teorisi denilen meseleyi sevmem. Ancak, komplo teorisini sevmiyorum diye Türkiye’ye yönelmiş bazı komploların olduğunu da görmezden gelecek değilim. Yani bu parlak zekaların ‘bunu boş ver’ dediği bazı hususların aslında meselenin kalbi olduğunu görmezden gelecek değilim.
En basitinden Almanya’nın ve Alman basınının niçin PKK’ya ve HDP’ye sonsuz bir hoşgörü ile yaklaştığını merak eden adamım ben. Bunu merak ettiğim gibi, PKK’nın yollara döşediği mayınların pek çoğunun niçin Alman yapımı olduğunu da merak ederim.
En basitinden HDP’li bir takım sosyal medya hesaplarının niçin paralel bir takım sosyal medya hesaplarıyla aynı panelden yönetildiğini merak eden adamım ben. Şam’da, Gazze’de, Halep’te çekilmiş bir takım fotoğrafların niçin Türkiye’ye mal edilerek dünya medyasına servis edilmeye çalışıldığını da merak ederim.
En basitinden terörün niçin İsrail basınında dile getirilen ‘Musul ve Kerkük’ü Türkiye’ye vererek Ortadoğu sorununu çözmek istiyorlar’ tezinden hemen sonra başladığını merak eden adamım ben. ‘Halep, bir plebisitle Türkiye’ye bağlanabilir’ cümlesinin niçin dile getirildiğini ve bu cümlenin hemen ardından niçin terörün başladığını da merak ederim.
En basitinden Gezi ile Mısır’a, 17-25 Aralık darbe girişimiyle Yunanistan’a benzetilmeye çalışılan Türkiye’nin, bütün bunlar olmayınca niçin Suriye modeline benzer bir yere iteklenmeye çalışıldığını merak eden adamım ben. Oligarşik sermayenin, paralellerin, PKK’nın, eski rejim artıklarının niçin topyekun bir işbirliği içerisinde olduğunu da merak ederim.
Bütün bunları merak etmek komplo teorisi üretmek ise sanırım halihazırda Türkiye’nin en önemli komplo teoricilerinden biriyim. Fakat üzgünüm. Merak ettiğim şeylerin komplo teorileri ile değil de Türkiye’ye karşı kurulan komplonun bizatihi kendisi ile ilgisi olduğunu düşünüyorum.
Bakın şunu anlarım. PKK, topyekun bir devrimci halk hareketi başlatabilir. Sonuçları PKK ve Türkiye açısından oldukça ağır olacak bu hareketin bedeli taraflarca ödenebilir. Sonuçta ‘yazık oldu’ derim, ancak bu bile PKK’nın bir alçaklık ihalesine girip başta haklarını savunduğunu iddia ettiği halkı olmak üzere herkesi mağdur etmesinden iyidir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
SALİH TUNA-YENİŞAFAK
“‘Bir Halk Düşmanı’ olarak Erdoğan’ın portresi”
Henrik Ibsen’in ‘Bir Halk Düşmanı’ oyunu, bir asır öncesinden, sanki şu bizim müptezel liberallerin melanetlerini de anlatıyor.
Tiyatroyla az çok ilgilenen herkes bilir bu oyunu. (Fakir de orta mektep sıralarında okumuş, üniversite yıllarında da AST’tan izlemiştim.)
Hülasa edeyim:
Dr. Tomas Stockmann halkın sağlığı için neyi var neyi yok koyar ortaya. Şehrin kaplıcalarına zehirli kimyasalların karıştığını ortaya çıkartması nedeniyle belediye başkanı olan öz abisi dahil, menfaat şebekelerinin veya statükonun nefretini kazanır. Çocukları da okuldan atılır, en yakın arkadaşının işine son verilir ve hatta taşlanır. Yetmez gibi bir de papazların “mülâane”sine maruz kalır.
Lakin doktorumuz yolundan dönmez, yani, halk zehirlenmesin diye mücadelesini sürdürür.
Çıkar çevreleri de mobbing ve tacizin ardından çatallı dilleriyle algı operasyonunun kralını yaparlar:
Halk sağlığı için her şeyini feda etmeye hazır olan Dr. Tomas Stockmann’ı “Bir Halk Düşmanı” ilan ederler.
En kötüsü de, bu kahpe algı, doktorun çevresinden şehrin alanlarına, hatta kılcal damarlarına kadar yayılır.
Uzun lafın kısası, Dr. Tomas Stockmann halk zehirlenmesin diye verdiği mücadelenin bedelini ağır öder.
Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a da halka hizmetinin bedelini ödetmek istiyorlar.
Olan bitenin özeti budur.
Bir farkla ki, bunlar, “halk düşmanı” değil, “diktatör” iftirasını attılar. Sonuçta aynı kapıya çıkar; zira her “diktatör” aynı zamanda halk düşmanıdır.
Peki nasıl oldu bu?
Sayın Erdoğan 2011’den evvel Ortodoks vesayetçilerin nefretini kazandı.
“Barış sürecini” başlatmakla da, “Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır: hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı…” düşüncesinde olanların kin ve nefretine duçar oldu.
Malumunuz, 2011’den sonra da “paralelcilerin” vesayetine direndi.
Sen misin “paralelcilere” direnen; ulusolculardan düşkün liberallere kadar alayı birden çıngar çıkardı.
Eski yeni tüm vesayetçiler, velhasıl gladyo, dört koldan harekete geçti.
İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’i bir günde, “yandan çarklı paralelci gazete” Taraf oldu; Gazi Paşa’nın gözlerini logo yapan Sözcü gazetesi matine – suare Pensilvanya’nın gözlerine bakar oldu; Dumanlı Zaman’ı Aydın Doğan’ın adamlarıyla tandem oynar oldu; “mülâaneciler” HDP’yi arka kapılardan ziyaret eder oldu; PKK’yla neden savaşmıyoruz diyenler “ordu soruyor, neden savaşıyoruz” manşetleri kotarır oldu, velhasıl-ı kelam hepsi bir oldu, fitnecileri ve fırsatçıları da yanlarına alıp Erdoğan’a hasım oldu.
Türkiye’nin Türkiye’den yönetildiğini sanmanın bedeli ağır oldu.
“Türkiye Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülke” diyen bir zamanların Hürriyet köşe yazarı o “çakma liberal” en azından 2011’den itibaren maalesef haklı çıktı.
Sevgili Çandar da 17 Aralık darbe teşebbüsünden birkaç hafta evvel tevekkeli dememişti: “iktidarda kalmayı sadece Türkiye’deki sandık zannetmeyin” diye.
Kardeşlerim, ödetmek istedikleri bedel, Erdoğan’ın şahsında, bu milletin kendi kaderini eline alma iradesinedir.
Çünkü…
Erdoğan’ın bütün suçu, milli iradenin tecelli etmesine engel olan (Murat Belge’nin ifadesiyle) “dış destekli” paralelcilerin vesayetine çomak sokmaktır.
NOT: Boşuna hava atmayın, nihayetinde, Çalışkan Koray’ın öğretim görevlisi olduğu bir üniversitede okuyorsunuz, dediğimde, Boğaziçili gençler bir ufaktan mahcup olurlardı. Letonya beraberliğini bile Tayyib Erdoğan’a bağlayan bir öğretim görevlisi, takdir edersiniz ki sadece öğrencileri değil o üniversitenin temizlik işçilerini de mahcup eder. (Bu durumda, 3-0’lık Hollanda galibiyetini de, Lefter’i kaleci zanneden Kılıçdaroğlu’na yazmıştır.)
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AKİF EMRE-YENİŞAFAK
Türkiye’nin göçmen politikası var mı?
Batı Avrupa’nın göçmen politkalarını; stratejik hesapları ile deklare ettiği ilkeler arasındaki çelişkilerin şekillendirdiğini söylemiştik.
Türkiye’nin göçmen politikalarını belirleyen temel ilkeler nelerdir? Bu soruyu sormadan önce Türkiye’nin kendine özgü bir göçmen poltikasının, bunu besleyen ilkelerin mevcut olup olmadığı sorusunu sormak gerekir.
Türkiye’nin ulus devletçilik oynaması ile imparatorluk bakiyesi bir varlık olması arasındaki dehşetli çelişkisi, yaşadığı sarsıntı en çok bu alanda hissedilir. Bir tarafta tarihsiz ve hatırasız modern bir ulus devlet olmaya çalışırken diğer tarafta tarihin, coğrafyanın, kültürün ve insanlık mirasının dayattığı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır.
Bu açmaz sadece stratejik tercihlerle sınırlı değil aynı zamanda jeo-kültürel şartların yüklediği sorumluluklarla yüzleşme zorunluluğundan kaynaklanır.
Osmanlı’nın Avrupa’dan özellikle Balkanlar’dan çekilmeye başlamasından itibaren sürekli göç alan bir coğrafyadır burası. Bu göç dalgası devlet küçüldükçe büyüyen bir muhaceret destanıdır.
Cumhuriyetin ilk büyük göç sınavı Lozan’da dayatılan ‘mübadele’ ile gelenler ve göndermek zorunda kaldığı eski tebaasının karşılaştığı durumdur. Yunanistan’dan ve Anadolu’dan yüzbinlerce Türk ve Rum doğup büyüdükleri toprakları terke zorlanacaktır. Bu mübadele, Türkiye’nin kendi isteğinden çok o zamanki dünya sisteminin icbar ettiği bir uygulamadır. Anadolu, bin yıllık farklılıklarla var olma deneyimini terkedip ‘Türkleştirilecektir’. Ötekisi (gayrı müslim) kalmayan yeni devletin ideolojik uygulamalarını kolaylaştıran işlev görecek, Yunanistan için ise demografik takviye işlevi görecektir.
Yugoslavya’dan gelen mültecilere anlaşmayla kapı açılması Balkanların Müslüman ve Türk nüfus yoğunluğunu boşaltırken Türkiye’yi yönetenlerin gerekçesi ise ‘nitelikli insan’ takviyesi yapıldığı yönünde olacaktır.
Ne var ki, Osmanlı bakiyesi unsurlarla ilişkisini kesmeye zorlanan, özellikle Ortadoğu’yla arasına duvar ören yeni rejimin Balkanlar’dan nüfus kabulünde ilginç kriterler uygulanır. Burada demografik hareketlilikler kadar gelen unsurların etnik tanımlaması önemlidir. İçeride en katı laikliğin uygulandığı dini referansların devlet ve toplum işlerine zinhar sokulmadığı bir dönemde Balkanlar’dan gelen kitlelerin seçiminde daha cok dini referans ölçü oldu. İçiçe yaşayan Arnavut, Torbeş, Boşnak gibi Müslüman unsurlar Türk kabul edilerek vatandaşlık verildi… Laik devletin dini kimliği esas alan vatandaşlık uygulaması Türkiye’nin tüm ideolojik tercihlerine karşın tarihin, coğrafyanın, varoluş şartının gerekleriyle yüzleşmekten kaçınmayacağı kırılma noktalarından biridir.
Deklare edilmemiş bu göçmen, vatandaşlık pratiği Türkiye’ye dayatılan Osmanlı bakiyesi unsurlarla, geride bıraktığı dünya ile kapılarını kapatma politikalarının uygulanmasının sanıldığı kadar kolay olmadığını gösteren tarihsel kırılmalardır.
Yine de bu politikalar Ortadoğu ve Asya için daha katı şekilde uygulanacaktır.
Soğuk Savaş dönemi her anlamda sistem içinde uyum politikalarının yürürlükte olduğu dönemdir. Sovyetler’e karşı Batı ile paralel, son derece uyumluluk hali göçmen politikalarına da yansır. Bulgaristan’daki Türk ve Pomak Müslümanlara uygulanan isim değiştirme krizinde bile NATO ve Amerika’nın gündeme getirmesiyle sahiplenilir.
Kitlesel göç anlamında Ortadoğu kaynaklı sığınmacı dalgası Saddam zulmünden kaçan Iraklı Kürtlerle yaşanan çelişkili gerilimdir. Kendi vatandaşları ile din kardeşi ve akraba olan Kürtlere insani yardım yapmanın yanı sıra bunların nasıl tanımlanacağı meselesinin adeta sistem krizi haline geldiği söylenebilir.
Son büyük dalga ise Suriye krizi ile gelen muhacirlerin sayısı ve konumu itibariyle ilk sayılabilir. Hem Türkiye’nin bir şekilde dahil olduğu bir iç savaşın bedeli olarak hem de kendi imkanları ile bu kadar büyük kitleye ev sahipliği yapması anlamında. Suriye krizi, ulus devlet formatı ile imparatorluk özlemi arasındaki yaman çelişkinin sonucu olarak Türkiye’nin karşısındadır.
Siyasi ve askeri gelişmelerin zorlaması ile karşılaşılan göç sorunuyla yüzleşmeler kolay olmamıştır. Sistemin vatandaşlık tanımı ile jeostratejik ve jeokültürel zorunluluklar arasındaki büyük çelişkiyi açık eden tarihsel olaylardı.
Bunun dışında daha küçük ölçekli mülteci hareketleri de yok değil. Mesela Kızıl Çin’den hicret eden Doğu Türkistanlılara kucak açarken Amerika’nın bu ülkeyle diplomatik ilişkiye geçmesiyle birlikte devletin resmi tavrı da değişecektir. Adeta el altından sınırlı sayıda gelebilenler kabul edilirken bunun resmi devlet politikası olarak sunulmasından özenle kaçınılacaktır.
Soğuk Savaş sonrası demirperdenin açılmasıyla bu alanda rahatlama olsa da Rusya’nın, Çin’in, hatta Türk Cumhuriyetleri’nin tepkisini çekecek isimlere ev sahipliği yapmaktan kaçınıldı, hatta sembol isimler sınır dışı edildi.
Batı Avrupa’yla kıyaslandığında Türkiye’nin bir fırsatlar ülkesi olmadığı açık. Ancak İslam dünyasına, Müslüman Türk dünyasına mesafeli olduğu dönemde bile pek çok kesimin gözünün bu topraklara baktığı da tarihi bir gerçek.
Türkiye Soğuk Savaş sonrasına hazırlıksız girdiği gibi ne kendine özgü mültecilik ilkeleri ne de bağımsız bir göçmen politikası oldu.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET TAŞGETİREN-STAR
“Cizre’den Kobani çıkarmak”
26 Temmuz 2015 tarihli yazımın başlığı “Rojava Türkiye topraklarında olsaydı…” şeklindeydi.
Yazı şu ifadelerle başlıyordu:
“Şöyle bir soru üzerinde hiç düşündünüz mü?
– Acaba Rojava Türkiye toprakları içerisinde olsaydı, PYD ne olurdu?
Cevabınız var değil mi?
– Tabii ki PKK olurdu.
Herhalde şu ikinci soruyu da sorduğumuzda zihinlerde daha farklı bir berraklık meydana gelecektir:
– PYD ile PKK arasında organik bir bağ mevcut ise ve PKK Türkiye’de bir hedef uğruna 45 yıldır savaş yürüten bir numaralı terör örgütü ise o zaman PYD’yi sırf Türkiye’nin güney sınırının ötesinde Suriye içinde savaşan bir örgüt olduğu için meşru bir yapı olarak görmek nasıl bir mantığın ürünü olabilir?
HDP’nin PYD’ye sahip çıkması anlaşılabilir.
Çünkü HDP, PKK ile de aynı amaçlar için mücadele vermektedir.
Belki şu soru da sorulabilir:
– PYD, HDP gibi bir siyasi yapı mıdır, yoksa PKK gibi askeri bir yapı mı?
Bu sorunun cevabı da açıktır.
– Tabii ki siyasi bir yapı değil, askeri bir yapıdır.
Burada şöyle bir görüş öne sürülebilir:
– PYD siyasi bir yapı değil, çünkü Suriye’de bir iç savaş var ve PYD ona göre yapılanmış, dolayısıyla askeri bir nitelik kazanmıştır.
Bu durumda bir başka soru sorulacaktır:
– Peki Türkiye’de bir iç savaş olmadığı halde PKK neden askeri bir yapı olarak teşekkül etmiş ve Türkiye ile savaşa soyunmuştur?
PKK’nın ve onun mücadelesine destek olanların vereceği bir cevap kuşkusuz vardır, ancak bu cevap, PYD Türkiye’de olsaydı da yine silahlı mücadele içinde olurdu kanaatini değiştirmiyor.”
O yazının sonunda şu değerlendirme yapılıyordu:
“PYD adına yapılan açıklamalarda “Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturmadıkları” söylemi var. Ama PKK Türkiye’ye tehdit oluşturuyor.
Neyi anlamalıyız bu durumda?
PYD PKK’lılaşıncaya kadar Amerika’nın bize telkin ettiği safdilliğe devam etmek…
Ya da PKK’yı PYD masumiyeti(!)ne taşıyacak bir uluslararası kumpas kuruluncaya kadar…”
Dün Cengiz Çandar, Hürriyet’te, Cansu Çamlıbel’e verdiği mülakatta meselenin Amerika boyutuna ilişkin şu değerlendirmeyi yapıyor:
“PYD ve PKK’nın görüntüde ayrı organizmalar olması Amerikalıların zevahiri kurtarmasından başka hiçbir şeye hizmet etmiyor. PYD ile PKK arasında bir fark yok. Tabii benim bu söylediklerimi Amerikalıların bilmemesi söz konusu değil. Amerika neyin ne olduğunu gayet iyi biliyor. Şu sırada işine böyle geldiği için bunu yapıyor.
“Amerika’nın radikal bir politika dönüşü yaptığı an Kobani’ye silah indirmesi yaptığı gecedir. Çok tarihi bir olaydır o. Çünkü Türkiye’nin buna karşı olduğunu bilerek, siyasi anlamını bilerek yaptı. Bunu Türkiye’yle ondan sonraki ilişkilerinin daha öncekinden farklı olarak seyretme ihtimalini göze aldığını göstermek üzere yaptı. Süt tozu değil, silah indirdi. Ondan sonra da oturdu Erbil’deki ana karargahtan YPG’lilerle birlikte hava harekatlarını yönetti. Bunlar 3-4 sene önce düşünülemeyecek şeylerdi. Efendim, ABD PKK ile PYD’yi yine de farklı görüyor, onda bir değişiklik olmaz. Olur! Kobani’de nasıl Türkiye’ye rağmen bir hamle yaptıysa, Kürt meselesi bağlamında Türkiye’nin canını sıkacak bir takım adımları da ilerde yine atabilir de-
mek. Kobani meselesi onun emsalidir.”
Çandar, Cemil Bayık’ın ikide bir ABD’ye selam yollamasını da anlamlı bulduğunu belirtiyor ve ABD’nin PKK ile ilişki seyrinin “Türkiye ile ilişkilerinin seyrine bağlı” olduğunu söylüyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Pişkin mülaaneci ‘kapatma davası’ istiyor”
“Pişkin” hafif kalıyor… “Kötü niyetli” demem gerekirdi.
Hem “pişkin”, hem “kötü niyetli”, hem de “kurnaz…”
Bakın, ne yazmış: “Geçen hafta bu sütunda AK Parti hakkında verilmiş kesin mahkeme kararını hatırlatmıştım. Anayasa Mahkemesi, AK Parti’yi ‘laikliğe aykırı fiillerin odağı’ olmakla mahkûm etmiş; ancak cezayı parti kapatma olarak değil, para cezası olarak takdir etmişti. Kapatılmama nedenlerinden en somutu ise ‘şiddet ve cebir’ kullanmamış olmasıydı. Bu karar doğruydu ve bunu desteklemiştik. Hâlâ da aynı yerdeyiz.”
Bu satırların müellifi Ekrem Dumanlı…
Alıntıdan da anlaşıldığı üzere, Dumanlı kardeşimiz, AK Parti’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı” olduğu yargısına itiraz etmiyor/itiraz etmediğini göstermeye çalışıyor. Oysa buna (kapatma davasının görüldüğü günlerde) itiraz etmişti. Bu konuda sayısız beyanı var. Bugün sözlerini “öylesine” yuvarlayarak, AK Parti’nin laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu yargısına (o dönemde) katıldığı sonucunun çıkmasını istiyor ya da sağlıyor…
Peki, neye itiraz etmiş?
Esasında itiraz ettiği bir şey yok… Bilakis, paylaşmış.
Daha doğrusu, bugünkü sözlerinden Ekrem Bey’in Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddialarını “paylaşmış olduğu” sonucunu çıkarıyoruz ve çok mutlu oluyoruz. (Bir “laik” olmadıkları kalmıştı. Onu da oldular…) Ama Anayasa Mahkemesi’nin kararını doğru bulmuş. Çünkü AK Parti “şiddet ve cebir” kullanmadığı için, atfedilen cürüm kapatmayı gerektirmiyormuş. Mahkeme “para cezası”yla yetinmiş. Doğrusu da buymuş. (Demek ki “şiddet ve cebir”le ilişkisi belgelenseydi, AK Parti kapatılacaktı. Ekrem Bey de bu kararı çok doğru bulacaktı. Doğru mu anlıyoruz? Evet, doğru anlıyoruz. Fakat arşivler tam tersini söylüyor: Ekrem Bey, yukarıda da söylediğim gibi, kapatma davasının görüldüğü günlerde
yazılarında şiddet ve cebir bahsine girmiyordu. Sadece, “AK Parti laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelmiştir” yargısını eleştiriyor ve durumun öyle olmadığını anlatmaya çalışıyordu.)
Merak ediyorsunuz, bu yazı nereye bağlanacak diye?
Bunu ben de merak ettim, “Ekrem Bey niçin durup dururken AK Parti hakkındaki kapatma davasını gündeme getirdi, niçin cebir ve şiddet bahsini açtı?” diye.
Kendisi söylesin: “Hürriyet Gazetesi’ne iki kez düzenlenen baskın ve bu çerçevede yapılan tehditler, şiddet ve cebir fiilinin tastamam fotoğrafıdır. Bir AK Parti milletvekilinin oraya gelip saçma sapan laflar etmesi ve şiddet övgüsü yapması iktidar partisi için feci bir sabıkadır.”
Şunu demeye çalışıyor Ekrem Bey:
Ey Anayasa Mahkemesi, sen vaktiyle AK Parti’yi “laikliğe aykırı fiillerin odağı” sayıp mahkûm ettin, ancak kapatmadın. Cezayı, “para cezası” olarak takdir ettin. İyi de ettin… Çünkü bu parti şiddet ve cebire bulaşmamıştı. Fakat görüyoruz ki, bugün şiddet ve cebir kullanıyor. Milletvekillerini Hürriyet gazetesine baskına gönderiyor. Şiddet övgüleri yapıyor. Bunlar AK Parti için feci sabıkalar değil midir? (Ekrem Bey, “kapatma davası” istiyor. Kurnaz olduğu için de lafı dolandırıp, eski kararlara atıf yapıyor, “Ben yolunu gösterdim, siz takdir edin” demeye getiriyor.)
Ekrem Bey’in nafile çağrısı gerekli karşılığı bulur mu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı durumdan vazife çıkarıp, bu şiddet ve cebir (!) görüntülerini bir kapatma davasıyla taçlandırır mı, bilmem.
Bu sonuç Ekrem Bey’in hoşuna gider; “Laikliğe aykırı fiillerin odağı olmuş bu parti, gördüğünüz gibi, artık cebir ve şiddet de kullanıyor” şeklinde yazılar yazar; AK Parti’nin kapatılması için elinden geleni ardına koymaz… Hiç kuşkunuz olmasın…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
YAKUP KÖSE-STAR
“Batının son hamlesi Türkiye’yi işgal olabilir mi?“
Ağzımdan yel alsın, değil mi; bu nasıl bir başlık! Yel almasına alsın da, bir de gerçekler var. Boşuna denmemiş: “Hazır ol cenge istersen sulh-u salâh.”
Biliyorum, dillendirilmesi tehlikeli bir mevzu. Bazı emareleri görüp söyleyememek de bana tehlikeli geliyor. “Bu mevzuyu dillendirmesi gerekenler benim gördüğümü görmüyorlar mı, acaba strateji gereği mi susuyorlar” diye düşünürken, 10 Eylül akşamı TRT’de katıldığı programda Hasan Celal Güzel açık açık Batı’nın Türkiye’yi işgal planından bahsetti.
Batıcı medyanın Batı medyasından çevirdikleri haberleri, köşe yazılarını dikkatli okursanız ne demek istediğimi anlarsınız. Hatta birinci sayfalarındaki haber başlıklarına bakmak bile yeterli: “ABD’nin en ünlü köşe yazarı Türkiye’ye ağır yaptırım istedi”, “İngiltere’nin en çok satan gazetesi Türkiye’ye müdahale edilsin diye yazdı”… Bu gazeteler ve köşe yazarları kendi devletlerinin sesi olmakla, devletlerinin yapacakları işgallere zemin hazırlamakla ünlüdürler, ol sebepten de yazdıkları hep çıkar!..
Pazar günkü köşe yazısında Washington’un Hürriyet’teki mikrofonu Tolga Tanış, ABD yönetimindeki uzmanların, Hürriyet Gazetesi’ni protesto gösterileri sırasında oluşan izdihamdan dolayı kırılan camlara ABD Dışişleri Bakanlığı’nın tepkisini yumuşak bulduklarını, daha sert bir tepki verilmesini istediğini yazmış. Anlaşılan Tanış ve dostlarının yüreği, İncirlik’ten kalkacak ABD savaş uçaklarının Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni bombalamasıyla ancak soğuyacak! İncirlik demişken, Tanış, ABD yönetimindeki dostlarının Obama’nın AK Parti hükûmetiyle İncirlik üssüyle ilgili anlaşma yapmasını da yanlış bulduklarını yazmış. Neden acaba?
Sorumuza cevap, Turque Diplomatgue Gazetesi’nin 79. nüshasındaki George Friedman imzalı “Türk Bilmecesi” başlıklı yazıdaki şu ifâdeler olabilir mi: “2003 yılında Türkler, ABD güçlerinin Türkiye üzerinde Irak’ı işgal etmesine izin vermeyi reddettiler. O zamandan beri ABD ile ilişkileri karmaşık ve sıkıntılı oldu. (…) Türkiye aynı zamanda bölgeye müdahale eden Amerika konvansiyonel güçlerinin sonuçlarını da gözlemledi ve aynı riski yaşamak istemiyor. (…) Giderek değişen Türkiye, Amerika Predatör casus uçaklarının İncirlik’ten uçmasına izin veren son anlaşmanın da ortaya koyduğu gibi, belli bir baskı altında. (…) Müdahilliği engellemek ve maksimum seçenekleri sürdürmek üzere tasarlanan bir stratejiyi izliyor. Ankara, bazı güçlerle resmi olarak müttefiklik kurduğu çok taraflı bir stratejiye güveniyor ve müttefiklerine düşman olan güçlerle ilişki kurmaya sessiz sedasız açık durumda. Bu çok boyutlu doktrinin amacı, erken müdahaleyi (yani stratejik bir olgunluk düzeyine ve kendisini bekleyen riskler karşısında tanımlama yeteneğine ulaşmadan müdahalede bulunmayı) önlemek…”
Friedman, Türkiye’nin baskı ve işgal tehlikesi altında olduğunu, bu sebepten IŞİD’e karşı İncirlik Üssü’nü ABD’nin kullanmasına izin verdiğine dikkat çekiyor. Bu tespite, Washington’un Hürriyet’teki mikrofonu Tolga Tanış’ın, kırılan cam için (Tabiî ki işin bahanesi) Türkiye’ye sert müdahale isteyen ABD yönetimindeki dostlarının İncirlik anlaşmasından duydukları rahatsızlığı yazmasını da eklersek ne demek istediğim anlaşılır sanırım.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Tek ümitleri ABD güdümlü askeri darbeye mi kaldı?”
Bazılarının Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AK Parti kadrolarının ABD güdümlü bir askeri darbe ile tasfiye edilecekleri ümidini utanmadan seslendirmeleri “Anakronizm”in bunların beyinlerine yerleşmiş olmasından kaynaklanabilir… Ya da bunlar ABD ile TSK güdümündeki “Vesayetçi Demokrasi”ye bağımlı kılınmış olabilirler.
Sözünü ettiğimiz siyasi düşünce sapkınlıklarına Salih Tuna Yeni Şafak’taki köşesinde şöyle değinmişti:
“Bu elemanlar… Kandil’le aynı dili kullanıyorlar. PKK terör örgütü liderlerinden Cemil Bayık, ‘Bu savaş ordunun da savaşı değil. Ordunun bunu bilmesi gerekir. Ordunun da Erdoğan’ın bu oyununa gelmemesi önemlidir’ dedi.”
Anakronizm semptomları
Ankara Barosu’nun TSK’nın terörle mücadeleden çekilmesi için Yüksek Yargıya başvurması da benzer bir örnektir… Ya da İstanbul sermayesinin ileri gidenlerinden bazılarının kendilerini ABD güdümlü bir askeri darbe beklentisine kilitlemeleri de, bu tür yaklaşımlara örnek olabilir.
Neticede bizim düşünce çizgimizdeki en büyük problemlerden biri de, “Anakronizm” değil midir? Bu “Anakronizm”i Türkçeye “Zaman şaşkınlığı” diye mi yoksa doğrudan “Geri zekâlılık” diye mi çevirsek acaba?
Kanuni’nin telgraf direkleri
“Anakronizm” Yunancadan türeyen bir kavram. “Ana” Yunancada (yahut Elence) “Geri” anlamına geliyor. Hani bir motoru geri vitese takınca, buna “Anarya” denilir ya… “Khronos” da “Zaman” anlamına geliyor “Kronometre”yi hepimiz bilmez miyiz? Mesela eski şartlarla bugünü anlamaya çalışırsanız, siz de “Anakronizm” yanılgısına düşersiniz… Veya tarihi bir filmde Kanuni’nin akıncıları atlarını koştururken arkada telgraf direkleri görünüyorsa…
Esad bağımlıları var
Mesela bazı siyasi partiler sırf Erdoğan’a karşı olmak için Suriye’nin Esad’ının yanında olmayı, ABD’ye de uyumlu olduklarını kanıtlamak için sergiliyorlarsa… Belli ki bunlar Başkan Obama’nın özel temsilcisi General John Allen’in önceki gün BBC’ye verdiği demeçte “Hem IŞİD yenilmeli, hem de Suriye’nin Esad’ı gitmelidir” dediğini duymamışlardır. Onlar hâlâ ABD’nin Esad’a “Vatandaşlarını zehirli gazla değil de normal bombalarla öldür” dediği dönemi yaşamaktadırlar… “Anakronizm” kavramı içinde, “Çağa ve güne uyumsuzluk” da vardır.
Kim darbe yapacak?
“Irak Tezkeresi”nin reddini sessizce izleyen TSK’nın o zamanki komuta kademesini Cemaat Örgütü eliyle tasfiye eden Pentagon, acaba şimdiki komuta kademesine Fethullah Gülen’in bedduaları ile mi mesaj gönderip, darbe yaptıracaktır? TSK terörizmle mücadeleyi bırakıp, ülkenin güvenliğini sağlamak yerine “Gezi zekâlılarla” aynı “Paralel”e girip demokrasi ile mi mücadele edecektir?
Akılsızlığa paydos
Herkes akılsız olmaktan kaçınmalı… Hatırlayın yaşananları… 1980’lerde, Özal’ın yeniden- yapılanma gereği “Serbest piyasa ekonomisi”ne geçişini “Latin Amerika modeli” diye aşağılayan Bülent Ecevit Başbakan olunca ekonomiyi tümden IMF’ye teslim etmemiş miydi? Ya da 1997’nin 28 Şubat döneminde, birilerinin “Yurdu demir ağlarla ördük” diyerek “10’uncu Yıl Marşı” söylerken internet ağlarını unutmaları ve tek partiye, militarizme özlem seslendirmeleri de “Anakronizm”in semptomları değil miydi?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HAŞMET BABAOĞLU-SABAH
“Bir fotoğrafla avunmak mı, aldanmak mı?”
Diyelim ki…
Suriyeli sığınmacı kız çocuğunu oyunla neşelendiren Danimarkalı polis memurunun fotoğrafına bakıp içini ferahlatan Avrupa kamuoyunu anladık…
Diyelim ki…
Önceki hafta Lübnan gazetelerine resmi ilan verip “buraya gelmeyi aklınızdan bile geçirmeyin!” diyen, gelen göçmenleri bekletmeden hemen İsveç’e aktaran Danimarka’nın bu fotoğrafı dünyaya pazarlamasını da anladık…
Eh, magazin birden her şeyin önüne geçer; toplumsal dertlerin ağırlığı bir anda kalkar, dikkatler dağılır ya…
O da oldu.
Kimliğini açıklamak istemediği söylenen polise evlilik teklifi yağdığı haberi hepsinin önüne geçiverdi.
Tamam da, bize n’oluyor!
Bizim insanımız nasıl oluyor da bu fotoğrafa bakıp kendinden geçiyor.
Türkiye’de devlet, STK’lar ve sayısız insan Suriyeli çocukların ihtiyaçları ve eğitimiyledüzenli olarak ilgileniyor.
Fakat gel de bunu ruhu sarışınlarımıza anlat!
Onların aklı Danimarkalı poliste.
Neden?
Çünkü kültürel-psikolojik iktidarın yüzü hep Avrupa insanına dönük.
Kendi iyiliğine inanamayan nesiller yetiştirmişiz. Ne acı!
***
Zaten mültecilik her kıta, her bölge, her devlet için çok ciddi bir problem.
Bugün Afrika ve Asya ülkelerindeki mültecilerin yüzde 90’ı kamplara kapatılmış halde belirsiz bir geleceği bekliyor, ülkelerin sosyal hayatına katılamıyorlar.
Daha beteri…
Bulundukları ülkelerde giderek bir tabuya ya da “görünmez insanlar”a dönüşüyorlar.
Avrupa için mülteciler her yerden daha da zor bir konu.
Çünkü orada ellerini dışarda kirleten, evinde kire, çöpe, derde katlanamayan bir düzen hâkim.
Yaptıklarıyla yüzleşmeyi sevmiyor Avrupa; yaptıklarının bedelini de hep başkaları ödesin istiyor.
Yani diyeceğim o ki, hoş fotoğraflarla kendinizi avutmaya kalkmayın, aldanırsınız.
***
İşin özü şu…
Yirminci yüzyılın ulus devlet, refah düzeni ve milliyetçilik kavrayışlarıyla yirmi birinci yüzyılın mülteci sorununu halletmek mümkün değil.
Ortak değerler yerine ortak çıkarlara yaslanan Batılı “evrenselcilik” de bu işin altından kalkamaz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MAHMUT ÖVÜR-SABAH
“AK Parti’deki değişimin anlamı“
AK Parti’nin 5. Olağan Kongresi’ni geride bırakırken gözler Merkez Karar Yürütme Kurulu’na ve o kurulun içinden çıkacak Merkez Yürütme Kurulu’na çevrildi. Bu kurullar önemli çünkü siyasetin rotası bu kurullarca çizilecek.
AK Parti’nin yeni yönetimi tecrübenin es geçilmediği, yeni isimlerin öne çıktığı bir kadrodan oluşuyor. Ortaya çıkan bu tabloya da sadece kişiler üzerinden değil üretilecek siyaset üzerinden bakmak gerekiyor. Bu açıdan AK Parti, kendisini yeniden üreten bir yenilenmeye imza atarken, önceliği, o çok kullanılan fabrika ayarlarına dönerek partinin ana omurgasını ve kolonlarını sağlamlaştırmaya verdi.
Kitle partisi de olsa bir partinin kolonları sağlam değilse, küçük depremler bile etkili olur. AK Parti, 14 yıl sonra, içeriden ve dışarıdan derin bir kuşatmanın gerçekleştiği bir zaman aralığında, yaşanma ihtimali giderek hissedilen iç depremleri önlemek için kolonları sağlamlaştıran bir adım attı. Bu birilerinin iddia ettiği gibi siyaseti daraltan değil, tam aksine özgüvenle siyasetin alanını genişleten bir adım olabilir.
Aslında buna Türkiye’deki bütün siyasi partilerin ihtiyacı var. Bazı partiler, bu adımı atmak yerine yani kendisini var eden ana kitleyi, onun düşüncesini taşıyan kadroları partinin omurgasına taşımak yerine, farklı siyasi görüşlerden kadroları içine alarak, daha doğrusu devşirerek geniş kitlelere ulaşmaya çalıştı. Ama olmadı. Geçmişte çok yaşandı, ya gelenler o partililere benzediler ya da bir süre sonra ayrılıp gittiler. Siyaset üretmediler.
Elbette kadrolar, tek tek siyasi aktörler önemlidir ama asıl belirleyici olan o partinin ürettiği siyasettir. İster muhafazakâr demokrat, ister sosyal demokrat olsun, bir partiyi ayakta tutan birbiriyle uyumlu kadrolar ve ürettiği doğru politikalardır. Kadrosunun tamamı muhafazakâr olan bir parti çok özgürlükçü olabileceği gibi kadrosunun tamam sosyal demokrat olan bir parti de statükocu olabilir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM
“AK Parti’nin yol ayrımı”
Seçim öncesi dönemler siyasetin en fazla ilkesizleştiği dönemlerdir. “Kararsızlar pazarı” üzerinde verilen paylaşım savaşları o kadar amansızdır ki, ilave üç-beş oy uğruna her şey mubah sayılır. İlkeler artık ayak bağı haline gelmiş, daha da kötüsü “böyle zamanlarda” ilkelerin delinebileceği konusunda bir konsensus oluşmuştur.
Öyle ki, çok bilmiş “siyaset uzmanları” lider konuşmalarını ikili bir okumaya tabi tutar; liderlerin gerçek duruşları ile seçim öncesi söylemesi kaçınılmaz olanları birbirinden ayırarak değerlendirir ve yapılan ilkesizlikleri, düşük siyaseti büyük bir anlayışla karşılarlar. Tabii, onların gösterdiği bu anlayış, kitlelere de bir çağrıdır; bir anlamda “bu ilkesizliği, bu düzeysizliği” ciddiye almayın çağrısı…
Oysa seçim icabı benimsenen o üslup öyle gelip geçici bir şey değildir ve bal gibi ciddiye alınmalıdır. Partinin kendini en geniş kitlelere en yüksek sesle ifade ettiği o dönemde belirlediği strateji, kullandığı üslup hem partinin kendi tabanında hem de kamuoyunda partiyle ilgili algıyı oluşturur.
AK Parti’nin 7 Haziran öncesi benimsediği stratejinin hiç de iyi sonuç vermediğini hep birlikte gördük. Parti liderliğinin MHP’ye kayan birkaç puan oyu geri çekmek uğruna benimsediği ve çözüm sürecini inkâr olarak algılanabilecek üslup, bugün AK Parti’nin bütün muhalifleri tarafından, PKK’nın çatışmalı sürecin tek sorumlusu olduğunu karartmak için kullanılıyor.
Allah’tan olaylar o kadar göz önünde yaşandı ki, bunda pek başarılı olamıyorlar.
Ama asıl önemli olan bu değil.
Aynı üslubun on milyonları bulan AK Parti tabanında, partinin siyasi kimliği ile ilgili nasıl bir algı değişimine sebep olduğunu; “Yeni Türkiye” hedefi açısından nasıl bir erozyona yol açtığını henüz tam olarak bilemiyoruz.
O yüzden de ben, bu seçimlerde AK Parti’nin izleyeceği stratejinin belki de seçimlerin sonucundan daha büyük bir önem taşıdığını düşünüyorum.
Sonuçta Türkiye hükümetsiz kalmayacak. 1 Kasım’da sandıktan ya tek başına ya da koalisyonun büyük ortağı olarak çıkacak olan AK Parti Türkiye’yi yönetmeye devam edecek.
Ama önemli olan şu: O parti nasıl bir AK Parti olacak?
“Gebertilen PKK’lıların sünnetsiz olduğuna” dayanan bir propagandadan medet uman bir AK Parti mi; yoksa diaspora Ermenilerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vermeyi tartışan bir AK Parti mi?
Bugün bu söylemin geri dönüşü tesadüf olamaz.
Şunu bilmek gerekir ki, PKK’yla mücadele ederken kendi çizgisini MHP’nin çizgisinden net bir biçimde ayıramadığı takdirde, AK Parti’de eski Türkiye’ye ait her türlü hastalığın hortlaması kaçınılmazdır.
Bu partide Eski Türkiye’nin zihinsel kalıntılarıyla Yeni Türkiye’nin filizleri hep birlikte var oldu. İşlerin yolunda gittiği zamanlarda “eski”nin pısıp beklemeye çekilmesi ve yeni olanın galebe çalması doğaldı.
Ama şimdi zor zamanlar geçiriyoruz.
AK Parti çözüm süreci konusunda iki yönlü bir saldırı altında.
MHP bütün olanların sorumluluğunu AK Parti’ye yükleyerek oy toplamaya çalışıyor. Zamanında Çözüm Süreci’ni çelmelemek için elinden geleni yapmış sözde “ilerici-solcu” çevreler, şimdi “barışçı” kesilmiş AK Parti’yi şahinlikle suçlayarak sıkıştırıyor.
Bununla da kalmıyor; Çözüm Süreci’nin toplumsal tabanı da epey erozyona uğramış durumda. Sürece zar zor ikna olmuş muhafazakâr kitleler şu anda tam bir aldatılmışlık duygusu içinde, neredeyse ihanete uğradığını düşünüyor.
Şimdiye kadar birbirinin can düşmanı olmuş iç ve dış her türlü muhalif akımın AK Parti’yi boğmak üzere el ele vermesi partide büyük bir yalnızlık ve kuşatılmışlık duygusu yaratıyor.
Böyle zamanlar yeni edinilen ve henüz tam yerleşmemiş olan bilgi, tecrübe ve bilincin rafa kaldırılıp eski düşünce kalıplarına yeniden sarılma refleksinin ortaya çıktığı zamanlardır.
Ama vizyoner liderliğin tarihi misyonu da böyle zamanlarda çıkar ortaya. AK Parti’nin hangi tarihi şartlarda ve hangi ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıktığını ve neyi temsil ettiğini iyi anlamış bir liderlik, bugün onu yeniden büyütecek olan stratejinin ne olduğunu da doğru tayin edecektir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET ŞEVKET EYGİ-MİLLİ GAZETE
“O gazete”
O mâlum, mâhud, mel’un, menfur gazete laikçilik, İslam düşmanlığı, Kur’an ahkâmı ve Şeriat karşıtlığı, Ümmet yıkıcılığı, ahlak tahribatı, darbecilik, yabancılaştırma, saptırma, Türkiye’yi magazinleştirme, yığınları sersemletme, Darvincilik-Evrimcilik ve daha nice saptırıcı konularda uzun yıllar boyunca Tağut’un ve Deccal’ın yayın organı gibi çalışmış ve büyük tahribat yapmıştır.
O gazete, vesayetçi egemen azınlığın yarı resmî organı olmuştur.
O gazete Türkiye Müslümanlarının temel hakları ve hürriyetlerini savunmamış, aksine onların kısıtlanmasını ve kullandırılmamasını istemiştir.
O gazete kesinlikle demokrat değildir, Dönme demokrasisi yandaşıdır.
O gazete 1923’te kurulan gerçek Cumhuriyetin en büyük düşmanı olmuştur.
O gazete egemen azınlığın sesi olmuştur.
Müslüman kadınların iffet ve haysiyetlerine riayet etmemiş; açıklığı saçıklığı fuhşu teşvik etmiş, toplumun temelini oluşturan aileyi sarsmış ve yıkmıştır.
Japonların kendi millî yazılarıyla çok ilerlediğini görmezlikten gelmiş, bin yıllık millî yazımızı dışlamış, Latin/Frenk yazısını Türk yazısı olarak benimsemiştir.
Türkiye’nin şapka ile kalkınıp muasır medeniyet seviyesine hızla yükseleceğini savunmuş; dünyanın şapkayı terk etmesine rağmen şapkacılıkta inatla diretmiş ve direnmiştir.
27 Mayıs 1960’tan bu yana yapılan bütün askerî darbeleri desteklemiş ve alkışlamıştır.
Demokrasinin ve insan haklarının beşiği olan İngiltere’de laiklik olmadığını, din ile devlet birliği ve birlikteliği olduğunu, İngiltere hükümdarının aynı zamanda millî Anglikan kilisesinin başkanı olduğunu görmemiş; laiklik ve Paşanın ölümünden sonra Dönmeler tarafından fabrike edilmiş Kemalizm ideolojisi olmazsa Cumhuriyet de olmaz saçmalığını ve mantıksızlığını yıllar boyunca çatlak plak gibi döne döne tekrarlamıştır.
O gazete Müslüman çoğunluğa karşı, Dönmelerin sesi ve propaganda merkezi olmuştur.
O gazetenin nice yazarı İslam ve Ümmet aleyhinde en ağır, en saldırgan, en çirkin yazılar kaleme almışlar ve Müslümanları yaralamışlardır.
Bugünkü ahlak bozukluğunda, iffetsizlikte, azgınlıklarda, dinsizlik densizlik ve donsuzluklarda, bütün olumsuzluklarda o gazetenin müstehcen yayın ve resimlerinin hayli tuzu biberi bulunmaktadır.
O gazete içkiyi, kumarı, fuhşu, bütün ahlaksızlıkları ve kötülükleri yaygın ve baskın hale getirmek için planlı ve programlı yayın yapmıştır.
Müslüman çoğunluk, istisnalar dışında şifahî kırsal kesim kültürüne sahip olduğu için bu gazete ile başa çıkamamış, darbe üzerine darbe yemiştir.
Bu gazete ile mücadele edebilmek için yapılacak ilk iş; Hakk’a, İslam’a, İmana, Kur’an’a, Sünnete, Ümmet’e, doğruya, iyiye, güzele, ahlaka, fazilete, iffete, millî kimlik ve kültüre, vatana, millete, devlete (Resmî ideolojiye ve bozuk düzene değil) hizmet edecek, bâyi satışları (elden dağıtma değil) en az iki milyon olacak, etkisi küfür ve inkar basınından kat kat fazla olacak büyük bir yayın organını tesis edip faaliyete geçirmekti. Müslümanlar bunu yapamadılar ve bu yüzden çoğunlukta olmalarına rağmen ezildiler, hakarete uğradılar.
İslam Kur’an Millet Ümmet düşmanlarıyla, kuru ve müzmin bir şikayet edebiyatıyla, mızmızlıkla baş edilemez. Savaşlar silahla kazanılır. Medeniyet savaşının en büyük silahı medyadır.
Müslüman medyasının, küfür ve inkar medyasından üstün olması gerekir.
(İkinci Yazı)
PKK Hakkında Çok Önemli bir Rapor
ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) tarafından gönderilen “PKK Türkiye için dış tehdittir” başlıklı sekiz sayfalık makaleyi tedkik ettim. 28 Şubatta, dindar olduğu için haksız yere ordudan atılmış emekli tuğgeneral, değerli insan ve gerçek ve samimî Müslüman Adnan Tanrıverdi’nin kaleme almış olduğu bu rapor, PKK konusunda okuyanları aydınlatan kıymetli bir metindir. PKK konusunda çok yazı yayınlanıyor ama böylesi nâdirdir, binde birdir.
Rapor sekiz sayfadır. Halkın büyük kısmı üç yüz kelimeden fazla metinleri okuyup anlayamıyormuş. Üç yüz kelimeyi de somut olursa biraz anlıyor, soyut kelime ve kavramları anlamakta çok güçlük çekiyormuş.
PKK konusunda ciddî bir rapor okumak isteyenler, arzu ederlerse Adnan Tanrıverdi isminin ardına makalenin başlığını yazarak internetten indirip tedkik edebilirler.
(Üçüncü Yazı)
PKK Destekçileri ve Şakşakçıları
BAZI politikacılar, particiler, gazeteler, gazete yazarları ve sözde aydınlar, dış güçlerle, düşmanlarla işbirliği yaparak PKK’yı tutmakta, desteklemekte, ona yardımcı olmaktadır.
(Sözde aydınlar dedim. Türkiye’mizde sözde aydının haddi hesabı yoktur. Hakikî aydın ise yok denecek kadar azdır. Beş on kişi çıkar mı acaba?)
İslam’a ve Müslüman çoğunluğa kin besleyen, düşmanlık eden Dönmeler, Kripto Yahudiler, Kripto Haçlılar, Zerdüştiler, Boğaziçi aşireti; vesayetçi egemen azınlık sisteminin devamından yanalar ve Müslüman çoğunluğa din kimlik ve kültür hürriyeti verilmesi onları son derece tedirgin ve rahatsız etmektedir.
PKK, agresif ve aşırı İslam ve Müslüman düşmanlarını ümitlendirmektedir.
Onlar plan ve programlarını çoktan yapmıştır:
Orta Anadolu’da kuzeyden güneye bir hat çekilecek, sınır çizilecek. Batıda kalan Ege, Marmara, Trakya bölgesinde Kemalist Dönme ideolojik bir Cumhuriyet kurulacak…
Bendeniz yapamam ama güçlü gazetecilerimiz seviyeli polemikler yaparak, PKK yandaşlığı yapan Dönme, Kripto Kemalist yazarları, sözde aydınları teşhir etmelidir.
Bu teşhir işi, kötü yolda da olsalar kimsenin vatandaşlık hakkına ve can güvenliğine zarar vermemelidir.
Vatandaş bilsin, yeter.
Maalesef Müslüman kesimdeki bir cemaat de, siyasî iktidarı devirebilmek için her vasıtayı mübah görmektedir.
Devletimiz PKK’yı yenebilir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ERGUN DİLER-TAKVİM
“Kandil mezatı!“
Cizre’den Gazze ve Kobani çıkarma gayretleri geçmiş bitmiş değil. PKK’nın da üstündeki akıl, terörü “Türk devleti sivilleri öldürüyor!” noktasına getirmek için olanca gücüyle hareket ediyor. Aylar öncesinde dağdan teröristlerin gelip ilçeye yerleşmesi, evlerin yeraltı kanallarıyla birleştirilmesi, mühimmat sevkiyatının aralıksız sürmesi, çatışmaların mahalleye çekilmek istenmesi sivilleri hedef haline getirmek ve devleti SUÇLU göstermek içindi.
PKK’nın AKLI konumundakiler bir sorunu bitiremiyorsa o yapıya nüfuz edip yönünü değiştirirler. PKK’da şu an olan ve HDP’ye verilen rol budur. PKK üzerinden Kürtler’e yeni rota çizmek peşindeler. Kürtler’i Ankara’ya değil de kendilerine bağlamak istiyorlar.
Böylece Türkiye’yi küçültüp SYKES PICOT’tan beri burada olan güçlerini daha da artırmak niyetindeler…
Kürtler Türkiye’nin dışında Suriye, İran ve Irak’ta yaşamakta… Avrupa bunları Türkiye’nin kucaklamasına karşı. Bunu engellemek için de hem bu ülkelerle hem oradaki Kürt nüfusla ayrı ayrı ilgileniyor. Kürtler’in Ankara’ya bağlanması bölgenin temelini dinamitle havaya uçurmak gibi etki yaratır. Kimse bunu istemiyor. Bu nedenle bizi de Kürtler’i de durdurmak için operasyon üstüne operasyon yapıyorlar.
Son saldırılar, özerklik çıkışları, içsavaş çığlıkları, hendek kazmalar, mayınlar, bombalar, tuzaklar, sosyal medya yalanları… Bu mücadelenin görünen noktaları…
İmralı’yı tasfiye edip kendi merkezlerini oluşturmak için son yıllarda ciddi yol aldılar. Hatırlayın, Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra Rusya’dan Hollanda’ya, İtalya’dan Yunanistan’a kadar çalmadık kapı bırakmadı. Avrupa’nın kendisini kabul etmeyeceğini bilmiyordu. PKK’ya destek olurlar ancak liderini almazlardı!
Çünkü en tepeye kendi adamlarını koymak isterlerdi.
Daha sonra öldürülse de bu isimler vardı!
Ama Öcalan, İmralı sakini haline getirilince Avrupa büyük yara aldı. İmralı dururken yeni bir lideri getirmek mümkün olmadı.
HDP buydu! İmralı’yı bitirip PKK’yı da Kürtler’i de kapsama harekatı yani! Diyarbakır’ın, Cizre’nin Hakkari’nin, Şırnak’ın, Ağrı’nın, Van’ın bizden çıkması için önce Avrupa’yı mesken tutan HDP’ye, sonra da kuvvetle muhtemel AVRUPALI BAŞKENTLERE bağlanması düşünülüyordu!
Peki PKK’nın rotasını kimler belirliyordu?
Cemil Bayık
Bese Hozat
Murat Karayılan
Duran Kalkan
Ali Haydar Kaytan
Fehman Hüseyin
Mustafa Karasu
Sabri Ok
Remzi Kartal
Nurettin Demirtaş
Bahoz Erdal…
A TAKIMI bunlardan oluşuyordu!
Peki bunlar herkesle oturup konuşurken TÜRK DEVLETİ ne yapıyordu? Bilmediğimiz koridorlarda, dehlizlerde, köşelerde neler olup bitiyordu! Şehit haberleriyle canımız yanarken birileri yüreğimizi soğutacak işlere imza atıyor muydu?
Bugün biraz buradan gidelim…
Güzel haberler verelim…
Geçtiğimiz günlerde bir haber çıktı. Devlet PKK elebaşları için ödül koymuştu. Kim ismi yukarıda yazılı olan ELEBAŞLARI yakalayıp getirir ya da yakalanmasına yardımcı olursa 4 milyon TL ödül alacaktı. Bu hizmeti yapanların kim olduğu, nerede yaşadığı, kime çalıştığı, rengi, teni boyu posu önemli değildi. Sonuca ve yaptığı hizmete göre ödül verilecekti.
Yani Türk, Kürt ya da Arap olma gibi zorunluluk yoktu… Peki bunları niye yazıyorum! Şimdi oraya geliyorum…
Şu an Kuzey Irak VAHŞİ BATI’ya dönmüş durumda! Elinde silahı olan, ekibi olan, vurucu timi olan iş başında!
Kimler mi bunlar? Ta başından beni PKK’ya PYD’ye yardımcı olmak için bölgede cirit atanYABANCILAR!
YABANCI ÖZEL KUVVETLER … Kürtler’in güvenlerini kazanmış olan askerler, eski savaşçılar, istihbaratçılar…
Hala da içiçeler…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız