Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde son günlerdeki PKK saldırıları, HDP’nin tavrı ve ‘Çözüm Süreci’ var. ALİ SAYDAM-YENİŞAFAK Yenişafak gazetesi köşe yazarı Ali Saydam, bugünkü köşe yazısın...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde son günlerdeki PKK saldırıları, HDP’nin tavrı ve ‘Çözüm Süreci’ var.

ALİ SAYDAM-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi köşe yazarı Ali Saydam, bugünkü köşe yazısında ‘İçimizdeki İrlandalılara’ Göre Rota Çizilmez…” başlığını kullandı.

Saydam’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Bizim gazete dün birinci sayfadan “Boğaz’da Esrarengiz Buluşma” başlığıyla bir haber geçmiş. Haberin alt başlığı da şöyle: “Önder PR yapacak.”

Gazeteci İsmail Küçükkaya ve işadamı Adnan Polat’ın da katıldığı belirtilen yemeğin ana amacı ile ilgili bir de özet var: “Seçimler sonrasında terör dilini kullanan HDP, yeni bir iletişim stratejisine girişti. HDP’li milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ile Celal Doğan, gazeteciler ve işadamlarından oluşan bir grupla boğazda yemekte bir araya geldi. Toplantıyı Önder’in HDP’nin yeni imajı ve PR faaliyetleri için düzenlediği iddia edildi.”

Hani ünlü laf vardır. “Şüyu vukuundan beter!” derler… Bu kez bence tam tersi geçerli… “Şüyu vukuundan iyi”… Yani yemek yukarıdaki amaçla gerçekleştirilmiş olmasa dahi –ki tanıdığımız kadarıyla Küçükkaya, Polat, Celal Doğan gibi isimler herhangi bir ‘konspiratif’ amaç için orada bulunmuş olamazlar- böyle bir niyet üzerine konuşuluyor olması bile, şiddet karşıtları ve barış yanlıları adına sevindirici bir olaydır. Tabii Sırrı Süreyya Önder,“Aslında biz arkadaşlarla PKK’yı nasıl destekleriz, diye konuşuyorduk. O sırada bu arkadaşlar da geçiyorlarmış uğramışlar!” diye haberi yalanlamazsa…

Tam da dün Şeref Oğuz’la katıldığımız TV programında Selahattin Demirtaş ve HDP üst yönetiminin müthiş bir tarihi fırsatı -siyasi boyutta olmayabilir ancak kesinlikle iletişim boyutunda- kaçırdıklarını söylemiştim…

İşte bizim gazetenin haberi bu anlamda beni umutlandırdı sanki. Martin Luther King’in ünlü konuşmasıyla slogan haline gelmiş şeyi yaptım ve kısa süre için bir ‘düş’ kurdum: Devletin polis ve askerini doğrudan hedef alan, iş makinelerine, ambulanslarına, hastanelerine saldıran, yakıp yıkan, polis lojmanlarını omuzdan ateşlenen Stinger benzeri füzelerle uçurmaya çalışan terör eylemlerini destekler gibi algılanmaktan duydukları rahatsızlığı dile getirip, bu ‘yanlış algıdan’ bir an önce nasıl kurtuluruz diye fikir teatisinde, istişarede bulunmak üzere bir araya gelmiş olmalılar…

Yoksa HDP yerleştirmeye çalıştığı, bu nedenle neredeyse bazı AK Partililerin bile, Batı’da başka Doğu’da başka konuşmuş olmalarına rağmen, sırf kendilerini Türkiye’nin Partisi olarak konumladıkları için, “Onca kitleyi temsil eden bir parti Meclis dışı kalmamalı” diye tartıştıkları HDP, ‘anlaşılmayı’ unutsun… Bu millet en zor durumda kaldığı, bitirilmek istendiği günlerde dahi, kendisini içeriden vurmaya çalışan, ya da öyle olduğu hissini veren kişi, grup veya partilere hiçbir zaman acımadı.

Siz bakmayın bu milletin içindeki Mustafa Denizli hocanın ünlü sözüyle ‘İçimizdeki İrlandalılara’… Onlar her an bir ‘U-Dönüşüne’ hazırdırlar…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

AKİF EMRE-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi köşe yazarı Akif Emre’nin “Filipinler Bile Barış Yaptı!” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Memleketin tekrar 90’lı yıllar kabusuna dönme korkusu yaşadığı günlerdeyiz. Henüz o aşamaya gelmemiş olsa da çatışma potansiyelinin o yıllara götürebileceği endişesi her kesimde hakim. Muhtemelen çatışmanın tarafları da bu endişeyi taşımaktadır. PKK’nın adeta tahrik eden tüm eylem ve tutumuna, devletin güçlülük gösterisine rağmen, bu gerilimin sürdürülebilir olmadığında herkes emin. Etnik Kürt siyasetinin bir tarafta dağdaki tehdit gücünü yedekte tutma, yasal siyasetin ve sivil toplumun imkânlarıyla da siyaseti dizayn etme stratejisi şimdilik sekteye uğramış görünüyor. Buna rağmen kan üzerinden yürütülen stratejilerin ne anlama geldiğini, bedelinin ne olduğunu en iyi bilen de bizzat tabanın kendisi.

Silaha dayalı siyasetin ayartıcı bir yanı vardır. Bunu elinde tutanlar o imkanın sadece kendilerine ait olduğu psikolojisiyle davranmaya meyyaldirler. Bu silahlı güç, örgütlü ordularla otorite kurma hakkını kendinde görmesini sağlarken illegal yapılara da silahın gücünü dayatma hissini verir. Barış sürecinin tüm arızalarına rağmen yürütülme imkanı varken birden bozulmasını sadece bu üstünlük psikolojisine bağlamak imkansız. Gelişmeler, Türkiye’de iç siyasetin nasıl dizayn edileceği, bölgedeki denklemin ne şekilde tezahür edeceği sorunlarından bağımsız değil. Ne var ki, otuz yıldır kan döküldükten sonra kimsenin eski günlere dönmek gibi bir niyeti olamayacağını düşünsek de çevrede yaşananlara bakıldığında bu eşiğin aşılmasının hiç de imkansız olmadığını idrak etmek durumundayız.

Türkiye’de bunca tarihsel deneyime rağmen bir Kürt sorunu çıkarmayı başarmış bir devletin eski alışkanlıklarıyla meseleyi çözemeyeceği açık. Bunca süre etnik kimliği üzerinden istismar edilmesine rağmen hala kendini bu topraklara ait hisseden Müslüman Kürt halkı ile kan uyuşmazlığı olan temsilcilerin yaklaşımı ile de bu iş çözülemez. Kürtlerin etnik aidiyetlerini kaşıyarak ayrıştırma çabası, ideolojik olarak beyaz Türklerin dünya görüşünü tamamlayan bir süreçtir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi yazarı Süleyman Seyfi Öğün, bugünkü köşe yazısında “Stalinizm ve Kürtler” başlığını kuıllandı.

Öğün’ün bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Şimdi nam ve hesabıma, “ara târihsel dönemler”den hep korkmuş, çekinmişimdir. Târihin “balayı” olmadığını biliyorum. Târihin sâdece imkânları mevcûttur. Bazı târihsel sorunlar, ya bu imkânlar akıl yoluyla ele alınarak etkisizleştirilir ya da savsaklanarak derinleştirilir. Ara dönemler, ya da “târihsel balayları” olarak bilinen tecrübeler, bu sorunların taraflarca ortak olarak, ya da en az bir tanesince “savsaklanmasından” ibarettir. Savsaklamanın daha beter olan sonucu da; büyük beklentiler doğuran ve hüsranla sona eren her “târihsel balayının” ardından, sorunun biraz daha köklendirilerek geleceğe savrulmasıdır.

Kürt sorunu, bir diğer târihsel sorunumuz olan Alevî sorunuyla birlikte önce yüzleşmekten çekindiğimiz, daha sonra da nasıl çözüleceği konusunda tam bir akıl tutulması yaşadığımız sorunlardandır. Devlet açısından bu sorunun tanımlanması bile on seneler aldı. Bu yok sayma döneminde “devlet refleksi” ile başvurulan tedbirler, sâdece sorunu derinleştirdi. Bu kadarını aklı başında olan herkes biliyor ve değerlendiriyor. Ama sorunun genellikle geçiştirilen başka bir yüzü daha mevcûttur. Devletin baskıcı ve yok sayıcı siyâsetleri, bunlara muhatap olan tepkileri de kültürel olarak şekillendirdi. Yâni ortada tam bir hegemonya sorunu mevcûttur. Kürtlere karşı uygulanan “tekçi”, “otoriter” siyâsetler; aynı zamanda ve misli ile berâber Kürt siyâsal hareketinin de “tekçi” ve “otoriter” bir yapılanma içine girmesine yol açtı. Daha basit ifâde edelim: Uzak Asya’dan Latin Amerika’ya ve Ortadoğu’ya kadar, yarı merkez ya da çeper toplumlarda çok sayıda numunesini bulabileceğimiz otoriter, baskıcı egemen siyâsetler, milliyetçilik ile harmanlanan Stalinist çeşitlemeleriyle muhâlif hareketleri doğurdu. Bunun sağlaması çok kolaydır. Bu muhâlif hareketlerden herhangi birisi kazara bir yerlerde iktidârı devirip başarı kazandıysa netice tam bir felâket olmuştur. İşte Çin, Kamboçya, Vietnam, Arnavutluk, Küba… Hepsi Stalinizmin versiyonlarıdır ve güdük 20. yüzyılın en kanlı sayfalarını oluşturur.

Çarpışan güçlerin birisinin nizâmî devlet ordusu ve güçleri; diğerinin ise gayr-ı nizâmî askeri ya da yarı-askeri yapılar olması durumu değiştirmiyor. Hatta, kanaatimce daha da belirgin hâle getiriyor. Nizâmî olanın gayr-ı nizâmî karşılığı, nizâmî olandaki sorunun daha derin bir şekilde içselleştirilmesi anlamına geliyor.

Bütün sorun, tanımsal olarak gayr-ı nizâmî dünyânın, “mağdur” ve “mâsum” olarak görülmesinde düğümleniyor. Stalinist muhâlif hareketlerin değerlendirilmesinde yaşanan akıl tutulması, “mâsumiyet” ve “mağduriyet” olma düşüncesinin ucuz bir romantizmle abartılmasının ürünüdür. Başlangıçta doğru olan bir bakış, böylelikle büyük bir yanlışa dönüşüyor. Nazilere karşı savaşan Enver Hoca Stalinizminin, Fransız ve Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Güneydoğu Asya Stalinizminin, İngiliz sömürgeciliğine karşı bayrak açan Maoculuğun uygulamaları ortada. İlki, târihte ilk ve muhtemelen son defa ateizmi resmî ideolojisi yapan akıl yoksunu bir devleti, ikincisi 20. yüzyılın en büyük katliamlarından birisini yapmış olan Pol Pot rejimi, üçüncüsü de yine milyonlarca insanı hayâtından eden çılgın kültür devrimiyle hatırlanıyor. Bu yapıların ayakta kalan son kalesi ise mâhut Kuzey Kore’dir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

CEREN KENAR-TÜRKİYE

Türkiye gazetesi yazarı Ceren Kenar bugünkü köşe yazısında “Ali Haydar’ın Tuhaf Hikâyesi” başlığını kullandı.

Kenar’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Şu an Suriye rejiminin Ulusal Uzlaşı Bakanı olan Ali Haydar, Türkiye kamuoyu ile 2012 yılının Nisan ayında tanıştı. Radikal gazetesi köşe yazarı Fehim Taştekin’in bir röportajı ile Türkiye kamuoyuna takdim edildi.

O tarihlerde, Taştekin şu an yaptığı gibi Suriye ordusunun kontrol ettiği Halep’te, Suriye ordusuyla birlikte savaşan unsurlarla zafer işareti yapmıyor, “muhalifler” ile görüşüyordu. 

Bu takdimi Taştekin’in cümleleri ile hatırlatalım: “Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi, Suriye içindeki rejim ile silahlı muhalefet arasında sıkışıp kalan muhalif partilerin önde gelenlerinden biri.” Peki ne diyordu bu “önde” gelen muhalif Ali Haydar? “Muhalif Sosyal Milliyetçi Partisi lideri Ali Haydar’a göre, dış destekli silahlı gruplar devrim sürecini çalıyor. Gerçek muhalefet, silahlı muhalefetle devlet arasında kurban ediliyor.”

Röportajın zamanlaması epey manidardı…

Suriye’de henüz el-Kaide’nin olmadığı ve Özgür Suriye Ordusunun ortaya epey spontan şekilde çıktığı günler. Rejimin barışçı göstericileri tanklarla, kurşunlarla bastırması üzerine, mahalle delikanlılarının beylik silahlarını alıp gösterici arkadaşlarını korumak için sokağa çıktığı günler. Yani devrimin, isyanın en masum zamanları.

Taştekin’in sunuşu ile “gerçek muhalefetin” temsilcisi olan Ali Haydar, Lübnan’da Suriye rejimi muhaliflerine kan kusturan Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi lideriydi. Taştekin’in sunuşu ile “gerçek muhalefetin” temsilcisi olan Ali Haydar, Lübnan’da Suriye rejimi muhaliflerine kan kusturan Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi lideriydi. Taştekin SSMP hakkında biraz google araması yapsa, partinin muhaliflerinin parti ambleminin Nazi’lerin sembolü olan svastika’dan ilhamla geliştirildiğine yönelik iddialarını okumuş olurdu. Partinin 1930’ların ortasında Nazizm ve Hitler’den etkilenmiş kişiler tarafından kurulduğunu da bu basit internet taramasında öğrenebilirdi. Bu partinin ideolojisinin Hafız Esad’a yol gösterdiği ve rejimin ideolojik arka planının bu partinin bazı fikirlerinden alındığını öğrenirdi. Hafız Esad’ın eşi Enise Asad’ın akrabalarından birinin partinin üst düzey yöneticilerinden olduğunu da elbette. Esad rejimi ile SSMP arasındaki iş birliğinin ideoloji düzeyinde kalmadığı ve Suriye rejiminin özellikle Lübnan’daki kirli işlerini bu parti üzerinden yaptırdığı da sır değil. Parti’nin sadece Lübnan’da değil, Avrupa’da gerçekleştirdiği kanlı terör eylemlerinin Suriye istihbaratı tarafından organize edildiği uluslararası medyada çokça yer buldu.

Yani bu partinin Suriye muhalefeti ile hiçbir ilişkisi yoktu, rejimin paravan örgütü idi. 

Ve rejimin PR kampanyası dahilinde yaptığı muhaliflik pozu da pek uzun sürmedi.

Ali Haydar, bu röportajdan birkaç ay sonra, 2012 yılında Esad’ın kabinesine girecek ve şu an üstlendiği görev olan Ulusal Uzlaşı Bakanlığı’na atanacaktı. Bakan olduktan sonra bile Fehim Taştekin’in Ali Haydar’ın muhalifliğine dair inancı değişmedi. 2015 yılında kaleme aldığı bir köşe yazısında, Esad rejiminin kendine muhalif unsurları bile kabineye alarak ne kadar uzlaşıya açık ve demokrasi yanlısı bir rejim olduğuna dair inancını belirtti: “Muhaliflerin hükümete katılmaları konusundaki tutumları da yeni değil. Daha önce Kadri Cemil ile Ali Haydar gibi muhalif isimler ulusal uzlaşı hükümetine katılmıştı. Cemil sonradan muhaliflerle görüşmeler konusunda yönetimle ters düşünce hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Yönetim Esad’a git demeyen ama ülkeyi muhalifleri içine alacak yeni bir hükümet, parlamento seçimleri ve anayasal değişikliğe götürecek formülü müzakere etmeye açık.”

Ali Haydar son günlerde yeni bir girişim ile gündemde.

Malum Esad orduya asker bulmak konusunda sıkıntı içinde olduklarını açıkladı. Kürt aktivistlere düzenli idam cezası uygulamaları ile tanınan İran rejiminin Cumhurbaşkanı Ruhani, seçildikten sonra ilk defa İran Kürdistanı’na bir ziyarette bulundu, İran resmî haber ajansının Kürtçe yayın yapacağını açıkladı.

Bu sırada da, Salih Müslim’in tam olarak ne dediği netleşmeyen, farklı anlamlar çıkarılmaya müsait, “Baas rejimi ile anlaşırsak YPG Suriye ordusuna katılabilir” beyanı geldi.

Yine tam bu sırada, Türkiye’de PKK ateşkesi sona erdirdi.

Rejim ve PYD içindeki bir grubun rejimle olan görüşmelerini sağlayan isimlerden biri de meşhur “gerçek muhalif” Ali Haydar idi.

Nisan ayında Kamışlı’ya giden Ali Haydar, PYD yetkilileri ile görüştü. “Kürt güçlerine gerekli olan tüm askeri gücü sağlıyoruz” dedi. Rojava’nın statüsüne ilişkin rejimle PYD arasında görüşmelerin olumlu ilerlediğini de not düştü.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ETYEN MAHÇUPYAN-AKŞAM

Akşam gazetesi yazarı Etyen Mahçupyan bugünkü köşe yazısında “Sizin Masallarınız, Bizim Hikâyemiz” başlığını kullandı.

Mahçupyan’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Doğan Akın geçen hafta başı T24 sitesinde bir karalama yazmış. Nefretin kuluçka döneminin epeyce uzun sürebildiğini gösteren ‘Hansel ve Gretel ve Ali Bayramoğlu’ başlıklı makalenin özü şu: Albayraklar’ın gazetesinde çalışan Bayramoğlu, patronunun olumlu işlerini anlatırken onun bu parayı nasıl hükümet sayesinde kazanmış olduğunu sorgulamıyor. Herhalde Doğan Akın kendi sitesini finanse edenlerin o parayı nasıl kazanmış olduğunu biliyordur… Ayrıca herhalde kendi çevresinin bugüne dek çeşitli patronlardan aldığı salt transfer parasının ne kadar olduğunun da farkındadır. Bu bir yozlaşma dünyası ve medyadaki herkesi dolaylı da olsa kirletiyor. Belki bu nedenle Akın yazısını doğrudan Ali’ye hakaretle bitirmiş. Nefretini yansıtmak açısından yazılanın ‘yeterli’ olmadığını hissetmiş… 

Söz konusu makale ‘daraltılmış’ gerçekliğin nasıl ahlaksızlığa zemin oluşturabileceğinin bariz bir örneği… 1990’ların ortasında Anadolu’daki bir müşterim aramıştı. “Bugün burada bir devrim oldu” dedi. “Kırk yıldan beri ilk kez bir devlet ihalesi Koç gurubu dışında ve yerel bir işadamına verildi”. AKP o devrimin siyasi öznesi olarak ortaya çıktı. İslami kesimin hasbelkader iktidara uzanmasını değil, toplumsal ve tarihsel bir ‘geri tepmeyi’, yerli ve sahici olanın ‘meseleye’ el koymasını ifade etti… O nedenle bu partinin iktidarını bitirebilmek için her şey yapıldı ve hâlâ deneniyor. AKP’nin ise arkasında asker, yargıç, bürokrat yoktu. Eline hiç silah almamıştı. Üstelik global oryantalizmin gözünde fıtraten gayrimeşruydu… Elindeki bütün koz sandıktan çıkan oydu. Bir de bu kavganın ‘askerlerini’ oluşturacak olan medya. Dolayısıyla AKP hızla kendi medyasını oluşturdu. Bu kaliteli bir gazeteciliği ifade etmedi, ama kamusal alanda belirli bir sesin ayakta kalmasını ve direnç üretmesini sağladı. Nitekim sonuçta ortaya muhabiri ve patronuyla gazetecilik değil, her iki kesimi de kuşatan bir ‘medya savaş alanı’ çıktı. 
Ne var ki AKP’yi destekleyen bir medya yaratılması para gerektiriyordu ve bu kesimin işadamları Cumhuriyet’ten palazlanma şansına sahip olmamışlardı. Bugün medya zarar yazan bir girişim ama her kesimden bunca patron hâlâ devam ediyor. Acaba neden? Doğan Akın bu soruyu da sorabilirdi ama anlaşılan ‘gazeteciliğin’ bir sınırı var.  
Ancak asıl soru Akın ve çevresindeki cemaatin niçin böyle nefret dolu olduğudur. Belki de bu kadar ‘iyi’ gazeteci olmalarına rağmen toplumun onları anlamsız ve işlevsiz kılmasıdır rahatsız eden. Belki Ali’ye de bu nedenle böylesine vurmak isteği duyuyorlar. Çünkü Ali bu toplumun sahici ve yerli kısmıyla konuşabilen, onları etkileyebilen, düşündürten ve onlarla birlikte düşünebilen biri… Kısacası toplumu değiştiren dinamiğin parçası… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

VEDAT BİLGİT-AKŞAM

Akşam gazetesi köşe yazarı Vedat Bilgin bugünkü köşe yazısında “Türkiye Yalnız Değil” başlığını kullandı.

ÜLKEMİZ, teröre dayalı bir strateji ile yalnızlaştırılmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin takip ettiği Ortadoğu siyaseti, bu saldırı üzerinden başarısızlığa uğratılıp değiştirilmek istenmiştir. Bunu yapmak, yani geriye dönmek mümkün müdür veya Türkiye’ye böyle bir şey kabul ettirilebilir mi? 

Bu tür hesaplar yapanların en büyük yanlışı, takıp edilen diş politikanın dayandığı stratejinin anlamını kavramaktan uzak olmalarıdır. Terör örgütünü kastetmiyorum; onlardan böyle bir akla sahip olmalarını beklemek zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Burada kastedilen, Ortadoğu siyaseti yapan devletler, uluslararası güç merkezleridir. 
Bilindiği gibi ‘dünya sistemi’ diye bilinen, uluslararası ilişkileri düzenleyen yapı, belli aşamalardan geçerek bugünkü halini almıştır. Bu sistemin ‘sanayi çağıyla’ kuru-lan yapısı ikinci savaş sonrası değişmiş, ABD merkezli yeni bir ekonomik siyasal sisteme geçilmiştir.
 
TÜRKİYE NEREDE DURUYOR? 

Bugün yeryüzünde yaşanan birçok krizin temelinde, yaklaşık altmış yıl süren bu dünya sisteminin artık içinde yaşadığımız bu dünyayı taşımakta yetersiz kalmasıyla ilgilidir. Teorik bir tartışmaya girmeden, kısaca belirtmek gerekirse, küreselleşme diye ifade edilen süreç, aslında bütünüyle ‘kapalı yapıları’ farklı bir tarzda birbirine bağlayan, birbirine duyarlı hale getiren, yatay ilişkilerin daha çok  gelişmesine imkan sağlayan yeni dönemi işaret etmektedir. 
“Dünya sisteminin hiyerarşik düzenlemelere dayanan, bağımlılık ilişkileri üzerinde kurulu yapısı ve eski kurumsal düzenin bu yeni dinamiklerle çelişen birçok yönü bulunmaktadır ve elbette ki bundan en çok sıkıntı çeken ve çekmekte olan da eski sistemin hâkim pozisyonunda bulunanlar olacaktır. Dünya sisteminin patronajını oluşturan kadro, bugün duruma hâkim olsa da bu sürecin hâkimiyet sahalarını daralttığını, bir başka ifadeyle üzerinde durdukları zeminin çekildiğinin farkındadırlar.”  
Bunun doğal sonuçları vardır. Bunlardan birincisi, yeni ekonomik-politik güç merkezlerin oluşması ve Batı merkezli hâkimiyet döneminin bitmek üzere olmasıdır. İkincisi, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’nun değişimidir. Bu bölgede yaklaşık yüzyıl süren, Batı tarafından kurulmuş olan denetim ve bağımlılık ilişkileri sürdürülmez bir biçim kazanmıştır. Üçüncüsü, dünya dengeleri yeniden kurulamazsa,  bütün dünyada büyük bir kaosun habercisi olan birçok olay yaşanmaktadır ve bunların başında terörün uluslararası bir mesele halini alması gelmektedir. 

TERÖR ÖRGÜTLERİNİ KULLANANLAR, ONU HER AN TERK EDEBİLİR
 
“Türkiye bu değişimi, küresel sürecin ortaya çıkardığı dinamikleri dikkate alan bir Ortadoğu siyasetini daha geniş anlamda da yeni bir dış politika stratejisini benimseyerek yeni gelişmelere uygun davrandığı için bölgesel ağırlığı aratan bir konuma yükselmiştir.” Daha önce bütünüyle tek taraflı olarak dünya sisteminin patronajı tarafından düzenlenen bölge, kendi sorunlarını kendi halklarının iradesiyle çözmeye yönelmesinden rahatsız olmuştur. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ORHAN MİROĞLU-STAR

Star gazetesi yazarı Orhan Miroğlu’nun “İdeolojik iflasın sonu: Suriye ordusuna katılmak” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Ortadoğu’da güçlü bir siyasi aktör olmak mücadelesi PKK için hayırlı bir sonla sonuçlanacak gibi görünmüyor. Salih Müslim, Suriye ordusuna katılabileceklerini açıkladı. Bölgeyi ve gelişmeleri iyi gözleyenler için kuşkusuz bu açıklama sürpriz değil. Kantonların ilan edildiği bölgede Esat’la fiili bir işbirliği zaten vardı. Kantonların ilan edildiği şehirleri Esat’ın PYD’ye teslim etmesinin bir tek şartı vardı o da, ortak ‘düşman’ Türkiye’ye karşı savaşmak.

Rojava’da maaşların ödenmesinden tutun da, idari yapının Baas rejimi tarafından hala kontrol edilmesine, eğitim sisteminin aynen devam etmesine varıncaya kadar, Rojava, aslında fiili olarak PYD/Baas koalisyonunun kontrolü altında bulunuyor.

Kürt sorunu ve Ortadoğu söz konusu olduğunda, Kürt partilerinin ve Kürt halkının son 60 yıldır, hem Irak’ta hem Suriye’de sürdürdüğü mücadelenin hedefinde acımasız BAAS yönetimleri ve iktidarları vardı. Irak’ta KDP/YNK bu iktidara karşı kırk küsur yıl mücadele etti. Suriye Baası böyle bir mücadelenin bile sürdürülebileceği hemen hiçbir gelişmeye izin vermedi. Suriye’de Kürt olmak dahi mümkün değildi. Kürtler’e karşı hem Suriye’de hem Irak’ta gerçekleşen katliamların altında BAAS Partilerinin ve onların liderlerinin imzası var: Enfal, Halepçe ve Kamışlo katliamları ilk akla gelen katliamlar.

Şimdi, Kürtler’i özgürleştirme iddiasında olan bir hareket, Suriye Baası ve Esat’a katılabileceğini deklare ediyor.

Hangi zamanda?

Bu hareket tarafından Kürt milliyetçi dinamiklerinin ve haklı taleplerinin her bakımdan bloke edildiği bir zamanda..

Şöyle düşünüyorlardı:

‘Kürtler ve Kürdistan gerçeği adına tarihte her ne olmuşsa, Rojava ve Kobani’de oldu. Öncesi yok.. Rojava devrimi Fransız ve Ekim Devriminden bile daha önemli. Tarih Rojava ve Kobani’de başlıyor ve orada da bitiyor.’

Bu yanılsamaya bu hareket maalesef kendi dışındaki Kürtler’i de büyük ölçüde ikna etmeyi başardı. Oysa Rojava ve Kobani sadece, Esat’ın Suriye’deki iktidarını sürdürmesi ve PYD’nin iktidarı açısından önemliydi.

Tarihsel olarak Kürtler’in kalbinin attığı yer Hewler’di ve hala Hewler.. Ama bu gerçek, büyük algı operasyonlarının gölgesinde kaldı..

Şimdi varılan yer, hakikaten son derece trajik. Kürt milliyetçiliğinin merkezi olduğu iddia edilen Rojava’nın silahlı/siyasi güçleri, yüreğini Esat’a ve Baas’a biraz daha açıyor ve Esat’ın ordusuna katılmayı talep ediyor.

Hayırlı olsun.. Ne diyelim.

Ama bari herkesi işbirlikçi, hain ilan etmeseler…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

AHMET KEKEÇ-STAR

Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç, bugünkü köşe yazısında “Dolmabahçe Yalancısı” başlığını kullandı.

Kekeç’in bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Hatırlıyor musun Selocan? “HDP heyeti”, Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’la görüşüp ortak deklarasyon yayınladığında nasıl bir halete “büründüğünü” hatırlıyor musun? 

Pek öfkeliydin…

Mahut deklarasyonun üç maddesinde değişiklik yapıldığı için, bu işin yürümeyeceğine ilişkin üstü kapalı açıklamalar yapıyor, klasik ipe un serme taktiklerini deniyordun; “Tecrit devam ettiği sürece… Öcalan’ın durumunda iyileştirme yapılmadığı sürece… Silah bırak çağrısı Önder Apo’dan gelmediği sürece…”

Oysa İmralı heyeti, Dolmabahçe görüşmesinden hemen önce gitmişti adaya, son talimatları almıştı. Yüzlerde güller açıyordu. Bu iş oldu olacaktı.Öcalan’ın Nevruz’da yapacağı “silah bırak” çağrısından sonra mesele “tümüyle” hallolacaktı.

Gelgelelim, Kandil cenahı memnun değildi.

Sen de memnun değildin…

Çünkü önerdiğin üç madde şurasından burasından delinmişti.

Heyet (dağdakilerin ifadesine göre) “Dolmabahçe’de hükümete teslim olmuştu…”

Mesela, deklarasyonun altıncı maddesine “Çözüm sürecinde demokrasi güvenlik ilişkisinin, kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması” ibaresi eklenmişti.

Bu “ekleme”ye bozulmakta haklıydın.

Çünkü, konu “kamu güvenliği yasa tasarısı” çerçevesinde gündeme gelecek, MHP’yi ve CHP’yi de destekçi alarak Meclis’te rezalet çıkaracaktınız. Paralel yayın organları “Faşizme dönüyoruz” manşetleriyle bol bol muz orta yapacak, siz de kariyerinizin en rahat gollerini atacaktınız.

Şunu demek istiyorum:

Dolmabahçe mutabakatını sizinkiler bozdu Selocan…

Erdoğan’ı bahane etme…

Erdoğan’dan önce Kandil cenahından yapılan açıklamaları 

hatırla…

Ne diyordu KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Bese Hozat Özgür Gündem’deki yazısında? “HDP’den bazı kişilerin AKP’nin oyununa gelerek silah bıraktırma adresi olarak Önder Apo’yu göstermeleri büyük bir yanlıştır. Bu, AKP’ye, ‘Önder Apo’ya baskı uygula’ demekle eşdeğer bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım ne niyetle yapılırsa yapılsın son derece apolitik, yanlış bir yaklaşımdır ve asla kabul edilemez.”

Peki, Dolmabahçe mutabakatının açıklandığı gün (yani 28 Şubat 2015 tarihinde) Kandil’den ANF’ye beyanat gönderen Mustafa Karasu ne diyordu? “PKK kongresini yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir.” (Aynı Mustafa Karasu ertesi gün, yani 1 Mart 2015 tarihinde KCK adına bir açıklama daha yapacak, bir gün önceki beyanatını detaylandıracaktır: “Hiç kimsenin PKK adına silah bırakmasından, PKK’nın kongre yapıp silah bırakma kararı alacağından söz etmesi mümkün değildir. Hiç kimsenin üzerinde böyle bir vazife yoktur!”)

Köşe yazısının  tamamını okumak için tıklayınız

AHMET TAŞGETİREN-STAR

Star gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren bugünkü köşe yazısında “HDP Nasıl Kurtulur?” başlığını kullandı.

Taşgetiren’in bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Ak Parti hükümetleri, geçen 13 yıl içinde siyaset üzerindeki askeri vesayeti sona erdirmek için büyük mücadele verdi. 

AB ile ittifak yaptı, liberallerle ittifak yaptı, Paralel Camia’nın Emniyet-Yargı boyutu operasyonda rol aldı, seçimlerde sandığa büyük toplum desteği yansıdı ve nihayet asker, önemli ölçüde Kopenhag kriterleri çerçevesine döndü.

Siyaset üzerinden asker vesayetinin kalkmasının, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde çok önemli bir merhale olduğunda şüphe yok.

Peki Doğu- Güneydoğu’daki silahlı örgüt yapısı, siyaset üzerinde farklı bir vesayet oluşturmuyor mu?

Bu terör varlığının, uygun ortam bulduğu ölçüde sade vatandaşın oy tercihi üzerinde korkunç bir etki oluşturduğunu inkar etmek mümkün değil. Terör, silahlı siyaset demektir, bunu hem silahı bizzat kullanarak yaparsınız hem bir başka siyasi enstrümanı devreye sokarak.

PKK her ikisini de yapmıştır:

Kendine özgü silahlı Kürtçülük siyaseti takip etmiştir, bir.

Ve PKK ekseninde oluşmuş siyasi yapılar üzerinden siyaset yapmıştır, iki.

HDP ne derse desin, PKK-KCK her ne ise, terör yapılanmasının siyaset ayağında olmadığına kimseyi ikna edemez, zaten Meclis’e gelen aktörler de bu aidiyet ilişkisini en açık şekilde ortaya koyuyorlar.

Tabii HDP, son seçimde Selahattin Demirtaş’ın “Türkiyelileşme” söylemi çerçevesinde bir profil sergiledi ve farklı toplum alanlarına ulaşmaya çalıştı. Bu söylem, bünyesinde “PKK’nın uzantısı olma” boyutunu barındıramazdı. O boyut, “Barış” ve “Erdoğan’dan kurtulma” temaları ile perdelenmeliydi, bu en azından Batı’da “Erdoğan’la hesaplaşma” eğilimi içinde her şeyi hazmetmeye müsait toplum kesimleri nezdinde başarıldı. Doğu-Güneydoğu’da halk iradesine yönelik silahlı örgüt baskısı ise ustaca kamufle edildi. Böylece Meclis’e 80 milletvekili girdi.  

Ama Türkiye’nin PKK ile hesaplaşması bitmiş değildi.

Ortada silahlı yapının tasfiyesi bakımından akamete uğramış bir çözüm süreci vardı.

Yani Türkiye ile PKK’nın silahlı mücadele ilişkisi sürüyordu.

Öyle ki, Doğu-Güneydoğu’daki KCK yapılanması, halka “Çözüm sürecinde oyuna gelindi” izlenimi verecek boyutlara ulaşmıştı.

Devlet buna dur demek zorundaydı. Zaten Ak Parti seçimlerde bir yönüyle MHP’ye “Çözüm süreci ile teröre prim veriyor” diğer yönüyle HDP’ye “Alan bizim, istediğimizi yapalım” kanaatinin bedelini ödemişti.  

Bu sebeple, MHP terörün yan ürününü, HDP asıl ürününü aldı demek yanlış olmaz.

Terör örgütünün bu yönüyle vatandaşın kimyasını etkilediği ve Türkiye siyasetini hormonlu hale getirdiği muhakkaktır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

Yeni akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın “Fırtına Öncesi Sessizlik” başlıklı bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Cin şişeden çıktı.. 

Pandora’nın Kutusu açıldı..

AK Parti’nin 3 talihsizliği. Cemaate güvendi, onunla dostça ilişkiler kuracağını sandı, ama yanıldı.. Aslında yanılan sadece AK Parti değil, Cemaat de AK Parti’yi kazanacağını sanmıştı..

Sonra AK Parti, Esed’i iyi insani ilişkilerle kazanacağını sandı. Yanılmıştı..

Ardından çözüm süreci, barış süreci ile PKK’ya silah bıraktıracağını sandı. Yine başaramadı..

Şimdi 3 cephede birden savaşıyorlar. Aslında 7 düvele karşı verilen bir savaş bu..

Barış süreci AK Parti için bir umut, insani bir girişimdi, ama şahinler için dağ kadrolarını silahları ile birlikte şehirlere yerleştirmek, şehirdeki gençleri dağa çıkarıp eğitmek için bir fırsata döndü..

Paralel yapı, derin devlet, Esed, İsrail, DAEŞ, PKK/PYD, DHKP-C hepsi kol kola..

Bu senaryoda Gülen de bir örgüt lideri, Esed de.. Gülen dini bir kanaat önderi ya da Esed Suriye devletinin Cumhurbaşkanı değil. Nusayri gerilla savaşçılarının komutanı gibi bir rol üstlendi..

Polis alarmda, suikast timleri, canlı bombalar, bomba yüklü araç, mayınlı alanlarla ilgili her saat başı yeni bir haber geliyor..

Kimsenin bu saatten sonra geri dönüş şansı yok.. Ne olacaksa olacak. İnceldiği yerden kopacak.

Türkiye terör baskısı altında seçime gidecek..

MHP son gelişmelerden memnun.. CHP şaşkın.. Paralel yapı tedirgin..

Olay sadece bir iç politika sorunu değil artık..

Erdoğan Çin ve Endonezya’da.. Döndüğünde hükümet kurma çalışmalarında belli bir yere gelmiş olunması gerek. Giderken zaten söyleyeceğini söyledi.. Türkiye’nin beklemeye tahammülü yok. Barış süreci de fiilen sona ermiş durumda..

Önümüzdeki günlerde askeri şura var..

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

AHMET VAROL-YENİ AKİT

Yeni Akit gazetesi yazarlarından Ahmet Varol bugünkü köşe yazısında “ABD tehdidi IŞİD tehdidinden büyüktür” başlığını kulalndı.

Varol’un köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Normalde IŞİD fitnesini gerek Irak’ta ve gerekse Suriye’de direnişi yıpratmak amacıyla değerlendiren, ondan istifade edebilmek için arka kapıdan silahlandıran ABD bugün de ondan kaynaklanan tehdidi stratejik hesapları için değerlendirmek istiyor. Fakat unutmamak gerekir ki ABD tehdidi IŞİD tehdidinden çok daha büyüktür. Her şeyden önce bugün Afganistan’ın, Irak’ın ve Somali’nin içine düştüğü durum ABD tehdidinin gerçekte çok daha büyük ve çok daha korkunç olduğunu bize söylüyor.

Özel anlamda da ABD’nin operasyonlarda başvurduğu saldırı yöntemlerinin Afganistan, Pakistan ve Yemen’de ne kadar sivil, savunmasız insanın hayatına mal olduğunu göz önünde bulundurursak asıl büyük tehdidin burada olduğunu anlayabiliriz. ABD’nin insansız hava araçlarıyla bu ülkelerde binlerce sivil insan saldırıların hedefi oldu. Saldırılarda düğün konvoyları bile hedef alınarak yüzlerce insan vahşice katledildi. Sonra da bu saldırıların ve katliamların yanlışlıkla yapıldığı iddiasının arkasına sığındılar.

Oysa savaşla hiçbir ilgileri olmayan insanların hedef alındığı bu kadar çok saldırı gerçekleştirilmesini “yanlışlık” iddiasıyla temize çıkarmak mümkün değildir. Eğer o araçlarla bu kadar çok yanlışlık yapılıyorsa o araçların kullanılması suçtur ve onları kullananları cezalandırmak gerekir. O kadar çok yanlışlık yapılması mantık dışıysa saldırılar kasıtlıdır ve savaşla ilgileri olmayan insanlar kasten öldürülmektedir. Bu da ihtimal dışı değildir. Çünkü Afganistan ve Irak’ta büyük katliamlar yapanların anlayışlarının; “Filistinli anneleri öldürün ki terörist doğurmasınlar” diyen yahut “Filistinlilerin çocuklarını öldürün çünkü büyüyünce onlar da terörist olacaklar” diyen siyonistin zihniyetinden farklı olmadığını sergiledikleri tavır ortaya koyuyor.

Dolayısıyla Suriye ve Irak’ta IŞİD bahanesiyle gerçekleştirilen saldırılar bu örgütün elemanlarından önce savunmasız sivil insanlar için tehdit oluşturuyor.

Bugünkü PKK komplosu da ABD tehdidinin bir parçasıdır. ABD’nin resmî ağızdan onu terör örgütü olarak gördüğünü ve Türkiye’nin bu örgüte karşı savaşını da haklı bulduğunu söylemesi kimseyi yanıltmamalı. Aynı ABD’nin bu örgütün Suriye’deki uzantısı ve aynı merkezden yönetilen PYD’ye, IŞİD’e karşı savaştığı gerekçesiyle destek verdiğini unutmayalım. Gerçekte bu destek PYD’nin meşrulaştırılmasını ve güçlenmesini, belli bir bölgede siyasi hâkimiyet kurması için altyapı oluşturmasını sağlamayı amaçlıyor.

Oysa bu örgütün terör ve tehdit yönünden bağlı olduğu örgütten yani PKK’dan farkı yoktur. Zaten siyasi çizgisini ve stratejisini de bağlı olduğu örgüt belirliyor. Gerilla savaşında da Suriye içindeki militanlar değil Türkiye’den gönderilenler birinci derecede rol oynadı. Geçmişte de Türkiye’de savaşan militanlardan öldürülenler arasında Suriye’den gönderilenlerin bulunduğu tespit edilmişti. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5