SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN-YENİŞAFAK
“Büyük çerçeveye dair”
Dünyâ yeni bir döneme giriyor. Bu, öncelikle ekonomik olarak böyle. Biliyoruz ki, yeni dünyâ 2000’li senelerde olduğu gibi bir sermâye akışına sahne olmayacak. Kaynaklar kısıtlanacak. Bunun neticesi durgunluktan başka bir şey değildir. Ekonomik durgunlaşmadan herkes payını alacak. Durgunlaşmanın uzun erimli olması ve aşılamaması; Allah esirgesin ama küresel savaş riski ihtimâlini doğuruyor. Bu çok kötü senaryoyu, “felâket tellallığı” yapmadan akılda tutmak gerekiyor.
Tırmanan süreçte, aktörlerin de yavaş yavaş şekillendiği ortada. Bir tarafta “merkez kapitalist dünyâ”; diğer tarafta ise, bağımlılığını henüz aşmamakla birlikte ona kafa tutan “yarı-merkez dünyâ”nın güçleri var. Daha önceki bir yazımda, dünyâ gerilimi ve hesaplaşmasının; “merkez” ile “yarı-merkez” dünyâlar arasında yaşanmakta olduğuna temas etmiştim. Hâsılı, siyâseten ve militer temelde eşitsiz, ama bağımlı ekonomik ilişkilerin tarafları olan güçler, mâhut dünyâ ekonomik durgunluk sürecinde, siyâseten ve militer temelde ayrışma eğilimi kazanıyor. Zâten hep böyle olmadı mı? Garip bir paradoks bu: Meselâ “kapitalist ekonominin” dizip düzenlediği dünyânın; siyâsal , ideolojik ve militer temelde nasıl ayrıştığı gördük. Açalım: Birbirinden ideolojik temelde keskin bir biçimde ayrışmış olan Üç Kutuplu Dünyâ; ekonomik temelde , Keynesyen paradigmanın çeşitlemelerinden başka bir değildi.
Aslında buradaki mesele, merkez-yarı-merkez kod ve koordinatların bizâtihî kendisiydi. Marx’ın bakışındaki temel savrulma, süreci basit olarak emek-sermâye çelişkisi olarak okumaktı. Halbuki belirleyici dinamik ve çelişki; “merkez dünyâ” ile “yarı-merkez” dünyâ arasındaydı. Buna göre Sovyet Bloku ya da Çin, yarı-merkez dünyânın en hatırı sayılır güçleri olarak Atlantik merkez dünyâ ile yarışa girdi. Bu yarışın kaybedeni olacakları muhakkaktı. Nitekim öyle de oldu. Tuhaflık surada: Orta vâdeli hesaplara dayanan Keynesyen paradigmanın, yeni sermâye ve teknoloji hareketleriyle çözülmesi, onu çözen merkez dünyânın yenilenme başarısı; yarı-merkez dünyânın ise çözülmesi ya da yenilgisi oldu.
Keynesyen paradigmanın, durgunluk üzerinden çözülmesi görece barışçıl oldu. Tabii ki çeperde , özellikle Güneydoğu Asya, Latin Amerika’da çözülme kanlı hesaplaşmalarla oldu. Hattâ Sovyetlerin, ya da Balkanların çözülmesinde de yer yer kan aktı. Ama, merkez ve yarı-merkez dünyânın güçleri arasında daha büyük çaplı bir çatışma yaşanmadı.
Soğuk Savaş sonrası dünyâda merkez dünyâ ile yarı-merkez dünyâ arasındaki bağımlılık ilişkileri yeniden, ama eskisinden biraz daha farklı bir şekilde kuruldu. Buna göre yarı-merkez dünyâ, Asya, Lâtin Amerika ve Ortadoğu uzanan bir yelpâzede sermâye temerküzünden daha fazla pay aldı. Elini görece güçlendirdi. Özellikle Çin, büyük bir tasarruf ve üretim gücü olarak sivrildi. Güney Kore ve Tavyan gibi diğer üretim güçleri ise merkez dünyâya eklemlendi. 2008’den başlayarak tırmanan krizde, yeniden merkez- yarı-merkez dünyâ ilişkileri geriliyor. Bu defa, başka bir küresel düzleme doğru geçişin nispeten barışçıl evrelerden geçebileceğinden emin değilim.
İşin daha ilginç olan niteliği, çerçevenin içi ile âlâkalı gözüküyor. Çerçevenin içinin inceden inceye doldurulduğunu, kesin bir senaryoya bağlandığını da zannetmiyorum. Kanlı da olsa daha peşrev aşamasında olduğumuzu düşünüyorum. Peşrevde olup bitenler güreşin nasıl olacağını kestirmemizi sağlamaz. Kervan biraz da yolda düzülecek gibi.
Ortadoğu okumam da bu bağlama oturuyor. Ortadoğu çoktan, büyük çerçevenin içine alındı bile. Körfez Savaşı belki bunun milâdı sayılabilir. Ama yangının büyümesinde Arap Baharı ateşleyici oldu. (Nâzım Hikmet’in Taranta Babu’sunda yazmış olduğu gibi, “ölüm kolonyal şapkasına bir bahar çiçeği takıp geldi”). Ben, bu çatışmaları bölgesel dinamiklere havâle eden, ârızî olarak tanımlayan bakışa artık fazla îtibar etmiyorum. Bölgesel savaşların, daha genel bir dünyâ okuması üzerinden anlaşılmasını daha kavratıcı görüyorum. Önümüzdeki on seneler îtibârıyla “savaşan” bir Ortadoğu veridir. Buna, meselâ şimdilik kenarda duran Lâtin Amerika’nın; ya da öngörülüyorsa Afrika’nın nasıl dâhil edileceği şimdilik belirsiz kalıyor. Ama Pasifik dünyâsının esas düğüm noktası olacağı muhakkak.
Bu çerçevede bizim payımıza düşen ve bugünlerde, hiç şüphesiz ve bir o kadar da tuhaf bir şekilde tırmanan Kürt meselesi oldu. Zâten meseleye sâhiptik. Ama, nihâyetinde bu bizim iç meselemizdi. Artık değil. Meselenin aktörleri artık basit olarak ne TC; ne de PKK . Sivil siyâset düzleminde ise ne AK Parti; ne de HDP. Bundan sonra, “dış dinamikler” hesâp edilmeden Kürt Sorununu tartışmanın anlamlı olduğunu sanmıyorum.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
RASİM ÖZDENÖREN-YENİŞAFAK
“Tarih iradenin tecessümüdür”
Zaman döngüsel olarak mı ilerliyor, doğrusal olarak mı?
Kimilerine göre zaman döngüsel olarak ilerliyor. Ancak bu döngünün tek bir yörünge üzerinde seyrettiğini kabul edersek tarihin de belli aralıklarla durmadan tekrarlandığını kabul etmek zorunda kalabiliriz. Buna bakarak kimileri de zamanın doğrusal bir çizgi üzerinde ve geriye dönüşsüz olarak geçip gittiğini ileri sürüyor. Fakat bu sefer de, şayet hareket düz (lineer) bir çizgi üzerinde ilerliyorsa galiba istinat edecek sabitelerin ortadan kalktığını kabul etmek zorunda kalıyoruz.
Bu itibarla zamanın döngüsel olarak ilerlediği kabulünü benimsemek daha makul görünüyor. Şu şartla ki, zamanın (dolayısıyla hareketin) döngüsel olduğunu kabul etmek, onun aynı sabit yörünge üzerinde hareket ettiğini kabul etmeye müncer olmamalı. Söz konusu döngünün sarmal bir hareket halinde yürüdüğü ilkesini kabul etmeli… Bu suretle hem uzay cisimlerinin birbiri karşısındaki konumunu izah edebiliyoruz, hem de zamanın tekrara düşmeden ilerlediğini…
Tekrara düşmeden… Bu demektir ki, tarihte tekerrür yok…
Ancak tarihin aynen tekerrür etmediğini söylemek onun hiçbir sabitesi olmadığını kabul etmek anlamını da taşımıyor. Aksi takdirde insanoğlu tarihi inşa edemezdi. Oysa insanın tarihi var. İnsan, bir halden başka bir hale doğru sürekli değişiyor. Sürekli kendini yeniliyor. Tarih denilen olay da onun bu kendini yenilemesi noktasında ortaya çıkıyor…
Bütün bunları şimdi niçin bir daha bilinç düzeyine çıkarma ihtiyacını duyuyorum?
Tarihte hiçbir hareket aynıyla sürüp gitmez. Aynıyla sürüp gittiği kabulü, zaten tarihin var olma şartını inkâr ve reddetme anlamına gelirdi.
Belli bir badireden geçiyorsak, bu da, bir milletin tarihinde geçip gitmesi gereken bir tarihsel kesitin cilvesi olarak kabul edilmeli. Hangi taş var ki, havaya atılsın da yere düşmesin!
İçinden geçmekte olduğumuz süreç de gün gelecek tarihin bir safhası ve sayfası olarak yaşamış olduğumuz bir geçmiş olarak tescil edilecek.
Biz insanız. Kendi irademizin hâsıl ettiği sonucu yaşıyoruz. O sonucun sorumluluğu, vebali bizim üzerimizde duruyor. Ne ki, onu değiştirmek de bizim elimizde bulunuyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET TAŞGETİREN-STAR
“Demirtaş’a kredi açmalı mı?”
Peşinen söyleyeyim: Bu soru, Demirtaş’ın Kandil’e yönelik “İzmir’den çağrı yapmak istiyorum. Ölümlerin durması lazım. PKK’nın amasız olarak silahlı eylemelerini durdurması lazım. Silahın demokrasi mücadelesi açısından mazereti yoktur. AKP’nin hataları suçları, askeri ve polisi öldürerek sorulmaz” çağrısını ciddiye almak, önemsemek, içinde samimiyet aramakla ilgilidir.
Demirtaş’ın bu sözlerini, samimiyetten yoksun, sadece kamuoyundaki tepkileri eritmeye yönelik, diğer ifadeyle zevahiri kurtarmak için söylenmiş, belki güvenlik güçlerinin yürüttüğü operasyonlarda örgütün daha fazla kayıp vermesinin önüne geçmek amacıyla devlete-hükümete “operasyonları durdur” diyebilmenin girizgahı olarak söylenmiş sözler olarak okuduğumuzda, kredi açmaktan değil, en keskin biçimde muhatap almaktan söz edilebilir.
Doğrusu, pek çok HDP milletvekilinin bölgede yaptığı zehir – zemberek konuşmalara, hatta bizzat Demirtaş’ın yanıbaşındaki eş başkanın “Sırtımızı YPG’ye dayıyoruz” demesine, hatta Demirtaş’ın, İzmir’den Diyarbakır’a vardığında değişen kimyası ile söylediklerine bakıldığında Kandil’e yönelik silahlı eylemleri sona erdirme çağrılarında samimiyet aramak zorlaşıyor.
Ayrıca Demirtaş’ın “siyasi hareket” ile “silahlı hareket” arasındaki ilişkileri nasıl okuduğu, gerçekten Öcalan’ın çağrılarında yer aldığı gibi “Silahlı mücadele dönemi kapanmıştır” kanaatine katılıp katılmadığı, seçimlerde silahlı yapının bölge insanının iradesini etkilemesini ve HDP’nin buradan siyasi rant sağlamasını demokratik bulup bulmadığı konuları da muğlaklığını koruyor.
Ayrıca yine Demirtaş’ın, bölgedeki konjonktürel gelişmeler sebebiyle, uluslararası odaklarla kurduğu ilişkilerin kendisine nasıl bir yol haritası sunduğu, “Cizre Kobani’dir” sözünün Suriye’nin yaşadığına benzer bir kriz ortamında HDP’nin neye oynayacağı soruları da, Demirtaş’ın siyasi misyonuna ilişkin şüpheler uyandırıyor.
Bir de şu kanaat var: “HDP seçimlere girdi ve 80 milletvekili aldı. Bu, HDP’ye oy veren Kürt seçmenin her şeyi TBMM çatısı altında ve siyaset yoluyla çözme iradesinin yansımasıdır.” Bu kanaatin medyada pek çok köşede paylaşıldığını, HDP’nin böyle bir misyon sebebiyle meşrulaştırıldığını biliyoruz. Kanaat önderlerinin PKK’ya bu yaklaşım açısından “Silahları bırak” diye seslendiğini, HDP kadrolarına da yine bu bakışla “Aklınızı başınıza toplayın, hala silahtan bir şey ümit etmeyin, aldığınız oyu koruyun, hala silahla iç içe görülürseniz size açılan kredi geri alınır” gibi uyarılarda bulunduğu da biliniyor.
Belli ki “kuşku boyutu” hala çok diri. Ama silahtan arınmış bir “Kürt siyaseti”nin Türkiye’de karşılığının bulunduğu görüşü de yabana atılmaz bir kanaat olarak devrede.
Evet, soru orada odaklaşıyor:
HDP ne kadar o demokratik siyaset mekanizmasının aktörü olacak?
Ve Selahattin Demirtaş, 7 Haziran’da farklı iç – dış odaklarla projeleştirilen bir siyasi profil olarak bu demokratik siyaset mekanizmasının işlemesine ne kadar katkıda bulunacak?
Burada bir başka soruyu gündeme getirmek istiyorum:
“Çözüm süreci” hadisesinin mimarı olarak Tayyip Erdoğan ve Ak Parti hükümetleri, süreçte paydaş olarak Öcalan ve HDP heyetleri ile temasta bulundu. Amaç, silahlı yapının tasfiyesi ve o yapı içinde bulunan insan unsurunun normal hayata dönerek rehabilite edilmesi idi.
7 Haziran seçimleri öncesinde ise bölgesel konjonktürün azdırması ile HDP, neredeyse bütün misyonunu Tayyip Erdoğan’ı vurmaya göre tanzim etti. Güven nerede ise sıfırlandı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL-STAR
“Hakaretsiz eleştiri yapılamaz mı?”
Bizim kültürümüzde eleştiri veya tenkıd / intikad ve tartışma geleneği, yazık ki, fazla gelişmemiştir..
Eleştiri denildiğinde, mutlaka ‘karşı tarafı yaralamak; tezyif, tahkir ya da istiskal etmek anlaşılıyor, tartışma da..
Halbuki, eleştirmek, elemekten; tartışmak, tartmaktan türetilmiştir; aşağılamakla ilgisi yoktur. Aynı şekilde tenkıd /intikad da slında, naqd / nakid kelimesinden türetilmiştir ve altın-gümüş gibi madenî ‘naqid’lerin, paraların değerinin belirlenmesi işi olan intiqad’tan türetilmiş ve bir fikrin, görüşün değerinin belirlenmesi için kullanılmaya başlanmıştır.
Geçmiş asırların nice büyük isimlerinden kalan eserlerde bile, birbirlerine eleştirinin ötesinde çok ağır hakaretler yazıldığı görülmekte ve bu tabiî de karşılanabilmektedir, maalesef..
Ünlü eseri Mesnevî’de, Celaleddin Rumî (eğer sonradan başkalarınca eklenmediyse) o eserine Kur’an gibi itibar etmeyenler için, ‘A bilmem ne çocuğu, niye öyle olmasın?’ diye ağır ifadeler kullanır.
(Merhûm) bir ünlü hoca, 40 yıl önce, merhûm Muhammed Hamidullah’ın eserlerine bazı eleştiriler yazmıştı. Aman Allah’ım, eleştiri /tenkıd adına ne hakaretler vardı.. Ne ahmaklığı kalmıştı, ne zındıklığı.. Halbuki, izahı gereken ciddî bazı sualler de vardı, eleştirisinde.. O ifadeler kendisine yıllar sonra hatırlatıldığında utanmıştı.
***
Ya, sizin cismanî varlığınızın sonu ne olacak, efendi?
Pennsylvania Şeyhi de, geçen sene, çıldırmışcasına bir hal üzere içindekileri boşaltmış ve sonra çevresi/bağlıları, bunun beddua olmadığını isbatlamaya uğraşmışlardı uzun süre..
Bu kişi, son günlerde bir kez daha coşup, ‘Şiddetli bir fırtına ile devrilen ağaçlar gibi devrilecekler. Kendilerini bir şey görenler, toprağa gübre olarak dökülecekler.’ buyurmuş… İnsanın, ‘zât-ı devletlerinizin cismanî varlığının akıbetinin ne ve nasıl olacağı hakkında da bir takım kutlu işaretler verseydiniz’ diyeceği geliyor.
Bu bedduacı efendiyi övmekte sınır tanımayan bir ‘bağlı’sı da, şeyhinin beddualar yağdırdığı zat’ın ölümünü isteyen makaleler yazmış ve bunu onun hayrı için istediğini ifade etmişti!
Bu bedduacı zâtın medya grubunun başındaki kişi de geçen hafta öyle bir coşmuştu ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hatırlatacak şekilde, ‘Ya, adam gibi gider, ya da götürürler.. Sen milletin sırtına binip, inmezsen, indirirler.. Burası Türkiye!’ gibi laflar etmiş, sonra da ‘Ben onu kasdetmedim, Allah aşkına burada Erdoğan’dan söz edilen tek bir kelime var mı? Ben geçmişteki askerî darbeleri kasdettim’ gibi basit jurnalistik kurnazlıklara sığınmıştı.
Halbuki, o kişinin geçmişteki darbecilerden hiçbirisine o dönemlerde böyle kükrediği görülmemişti.
Aman, başkaları yaptı diye kimseyle çirkinlik yarışına girmeyelim. Çünkü, çirkin sözden geriye utanç ve yüz kızarmasından başka bir kalmaz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ORHAN MİROĞLU-STAR
“HDP fani, PKK baki!“
Halil Berktay’ın Sabah gazetesine verdiği söyleşi çok etkileyiciydi. AK Parti’yi yerden yere vuran, Kandil’in ‘devrimci halk savaşı’ stratejisini bile Sayın Erdoğan ve AK Parti’ye fatura eden malum aydınların tutumundan farklı bir bakış ve analiz söz konusuydu.
Evet hiçbir şey eskisi gibi değil. 13 yılın getirdiği başarılardan sonra AK Parti, bir duraklama dönemi yaşıyor şimdi ama Türkiye’nin bugünkü koşullarında, AK Parti, aldığı veya korumaya devam ettiği oy kitlesi itibariyle, Türkiye’nin en güçlü partisi durumunda.
AK Parti’nin bazı liberal/sol aydınlarla arasının açılması meselesinde Berktay, son derece isabetli tespitler ve yorumlar yapıyor.
‘2002-2012 arasında askerî vesayetin tasfiyesi temelinde AKP ile ittifak yapan kesimler nezdinde Erdoğan’ı nefret objesi haline getirmeye çalışma girişimi, Taraf’ın son dönemine rastlar. 2011’den sonra başlayıp gelişti; Gezi ve 17-25 Aralık 2013’ta doruğa çıktı. Perde arkasında ne olmuş olabileceğine girmek istemiyorum. Beni entrikalardan çok ideoloji ilgilendiriyor. Sol aydınların bazı zihinsel alışkanlıkları olageldi. “Teori bizim, tarihin yönünü biz biliyoruz, makro tabloyu biz görüyoruz, buradan kaynaklanan bir entelektüel üstünlüğümüz var.” Böyle bir kibir, kendini büyük görme söz konusu.’ (Sabah, İsa Tatlıcan-Halil Berktay Söyleşisi)
Topluma ve başarılı bir lidere üstten bakan oryantalist tavrın, kibirle alakası var elbette. Ama kibrin ötesinde başka şeyler de var. Başından beri uluslararası güçlerle, içerde iktidar kaybı yaşayan güçlerin, Erdoğan’a karşı ittifakları vardı. Berktay’ın ifade ettiği gibi bu ittifakın, medyada gerçekleştiği alan Taraf gazetesi oldu. O gazeteye 2012 yılına kadar yazdım. Durumu galiba ilk fark edenlerden oldum. Garip manşetler, Ahmet Altan’ın, ‘Kürtler’in yarısını isyana hazır olduğunu vazeden, Erdoğan’ı padişah, Davutoğlu’nu sadrazam olmakla suçlayan yazıları ve sonra, gazetenin tümünü, yazarlarıyla beraber, ajan, kontra gören, Karayılan’ın kaleme aldığı mektubun birdenbire ve tam sayfa gazetede yayınlanması. Bir şeyler oluyordu, ama ne?
Devir, Oslo’dan sonra, karşılıksız ve tek taraflı demokratik özerklik ilanları ve her gün sivillerin öldüğü devrimci halk savaşı devriydi.
PKK bugün gibi, devletin doksanlı yıllarına benzemeye çalışıyor ve psikolojik harp yapıyordu. Milletvekilleri dağlarda PKK’lılarla kucaklaşıyor, CHP milletvekili kaçırılıyor ve PKK’nın Şemdinli’yi ele geçirdiği yolundaki haberleri Taraf manşete taşıyordu.
Şimdi bir değil birkaç ‘Taraf’ var. Ya da bir değil birkaç ‘Sözcü’ var..
Şimdi bir değil, sayısız Çandar ve sayısız miktarda H. Cemal var..
Sonuç şudur: Türk aydınları ve medya, öyle bir düşünsel sefalete saplanıp kaldı ki, HDP’ye taktiksel ama PKK’ya stratejik bakıyorlar artık.
Bu kesimin gözünde, HDP fani, PKK baki!
‘Baş düşman’ ilan ettikleri Erdoğan’ı durdurmanın ve yenilgiye uğratmanın yolunun, PKK’nın istediğinde silahları konuşturup, siyaseti esir alma gücünden geçtiğine inanıyorlar.
PKK, bu tutumun gayet farkında ve bu tutumun ona açtığı geniş tolerans alanını da iyi kullanıyor. Liberal sol/aydınların bir kısmı, her gün onlarca şehidin geldiği bir Türkiye’de, şiddete ve teröre tanınan toleransın daha uzun bir zaman, korunamayacağını biliyor elbette. Bu yüzden, ‘seni başkan yaptırmayacağız’ söyleminden, PKK ‘savaş’ çıkarınca, ‘sana savaş yaptırmayacağız’ söylemine geldik. Erdoğan çatışma istiyor ve aydınlarımız bu çatışmayı engellemeye çalışıyor!.
Orhan Pamuk da kervana katılmış! Duygusal bir yazarımız o, Nobel ödülünü, iktidar çatışmaları, bu çatışmalarda kaybeden ve kazanan insanları anlatmadaki başarısı veya bir ülkenin siyasi hafızasına tuttuğu ışık ve bu hafızanın yarattığı acıları, yası anlatması nedeniyle filan değil, ‘şehrin nostaljisini anlatmadaki başarısı’ nedeniyle aldı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
EMRE AKÖZ-SABAH
“Rusya’nın hamlesi”
Haberi duydunuz değil mi? Bölgeyi havadan ve karadan izleyen Amerikalıların yaptığı açıklamaya göre, Rusya, Suriye’ye ağır silahlar ve en gelişmiş tanklarından göndermiş bulunuyor.
Bu yığınak nereye mi yapılıyor? Tabii ki Esad yönetiminin hâlâ güçlü olduğu Lazkiyekentine… Ayrıca ‘bin beş yüz’ Rus askerinin kalacağı barakalar inşa ediliyor.
Bitmedi. Rusya, Akdeniz kıyısındaki Tartus kentindeki deniz üssünü kalıcı hale getirmeyi planladığına dair işaretler verdi. Böylece Rusya, açıkça Suriye’ye askeri ağırlığını koyuyor.
Daha da ötesi, bundan üç yıl önce, koparacağı tavizler karşılığında Esad’dan vazgeçmeye hazırken, şimdilerde Esad ve yönetimini destekliyor.
Ülke çıkarları, kişilere göre şekillenmez. Yarın, öbür gün uygun gördüğü takdirde Esad’dan yine vazgeçebilir. Çünkü Rusya, esas olarak Esad’ı değil, Suriye’deki çıkarlarını korumaya çalışıyor. O çıkarları en çok kim desteklerse, ona arka çıkacaktır.
Hatta şöyle bir spekülasyon yapılabilir: Rusya, belki de Esad’ın gidici olduğunu anladı… “İş başa düştü” diyerek bu varlığını güçlendiriyor.
Peki, bu gelişmeler şaşırtıcı mı? Elbette değil. Hatta bana geç yapılmış bir hamle gibi geldi. Rusya’nın bu yığınağı iki yıl kadar önce yapacağını düşünmüştüm.
Çünkü bir adımının Suriye’de olması, Rusya için çok önemli. “Suriye” coğrafyasıyla birlikte ortaya çıkan stratejik oyun alanının genişliğini düşünün: Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz alanları, Kıbrıs, İsrail, Mısır, Irak, IŞİD ve diğerleri…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“T.C. vatandaşı” değil de “Suriyeli mülteci” olsalardı
İki arkadaş çok zengin ve aynı ölçüde katı kalpli bir adam hakkında konuşuyorlarmış… Biri “Ben bu adamın kalbini yumuşatabilirim” demiş…
Kalkmışlar ve bu zengin adamın villasının önüne gitmişler. Zengin adam önündeki çimenle kaplı büyük bir bahçeye karşı villasının terasında oturmuş, viskisini yudumluyormuş.
Kalpsiz zengin
“Ben bu adamın kalbini yumuşatabilirim” diye iddia eden arkadaş, bahçenin duvarından atlayıp, çimenle kaplı alana girmiş. Sonra yere eğilip çimleri yemeye başlamış…
Terasta bu manzarayı izleyen zengin adam uşağını çağırmış. “Bahçedeki otları yiyen kişiyi bana getir” diye ona emir vermiş… Uşak da çimenleri yiyen arkadaşı alıp, zengin adamın yanına getirmiş.
Bir çözüm yolu
Zengin adam bizimkine “Ne yapıyorsun sen” diye sormuş… O da “Efendim, aylardır işsizim, bir haftadır yemek yemedim. Sizin çimenleriniz o kadar iştah açıcıydı ki, dayanamadım onları yemeye başladım” diye cevap vermiş. Bu sözleri dinleyen zengin adam yine uşağını yanına çağırmış ve ona yeni bir emir vermiş.
– Bu tür acıklı görüntüler beni çok üzer. Bu adamı al, arka bahçeye götür. Oradaki çimleri yesin. Benim görüntümü ve huzurumu bozmasın, demiş.
Kimliklerine güveniyorlar
“Batılılık” ya da “Avrupalılık” kavramlarına takılıp kendi toplumlarını ve halklarını aşağılayanlara bu fıkrayı ithaf etmek istiyorum. Bu şaşkınlardan bazılarının Brüksel’e falan gidip “Bizi Erdoğan’dan kurtarın” diye yakardıklarını da biliyoruz. Hatta bazılarının “PKK meşrudur, seçilmiş hükümet gayrı meşrudur” dediklerini bile duymadık mı? Acaba bunlar Avrupa kurumlarına “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” kimliği taşıyarak değil de “Suriyeli mülteci” kimliği ile gitselerdi ne cevap alırlardı?
Kale Avrupa
The Guardian’ın “Elveda değerler Avrupası, yeniden merhaba kale Avrupa” başlıklı yorumunda şöyle deniliyordu önceki gün:
“İki haftadan kısa süre içinde Avrupa, kıyılarımıza ulaşmak için çabalayan Suriyeli ve diğer göçmenlere şefkat ve empati göstermekten, göçmenleri durdurup geri döndüren bir kale anlayışına döndü. Bu iki tutumun da nedenleri hem ayıplanmayı hak ediyor, hem de anlaşılabilir. Avrupalılar bu insanlara acıyor ve onlardan korkuyor.”
Avrupalılar ve mesela Almanlar yabancı ülkelerden gelen göçmenlerden ne zaman korkmazlar?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ETYEN MAHÇUPYAN-AKŞAM
“AKP’de geçiş dönemi”
Kongrenin seçim öncesine alınması AKP içinde bir konsolidasyonun olduğunu göstermekteydi. Eğer bir liderlik mücadelesi yaşanma ihtimali veya Erdoğan’ın zihninde bazı soru işaretleri olsaydı, herhalde kongreyi seçim sonrasına bırakır, oradan çıkan sonuca göre partinin yönetimi konusunda yeni bir karar almayı düşünebilirdi. Ancak öyle olmadı… Erdoğan’ın yönetimde tek alternatifinin Davutoğlu olduğu tescil edildi. Bu noktada Cumhurbaşkanı için olumlu bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü son bir yıl içinde ona yapılan türlü çeşitli telkinlere karşın uzun vade perspektifi ile yaptığı bu rasyonel tercihte ısrar etti. Türkiye’nin iç ve dış koşullarını geleceğe dönük bir bakış içinde ele aldığınızda, AKP’nin temel meselesi ‘yeniden inşa’dır ve bunun demokratik bir hukuk zemini üzerinde yapılması şart. Soru bu misyonun kimin yönetimi altında yüklenilebileceği idi ve Erdoğan doğru bir tercihle Davutoğlu’nu işaret etmişti. Bu kongre söz konusu doğrultunun değişmediğinin altını çizdi.
Ancak AKP’nin bir iç sorunu, on üç yıl kitle partisi olarak sürekli iktidarda kalmış olmanın getirdiği bir ayak bağı vardı. Parti teşkilatı hem ‘şişmiş’ hem de ‘kibir’ kelimesiyle ifade edildiği üzere istenmeyen unsurlara sahip olmuştu. İnşa faaliyeti yeni bir başlangıcı, yeni bir teşkilat ve kadro anlayışını gerektiriyordu ama seçimlere sadece bir buçuk ay kalmışken böyle bir değişimin riski de alınamazdı. Diğer taraftan Davutoğlu’nun partinin tepe noktasında yerini sağlamlaştırması birçok kişi ve grup için müstakbel bir değişimin çok da uzak olmayabileceğini ima ediyordu. Başbakan’ın bu yönde bir hamle yapması üzerine AKP teşkilatının heterojen yapısını ve kişisel kariyer hesaplarını da kuşatan bir tepki oluştu. Buradaki çekişme Türkiye’nin nasıl daha iyi yönetileceği meselesi gibi gözükmüyor… Mesele AKP’nin ne yöne gideceği ve bunu kimlerle yapacağı sorusu olarak duruyor. Böyle bir ortamda Erdoğan denge unsuru olarak denkleme dâhil oldu ve eklektik bir MKYK üreterek partinin bütünlüğünü garanti altına aldı.
Bu noktada tersten bir akıl yürütme ile zaten Erdoğan’ın tam da bunu istediği, o nedenle herkesi bir başkasıyla dengeleme sayesinde kendi liderliğini tescil ettirdiği de söylenebilir. Ama bunun fazla bir hükmü yok, çünkü Erdoğan zaten tartışılmaz ve rakipsiz bir etki alanına sahip. AKP’nin sorunu partinin bir bütün olarak yönetilmesinden ziyade, parti içi insicamın sürdürülerek kendi iç değişimini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği. Ne var ki yüzleşip tamir edilmeyen kopukluklar değişimden ziyade bütünleşme ihtiyacını öne çıkardı ve tercih o yönde yapıldı. Böylece hem iç pazarlıkların yaşandığı bir kongre oldu, hem de muhtemel bir ortak akıl arayışına zemin oluşturdu.
Soru gelinen bu dengenin ne denli kalıcı olduğudur. Türkiye’nin koşulları ve partinin değişim ihtiyacı düşünüldüğünde pek kalıcı olabilecek gibi durmuyor… AKP bir geçiş dönemi yaşıyor ve süresi bir yandan kasım seçiminin sonucuna, diğer yandan Davutoğlu’nun performansına bağlı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM
“AK Parti’nin yol ayrımı“
Seçim öncesi dönemler siyasetin en fazla ilkesizleştiği dönemlerdir. “Kararsızlar pazarı” üzerinde verilen paylaşım savaşları o kadar amansızdır ki, ilave üç-beş oy uğruna her şey mubah sayılır. İlkeler artık ayak bağı haline gelmiş, daha da kötüsü “böyle zamanlarda” ilkelerin delinebileceği konusunda bir konsensus oluşmuştur.
Öyle ki, çok bilmiş “siyaset uzmanları” lider konuşmalarını ikili bir okumaya tabi tutar; liderlerin gerçek duruşları ile seçim öncesi söylemesi kaçınılmaz olanları birbirinden ayırarak değerlendirir ve yapılan ilkesizlikleri, düşük siyaseti büyük bir anlayışla karşılarlar. Tabii, onların gösterdiği bu anlayış, kitlelere de bir çağrıdır; bir anlamda “bu ilkesizliği, bu düzeysizliği” ciddiye almayın çağrısı…
Oysa seçim icabı benimsenen o üslup öyle gelip geçici bir şey değildir ve bal gibi ciddiye alınmalıdır. Partinin kendini en geniş kitlelere en yüksek sesle ifade ettiği o dönemde belirlediği strateji, kullandığı üslup hem partinin kendi tabanında hem de kamuoyunda partiyle ilgili algıyı oluşturur.
AK Parti’nin 7 Haziran öncesi benimsediği stratejinin hiç de iyi sonuç vermediğini hep birlikte gördük. Parti liderliğinin MHP’ye kayan birkaç puan oyu geri çekmek uğruna benimsediği ve çözüm sürecini inkâr olarak algılanabilecek üslup, bugün AK Parti’nin bütün muhalifleri tarafından, PKK’nın çatışmalı sürecin tek sorumlusu olduğunu karartmak için kullanılıyor.
Allah’tan olaylar o kadar göz önünde yaşandı ki, bunda pek başarılı olamıyorlar.
Ama asıl önemli olan bu değil.
Aynı üslubun on milyonları bulan AK Parti tabanında, partinin siyasi kimliği ile ilgili nasıl bir algı değişimine sebep olduğunu; “Yeni Türkiye” hedefi açısından nasıl bir erozyona yol açtığını henüz tam olarak bilemiyoruz.
O yüzden de ben, bu seçimlerde AK Parti’nin izleyeceği stratejinin belki de seçimlerin sonucundan daha büyük bir önem taşıdığını düşünüyorum.
Sonuçta Türkiye hükümetsiz kalmayacak. 1 Kasım’da sandıktan ya tek başına ya da koalisyonun büyük ortağı olarak çıkacak olan AK Parti Türkiye’yi yönetmeye devam edecek.
Ama önemli olan şu: O parti nasıl bir AK Parti olacak?
“Gebertilen PKK’lıların sünnetsiz olduğuna” dayanan bir propagandadan medet uman bir AK Parti mi; yoksa diaspora Ermenilerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vermeyi tartışan bir AK Parti mi?
Bugün bu söylemin geri dönüşü tesadüf olamaz.
Şunu bilmek gerekir ki, PKK’yla mücadele ederken kendi çizgisini MHP’nin çizgisinden net bir biçimde ayıramadığı takdirde, AK Parti’de eski Türkiye’ye ait her türlü hastalığın hortlaması kaçınılmazdır.
Bu partide Eski Türkiye’nin zihinsel kalıntılarıyla Yeni Türkiye’nin filizleri hep birlikte var oldu. İşlerin yolunda gittiği zamanlarda “eski”nin pısıp beklemeye çekilmesi ve yeni olanın galebe çalması doğaldı.
Ama şimdi zor zamanlar geçiriyoruz.
AK Parti çözüm süreci konusunda iki yönlü bir saldırı altında.
MHP bütün olanların sorumluluğunu AK Parti’ye yükleyerek oy toplamaya çalışıyor. Zamanında Çözüm Süreci’ni çelmelemek için elinden geleni yapmış sözde “ilerici-solcu” çevreler, şimdi “barışçı” kesilmiş AK Parti’yi şahinlikle suçlayarak sıkıştırıyor.
Bununla da kalmıyor; Çözüm Süreci’nin toplumsal tabanı da epey erozyona uğramış durumda. Sürece zar zor ikna olmuş muhafazakâr kitleler şu anda tam bir aldatılmışlık duygusu içinde, neredeyse ihanete uğradığını düşünüyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Media ölmüş de ağlayanı yok”
Bir zamanlar Zaman’ın tirajı 1,5 milyona gidiyordu, Hürriyet 1 milyon basmıştı. Bugün Zaman hâlâ en çok satan ve dağıtan gazete. Resmi rakamlara göre 600 bin küsur gazete dağıtıyor. Bayiden alan 20.000’lerde. En iyi günlerine göre, kendi verdikleri rakamlara göre tirajının üçte ikisine yakınını kaybetmiş. Bugün ve Meydan da 100.000 seviyesinde basılıp dağıtılıyor.
2. sırada Hürriyet var. O da tirajını 370.000 olarak gösteriyor.. Posta da 4. sırada 330.000 olunca, Hürriyet grubunun tirajı 700.000’ler seviyesinde.. Paralel medianın toplamı bugün için bunlardan 100.000 fazla. Paralel media toplamda haftalık 10-20.000 arası tiraj kaybediyor.. Hem de okullar açıldı, seçime gidiyoruz ama dağıtılan gazeteler okunmayıp, kapılarda birikince, bir de eskisi kadar reklam alamayınca karşılıksız gazete basmanın bir anlamı kalmadı. Öyle anlaşılıyor ki, seçimden hemen sonra, paralel mediadaki tiraj kaybı sonucu toplamda Doğan medianın toplam tirajnın gerisine düşecekler. Belki Zaman bir süre daha birinci kalabilir ama o da bir yerde yelkenleri indirecektir..
Gazetelerin tirajları tam bir felaket. Sadece 5 gazete 100.000’lik kategorinin üstünde. Hayali tiraj ile Zaman 1. İkinci sıradaki Hürriyet, Sözcü, Posta, Sabah 300.000’lik kategoride. Geride kalan 39 gazete 100.000 seviyesinde ya da altında. 44 ulusal gazeteden 5 tanesi 300.000 ve üstü. 13 gazete 100.000 ve üstü. 16 gazete 10.000’in üstü ve 100.000 altı. 7 gazete 10.000 altı.
Aslında yüzbinlik kategoridekilerin yarıya yakını 100.000’in altında ama resmi kayıtta böyle gözüküyorlar.
Daha önce yazmıştım, bu yüzbinlik kategoride 2 spor gazetesi var. Diğerlerinde de spor sayfaları ekonomiden, kültür ve dış politikadan fazla yer tutuyor. Ve tabii en çok okunan sayfalar da bu spor sayfaları. Çoğu kimse kültür, sanat, ekonomi ve dış politika ile ilgilenmiyor..
Yine yazmıştım bu 4.3 milyon gazetenin dörtte biri hayali, dörtte biri kamu alımı, dörtte biri kurumsal alım, gazete okur sayısı 1 milyon seviyesinde 80 milyonluk ülkede..
Zaten paralel media, Doğan media dediniz mi 1,5 milyon ediyor. En büyük kamu ve kurumsal alım, promosyon bu kesimde..
İlk 5 gazetenin tirajı yaklaşık toplam tirajın yarısı. Yani 2 milyona yaklaşıyor. Son 26 gazetenin toplamı ancak ilk gazetenin tirajı kadar.. Bu rakam toplam gazete sayısının yarısından fazla.
İşe bakar mısınız, nüfus artıyor, gelir düzeyi artıyor, eğitim düzeyi artıyor, ama tiraj düşüyor, seviye düşüyor. Bu işte bir yanlışlık olmalı. Kültür Bakanı ve basın yayından sorumlu bakanlarımız acaba ne düşünürler bu hususta..
Ha, bu arada bu media organlarının bir kısmı trojan.. Ne kadar milli oldukları kuşkulu.. Kimi örgüt yayını, terör propogandisti filan ha.. Hepsini toplasanız manzara bu.. “Sol okur” diyorlar ama sol media yerlerde sürünüyor..
Hep yazıyorum, savcılar da okuyorlardır, basın ilan da, ilgili bakanlıklar da ama bu sahte, naylon tirajlar üzerinden kamu kaynakları bir şekilde yalan rüzgarının çarkının dönmesi için resmen aktarılmaya devam ediyor.. Hayallerimizi yele veriyoruz, kaynaklarımızı rüzgara savuruyoruz.. Bu yazdıklarım herkesin bildiği bir sırdır. Niye bu işin üzerine gidilmez bu da cevabsız bir sorudur..
Basın ya Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesidir. Ya da Şeytanın sözcüsü olacaktır. Elimizin üzerinde Hakk’ın eli yoksa o kalem tutan el Şeytanın eli olacaktır. Ağzımızdan çıkan söz Hakk’ın razı olduğu söz değilse bizim ağzımızdan duyulan ses Şeytanın sesidir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA ÖZCAN-VAHDET
“Putin’in Suriye’de Kırım Rüyası!”
El Hayat Gazetesi Yayın yönetmeni Gassan Şerbel geçtiğimiz günlerde ses getiren bir makale yazdı. 11 Eylül günü (2015) El Hayat gazetesinde yayınlanan ‘Putin bunu niye söyledi?’ başlıklı makalesinde Putin’in yeni Suriye politikasının ipuçları görünüyordu. Aslında Beşşar Esat’ın daha önce dışişleri bakanı iken Ahmet Davudoğlu’na söylediklerinin açılımını yansıtıyor. Beşşar Esat, Ahmet Davudoğlu’na ‘Suriye’yi 7 milyon olarak aldık 7 milyon olarak da bırakırız’ şeklinde bir ifade kullanıyor. Putin bir Arap devlet başkanı ile konuşurken harita üzerinde buna dair izahlar yapıyor. Esat toparlanamazsa Putin de bir B planı olarak 7-8 milyonluk daraltılmış yeni bir Suriye’den bahsediyor. İranlılar bu Suriye’ye ‘Faydalı Suriye’ adını takıyorlar. Demek ki, öteki posa. Özünü alıp kışrını Sünnilere bırakacaklar. Nitekim, İranlı ekran yorumcularından Emir Musavi Mart/Nisan aylarında (2015) yaptığı bir yorumunda, Şam’ı elinde tutmakta zorlanan rejimin kendisini daha güvenli bölgelere çekmesi gerektiğini ve geçici başkent olarak Lazkiye veya Tartus’a taşınabileceğini söylemiştir (http://arabi21.com/story/827299). Bu yorum rejimin peş peşe aldığı darbeler sonucu toprak kaybetmesinden sonra gelmişti. İranlı müzevirlerin adeti olduğu gibi Emir Musevi de başkentin kaşınmasını İsrail’in son sıralardaki mükerrer saldırılarına bağlamıştı! Sanki rejim İsrail’le savaşıyor ve İsrail karşısında Şam’ı koruyamıyor! Halbuki, Suriye halkı 2011 yılında Mart ayında halk hareketi başladığında tankların İsrail sınırına gitmesini istemişti. Emir Musavi ise İsrail ile Suriye rejimi arasında hayali bir savaş çıkartıyor.
O sıralarda bu sözü söylediğine Emir Musavi, bağımsız bir yorumcu gibi değil aslında Tahran’ın sesini yansıtıyordu. Nitekim, bundan bir müddet sonra Cezayir’e İran Büyükelçiliği Kültür Ataşesi olarak tayini yapılmıştır. Abbas Hameyar, Emir Musavi gibi Arap uzmanları ülkelerini hem bağımsız hem de bağımlı platformlarda temsil ediyorlar. İran’ın uluslararası ekran yüzleri ve yorumcularının tamamı İran rejimine bağlı hareket ediyorlar. Adamlar yorumcu değil sözcü. Nitekim yorumcuların tamamı aynı tornadan çıkmış gibi konuşuyorlar veya Marziya Afham’ın kopyası gibi davranıyorlar. İran uzmanı Arap araştırmacılardan Muhammed Es Sülemi, uluslararası Arapça yayın yapan ekranlarda veya kanallarda boy gösteren, arz-ı endam eden İranlı yorumcuların neden aynı tornadan çıkmış gibi sözbirliği ettiklerini sormuş ve cevabını da kendi vermiştir. Zira kendileri güvenlikçi veya istihbarat elemanı olurlar. Anlayacağınız adamlar yorumcu görüntüsü altında ajanlık yapmaktadırlar. Bunlardan birisi Emir Musavi olup şimdi ülkesini Cezayir’de kültür ataşesi vasfıyla temsil etmektedir. Bunlar Sisi’nin sazanlarına benziyorlar.
Putin, bir Arap lidere Suriye’de bir sahil devletinden bahsetmiş ve vatandaşlarının Nuseyrilere ilaveten Dürziler ve rejim yandaşı kimi Sünnilerden mürekkep olacağını öngörmüştür. Dürziler yerine Esat imkanı olsa da Salih Müslümcü veya Apocu Kürtleri ayartsa daha muvaffak olur. Nüfus yetmezse bizim ulusalcı kesimden de devşirmeler yapabilir. Türkiye’de laiklik biterse Lazkiye’de devam ettirebilirler. Özellikle de Hürriyet’te bunun bir sürü heveslisi var. Bir çırpıda Fehmi Taştekin ve Cumhuriyet gazetesinden Ceyda Karan gibilerini de yeni ülkenin veya sahil cumhuriyetinin yeni sakinleri olarak düşünebilirler. Ortadoğu’nun en laik ülkesinin vatandaşları olarak Putin’in güvencesinde veya protektorasında yaşayabilirler.
Putin ortağı Esat’ın, taksit taksit ülkeyi kaybettiğini görünce meydana inmek zorunda kaldı. Bununla birlikte bütün aleyhteki faktör ve amillere rağmen muhalifler engel tanımıyor ve sürekli ilerliyorlar. Zebedani Hizbullah mezarlığına döndü. İran’ın milisleri tutunamıyor. Halkın iradesi karşısında eriyorlar. İran’ın Esat’ı ayakta tutamayacağı anlaşıldı. Bundan dolayı pozisyonda ufak bir değişiklik oldu. Sahil cumhuriyetinin patronu Ali Hamaney yerine Putin olacak gibi. Bu İran tarafında hafif tertip bir kıskançlık krizine yol açsa da nihayette Putin hamamın namusunu kurtarabilir. Allah’ a da güveni olmayan Esat’ın son güvencesi Putin. Rus lider Putin laik ve ateist karakteriyle Esat’ın mizacına daha uygun düşer. Mollaların ağız kokusundan da bıkmış olabilir. Esasında Emir Musavi’nin çıtlattığı gibi ‘Faydalı Suriye’ İran’ın da işine gelebilir. Putin bölgede dayanacak Ortodoks varlık bulamayacağı için çar naçar Nuseyri-Şii azınlıklara dayanacaktır. Zaten İran Suriye’yi tek başına hazmedemezdi. Mehdi Taib gibilerinin açıklamalarına rağmen kendisine bir gömlek büyük gelir. İsrail ise Putin ameliyatına dünden razı. Rusya da küçük olsun benim olsun diyebilir. Batılıların da bölünmeye itirazları yok. İsrail ve İran’ın hilafına sadece ülkeyi İran yerine Rusya’ya kaptırdıklarına hayıflanabilirler. Hamaney vassalları Putin ise rakipleri olur. Şimdilik dengeyi değiştirirse bu rahatsızlık değiştirebilir. Lakin yine de çıkmayan candan ümit kesilmese de Obama karşısında ümitler bitik. İsrail’in Roş Aşana’da Aksa’ya saldırmasının gerisinde de Putin’in Suriye’deki Deccalsı nefesi vardır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HÜSEYİN AKIN-MİLLİ GAZETE
“İnanç adamının en büyük enerjisi: İnanmak”
Soyadı ile müsemma bir şair Akif İnan. İnandığı şeyi dile getirir, dile getirdiğini eyleme geçirir. Ölüme inandığı kadar yaşamaya inanır. Tanrıya inandığı kadar insana, geçmişe inandığı kadar geleceğe inanır. İnanmak onda hem bir bağlanış hem de bir umuttur. Zirveye tırmanmak için, gücünün farkında olmak için, ahlakın ve erdemin nöbetini tutmak için inanmak şarttır.
Ona göre hasbilik ve samimiyetin kaynağı inanmaktır. Akif İnan bunu “olmazlar kalesini yıkan top” ifadesiyle betimler. Ölümsüz gerçeğe tırmanmak ancak inanmak denilen hassasiyetle gerçekleşebilir. İnsan inandıktan sonra ölümü yenmeyi başarır. Şayet inanmıyorsa kişi yaşadığına o artık canlı cenazedir. Nitekim o 1962 tarihli Hilal dergisinin 1.sayısında bu hassasiyeti bir çağrıya, bu çağrıyı da seferberliğe dönüştürür: “En büyük seferberlik, inancı yükseltme, inceltme, şümullendirme, şuurlandırıp şekillendirme seferberliğidir” İnanmış adam karşısındakini etkileme kabiliyeti en yüksek olan adamdır. Hiçbir şey yapmasına gerek yoktur. Olduğu gibi kalması yeterlidir. Çünkü inanç yaşandığı oranda başkalarının dünyasını da çepçevre kuşatır.
Akif İnan inanmanın gücüne inanmakla kalmayıp bu inancını kendi şahsında gösteren bir kişilik olmuştur hep. Bu yüzen o hiç konuşmasa bile şahsiyeti karşısındakilere söylemek istediklerini veciz bir şekilde söylemek için yeterlidir. ‘İnsanın hâli sâridir’. Bu gerçeği her fırsatta dile getirir. Bu söz ona rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’ndan yadigâr kalmıştır. Zira Fethi Gemuhluoğlu güvendiği yürekli adamları daha bir yüreklendirip onlara olan güvenini tazelemek için hep öyle söylermiş. “Orada sen varsın, cezası senden sorulur artık.” diyerek inanan adama inancını teyit etmeyi hiçbir zaman ihmal etmezmiş. Akif İnan da güvendiği insanlara böyle yaklaşır. Onları nöbet yerini terk etmeyen sadık insanlar olarak görür. İslam’ı yaşamak onu anlatmanın ve tebliğ etmenin en sahici yoludur. Bu sebepten inandığımız husus hayatımızdan sızıp sirayet ediyorsa bir anlam taşır. Bu inanç-amel uyuşmasını konuşma ve yazılarında her fırsatta dile getirir şairimiz.
Ona göre “İslâm’ı gereği gibi yaşayan biri, yüzlerce vaaz erbabından daha iyi tebliğ ediyordur dinini” Özellikle şairin 1970 ve1980 sonrası Yeni Devir ve Milli Gazete’de yazdığı yazılarda inanç-amel ilişkisi üzerinde yoğunluklu olarak durulmaktadır. İnanmanın ilmekten çok daha üst bir mertebe olduğunun farkındadır. Bu yüzden hep dikkatini göğe ve göksel olana vermiştir. Aklın öte yakasına geçmek için düşüncenin çitlerini aşmaya çalışır. Kimi zaman “delilik” sınırına yaklaşsa da “inanç” onu doğru bir çizgiye çeker. “Delilik şan olur bir gün sevgili/ yansıtır içimin haritasını”(Tenha Sözler, s.15-Resmigeçit) dizelerinde hali pür melalini resmeder. Aynı esrimeyi “Ey kaynar sulara yol alan aklım/ Kalbime yönelen yaylım ateşi” (Tenha Sözler. s.14-Kül) dizelerinde de görürüz.
Akif İnan’ın azmine kaynaklık eden inancının terkibinde bir yanıyla Ahmet Yesevi’nin Orta Asya bozkırlarında geliştirdiği menkıbevi İslam anlayışı diğer yanıyla İbn-i Arabî felsefesinin incelikleri kendini gösterir. Mevlana ve Şeyh Sadi hikmet erbabından hikmet devşirmiş, Şeyh Galip ve Fuzuli ve Baki gibi aşk ve muhabbet adamlarından sevginin künhüne inmeyi öğrenmiş, Eşrefoğlu Rumi, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli gibi okyanusların her katresinden nasip almış bir ahır zaman dervişi olmuştur. Bu kaynaklar hem kafa hem kalp hem de beden olarak insanı harekete geçirmek için yeterlidir. Bir yanıyla iç sükûneti sağlayan dinamikler, bir yanıyla haksızlıklara karşı eliyle ve diliyle karşı koyma kararlılığı diğer bir yönüyle de etik ve estetik birikimine sahip çıkan bir toplum inşası ile yalana, talana ve sömürüye direnen bir medeniyet müdafaası; bunların her biri bir inanç adamı olmanın tezahürleridir. Giriştiği her işte bir muvaffak olabilmesi bir insanın başarmazdan önce yöneldiği işe olan inancının sağlamlığı ile ilgili bir durumdur. Bir başka deyişle, davası uğruna hayatın birden çok safhasında boy gösterip, öncülük etmesi şairin mesuliyet duygusunu harekete geçiren inanç sayesindedir. İnsan inandığı zaman hayatın bütün boşluklarını o enerjiyle doldurmak, yanlış ve aksak giden yollarını onarmak ister.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız