Köşe yazarlarının gündeminde, PKK saldırıları ve Çözüm Süreci var.
SALİH TUNA-YENİŞAFAK
Yenişafak gazetesi yazarı Salih Tuna bugünkü köşe yazısında “Demirtaş kulağını kime kaptırdı?” başlığını kullandı.
Salih Tuna’nın köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Daha düne kadar “PKK doğuda özerklik ilan etti, nerde bu devlet” diyerek “savaş” isteyen Türk matbuatının necip evlatları bugün kalkmış, “devlet neden PKK’ya vuruyor” diyor.
Bunlar (gerçek vatanseverleri tenzih ederim) “ulusalcılarımız” oluyor!
Bir de telmaşa “liberallerimiz” var. Barış olunca savaş, savaş olunca barış isteyenler hani.
PKK’yı dağda tutmak için dağlara vurmuşlardı hani, onları diyorum!
“Demokrasi gelmeden barış olmaz” diyerek Kandil’in önünde yatmışlardı. El’an barış istediklerine göre memlekete demokrasi geldiğine kanaat getirdiler herhalde.
Haklarını teslim edelim ama müthiş kıvraklar.
İnsanoğlu bu tarz sert dönüşlerde, ne bileyim, biraz mahcubiyet duyar, bunların bir zil takıp oynamadıkları, gerdan kırmadıkları kaldı.
HDP Eşbaşkanı Demirtaş da gayet kıvrak.
Bir farkla ki, bunlar kıvraklıklarını karakterlerine borçlu, Demirtaş yalanlarına!
Ama gayet güzel anlaşıyorlar.
Dün “PKK özerklik ilan etti, hadi savaşalım” diyen ulusalcılar, “demokrasi gelmeden barış olmaz, biraz daha savaşalım” diyen liberaller kadar Demirtaş’ı sevmeye başladı.
Hatta bu konuda adeta birbirleriyle yarışıyorlar.
Aralarında “pırt mento” diyerek Kürtlerin şivesiyle dalga geçen Bekir Coşkun’dan Kürtlerin gasp edilen ontolojik haklarının iadesini ihanet tesmiye ederek matine – suare Erdoğan’a edepsizlik eden ırkçı Emin Çölaşan’a kadar öyle isimler var ki şaşarsınız.
Habur’dan kimi PKK’lılar silahsız döndüler diye yeri göğü inleterek “dönemim başbakanını” vatan haini ilan edenler şimdi Kandil’i bombalıyor diye Mehmetçiğe karşı en kahpesinden psikolojik harp veriyorlar.
Kahpe diyorum, çünkü…
Açıktan Mehmetçiğe karşı çıkmıyorlar; “oy için savaşıyorsunuz” demeye getiriyorlar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK
Yenişafak gazetesi yazarlarından Markar Esayan bugünkü köşe yazısında “Hangi Çözüm Süreci, hangi savaş” başlığını kullandı.
Esayan’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Çözüm Süreci değil ülkede, bölgede paradigma değiştirecek bir barış projesi olarak ilerlerken ona ölümüne düşmandılar.
Ama ne zaman ki Öcalan’ın bahsettiği darbe mekaniği tarafından zehirlendi, o zaman sürecin destekleyicisi oldular.
İlk haliyle süreç, Türkler ile Kürtlerin bin yıl sonra ikinci ittifakı ile Sykes-Picot’nun panzehiri olacaktı. Ortadoğu ve tüm mazlum ülkelere çıkış modelini gösterecekti. Ülke yüklerini atıp havalanacaktı.
İşte süreç bu yönde ilerlerken ondan nefret ettiler. Kendilerini Kandil’e, Diyarbakır’a attılar. Sırrı Süreyya Önder ile Öcalan’a “Beyaz Türk eliti rahatsız” mesajı gönderdiler.
Gezi ve 17/25 Aralık operasyonu için “darbedir, ateşe odun taşımayın” dediğinde Öcalan’a çok bozuldular, önce tehdit ettiler sonra fişini çektiler, Demirtaş’ı parlatmaya başladılar.
Ne zaman ki 6-8 Ekim’de insanlar öldürülmeye başlandı, HDP/PKK Gezi borcunu ödemeye yöneldi ve süreç zehirlendi, o zaman ona toz kondurmamaya başladılar.
Çünkü süreç muhteviyat değiştirmiş, siyasi alanı ve sokağı istikrarsızlaştırma yönünde PKK ve HDP’nin manipülasyonlarına kalkan vazifesi görmeye başlamıştı. “Güneydoğu’yu verelim, bölünmeyi AK Parti’ye fatura edelim, kalanı da bizim olsun” hayalleri kurmaya başladılar.
AK Parti ve Erdoğan’dan, ola da ülke bölünmeden önce kurtulsalar, muhtemelen 90’lı yıllara bizzat onlar döndüreceklerdi ülkeyi.
Operasyonlar başlayınca “Oy anam oy” diye manşet atan Hürriyet, muhtemelen Demirtaş için “Vay şerefsiz” manşetini buzluktan çıkaracaktı.
Süreç, AK Parti ve Erdoğan’dan kurtulmaya yarayan bir işlevde kıymetli, arzu edilen savaş da onların iktidarındaki savaştı.
Seçim sonuçları, sokağı PKK istikrarsızlaştırırken, siyasi alanı paralize etmek adına önemliydi. HDP formatı yemişti. Demirtaş hemen seçim sonrasında Cumhurbaşkanı’na “Seni asmayacağız, adil şekilde yargılayacağız” diye seslenirken, yıllar sonra ilk kez deliksiz, huzurlu bir uyku çekmişlerdi.
Olmadı… Yüzde altmışlık gerici blok dağıldı. Başbakan Davutoğlu süreci mükemmel yönetti. Açıkçası, herkes kabul etmeli ki, siyasi tarihin en başarılı geçici hükümetine sahibiz. Böyle geçici hükümet dostlar başına. Bir dört yıl son derece başarılı geçer bence.
Şimdi Doğan medyası sanki sınır dışına çekilme telaşında. Bir kısmı orta yolcu, suya sabuna dokunmayan açıklamalarla yeni pozisyon arıyor. Bir kısmı ise bir ölüyü diriltmek adına “Demirtaş’ı yedirtmeyeceğiz” diye geveliyorlar.
Oysa gerçek şu: Demirtaş’ın başını yiyen ne hükümet, ne de Cumhurbaşkanı. Demirtaş çoktan Kandil ceolarının midesinde hazmedilmeye başlandı. Demirtaş’ı Kandil yedi. O da zaten hazır lokma olarak kendisini keklik gibi sundu. Tarihi barışın partneri olacakken, küçük hesaplarla Türkiye üzerinden oynanan büyük hesapların figüranı oldu.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
Yenişafak gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi’nin “Cumhurbaşkanının kafasındaki formül” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Temmuz tarihli, “HDP’ye kaç bakanlık düşecek” başlıklı yazıda, “Bir ihtimal daha var” demiştik.
O ihtimal Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çin’den Endonezya’ya geçerken ipuçlarını verdiği ihtimaldi.
Cumhurbaşkanı daha önce bir azınlık hükümetinin çözüm olamayacağını, güçlü bir hükümetin gerekli olduğunu söylemişti. Kendisine bu sözleri hatırlatıldığında ise, “Benim karşı olduğum kalıcı azınlık hükümetidir. Seçime götürmek kaydıyla bir azınlık hükümeti pekala mümkündür. Kendisine görev verilen bir partiye diğer bir partinin veya partilerin dışarıdan destek vermesi suretiyle oluşturulacak bir azınlık hükümeti ülkeyi seçime götürebilir” karşılığını verdi.
Bu cevapla birlikte bir kez daha netleşti ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Tekrar seçim’ istiyor. Buraya kadar olanlar bir sır değil. Cumhurbaşkanı’nın 7 Haziran gecesinden itibaren erken seçim istediği biliniyordu.
Hatta kulisler, Başbakan Davutoğlu koalisyon istiyor Cumhurbaşkanı ise erken seçim yanlısı şeklindeki değerlendirmelerle yankılanmıştı.
Cumhurbaşkanı “Tekrar seçim”in zorlanması yanlısıydı ama bu nasıl olacaktı? Pekala erken seçim şartıyla kurulacak bir koalisyon hükümeti olabilir ya da 45 gün içinde hükümet kurulamazsa AK Parti, CHP, MHP ve HDP’nin milletvekili sayısına göre temsil edildiği bir seçim hükümeti kurulabilirdi.
“Bir ihtimal daha var” paylaştığımız kulis bilgisi de tam bu konuyla ilgiliydi.
Erdoğan, parti liderlerine “Egolarınızı bir kenara bırakın” diye seslendi. Türkiye’nin güçlü bir hükümete ihtiyacı olduğunun altını çizdi.
Ama bir yandan da sistemin tıkanmaması için erken seçimi adres olarak gösterdi.
Örneğin Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu’nun heyetler halinde ilk tur görüşmelerinde AK Parti ile CHP arasında bir koalisyon hükümeti ihtimali belirdi.
Zaten oradaki izlenimler ışığında iki partiyi temsil eden heyetler günlerdir çalışmalar yapıyorlar.
Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesi 13 Temmuz Pazartesi günü gerçekleşti. Görüşmeden sonra iki parti arasında koalisyon umudu doğmuştu.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
FATMA BARBAROSOĞLU-YENİŞAFAK
Yenişafak gazetesi yazarı Fatma Barbarosoğlu bugünkü köşe yazısında “En büyük hayal gelin olmak, evlenmek değil!” başlığını kullandı.
Barbarosoğlu’nun bugünkü köşe yazısı şöyle;
Bazı haberler çağın ruhunu zapt etme potansiyeli taşır. 21.Yüzyılda önceliğin evlilik değil merasim olduğunu imleyen iki haberi paylaşmak istiyorum sizlerle.
Birinci haberle 2014 yazında karşılaştık: Coğrafya öğretmeninin damat hariç her türlü düğün ritüelini gerçekleştirmek için hiçbir masraftan kaçınmayarak “hayallerini gerçekleştirdiği” kır düğünü idi haber.
Düğün masrafları bir neticeye hizmet eder. Yeni evli çiftleri tebrik için dostları merasimin yapıldığı mekanda bulunur ve çam sakızı çoban armağanı hediyesini takdim eder gelin ve damada. Kendisine bir kır düğünü hediye eden öğretmenin “eylemi” “Tek taşımı kendim aldım/tek başıma kendim taktım “şarkısına yapılmış klip çekimi gibiydi.
Coğrafya öğretmeni “hayallerini gerçekleştirmiş” arkadaşları ve öğrencilerinin velileri “hayallerin” gerçekleşmesinde ellerinden geleni yapmışlardı.
İkinci haberimiz 2015 yazından bir sanal düğün karesi.
Down sendromlu genç kızın “en büyük hayali gelin olmak”. Annesi kızının “büyük hayali”ni gerçekleştirmek için yaşadığı ilçenin Gaziler Derneği’ne müracaat ediyor, müracaatı kabul görüyor ve genç kız için damatsız düğün organize ediliyor.
Düğünün vidyosu sosyal paylaşım sitelerinde mevcut.
Boş bir düğün salonu, sahnede bir masa, masada tek başına oturan gelinlikli bir genç kız. Genç kız masadan davetlilere el sallıyor, boş duran damat sandalyesine sanki damat varmış gibi başını dayayarak poz veriyor; öğrenilmiş pozlar eşliğinde sonsuz bir karenin içine demir atarak gülümsüyor.
Dört katlı düğün pastasını kesiyor genç kız, bıçağı sanki yanında damat varmış gibi tutuyor, sonra sanki damat yediriyormuş gibi kendine pasta ikram ediyor, sonra dans ediyor olmayan damadın kollarında.
O esnada davetlileri görüyoruz. Başı örtülü bir anne, başı örtülü bir hanım daha. Toplam 20-30 kişi civarında olan davetlilerin diğerleri “modern” kadınlar.
Yüksek volümde çalan şarkılar eşliğinde anne “Kızınız mutlu mu” sorusuna cevap veriyor: “Mutlu olmaz mı en büyük hayali gelin olmak idi. Oldu.”
Engelli genç kızın hikayesi sadece yakınları ile sınırlı kalsa bir sorun yok. Gelin olmak için evin perdelerini kesip bürünen genç kızı annesi böyle yatıştırmak istemiş, çaresizliğine böyle bir derman bulmuştur. Fakat damatsız düğün hikayesi bütün haber kanallarında paylaşılıyor. Düğünün vidyosu sosyal paylaşım sitesinde yayınlanıyor.
Genç kız için, ailesi için, düğünü organize edenler için bu kadar “paylaşım” bir başarı olarak görülüyor belli ki.
Dosyamızın kapağını iki uç haber üzerinden açtım. Çünkü ifradın taşkınlığı, normalin yolunu keser çoğu zaman.
Bazı genç kızların tek hayali gelin olmak.
Bazı kızların niyeti ise iyi bir evlilik yapmak. Tek hayali gelin olmak olanlar ne yapıp edip bu hayallerini gerçekleştiriyor. Damatlı ya da damatsız.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK
Yusuf Kaplan yazdığı “Kürt sorunu’nun tek çözüm yolu, İslâm’dır; ötesi hüsrandır!” başlıklı köşe yazısına bugün de devam etti.
Kaplan’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Daha önceki bir yazımda “çözüm süreci”yle ilgili şunları yazmıştım:
“’Çözüm süreci’, tarihî bir adım. Kürt meselesi’nin hâl yoluna konulması, çarpan etkisi yapacak: Türkiye’nin iç istikrarı, sosyal güvenliği ve emniyeti teminat altına alınacak. Böylelikle Türkiye’yi dışarıdan kaşıyanların, karıştırmaya çalışanların ellerindeki en büyük koz ellerinden alınacak: Hortlatılması muhtemel ‘Alevî sorunu’nun hortlatılması da zorlaşacak… Özetle, Türkiye’nin önü açılacak… Türkiye, önünü daha iyi görmeye başlayacak, geleceğe doğru daha emin adımlarla yol alacak…”
Bu beklentilerden sonra da “ancak bütün bunların gerçeğe dönüşebilmesi, büyük hataların yapılmamasına bağlı”, şeklinde bir uyarıda bulunmuştum.
İSLÂMÎ ÇEVRELER MUHATAP ALINMADAN OLMAZ!
Şu an “süreç” durdu. Türkiye, 7 Haziran seçimlerinden sonra kendisini yeniden kaosun, çatışmanın eşiğinde buldu: Akıl tutuldu. Vicdan sustu. Terör konuşmaya, her gün şehit haberleri gelmeye ve analar gözyaşı dökmeye başladı.
Peki, nerede hata yapıldı? Terör, neden yeniden hortladı?
En büyük hata, bu sürecin, hem temsil kabiliyeti sıfır liberallerle “götürülmesi” hem de daha da önemlisi de, bu süreçle, yalnızca HDPPK’nın muhatap alınması, HÜDAPAR başta olmak üzere İslâmî cemaatlerin, STK’ların, kanaat önderlerinin, âlimlerin ve medreselerin yani bölgenin gerçek sosyo-kültürel aktörlerinin, gerçek dip dalgası’nın dikkate alınmaması.
SEKÜLER ÇÖZÜMLER, TÜRKİYE’NİN TEMELLERİNİ DİNAMİTLER!
Çözüm sürecinde yapılan en büyük yanlışlık, bizzat Kürt meselesi’ni doğuran seküler yollarla çözmeye kalkışmak. Burada, önümüzdeki süreçte patlak verecek büyük bir tehlikeye dikkat çekmeye çalışıyorum.
Meselenin püf noktası burası. Ama öylesine bir zihin körlüğü yaşanıyor ki ülkede, bu sorunu kışkırtan, büyüten ve kontrolden çıkaran yollarla çözmeye kalkmakla, kendi ayağımıza kurşun sıktığımızı bile göremiyoruz: Bu da bizim komediye dönüşen trajedimiz!
Oysa yakıcı gerçek şu: Seküler öneriler, son tahlilde, Kürt meselesi’ni kalıcı olarak çözmek yerine daha da içinden çıkılmaz hâle getirir: Zaten Kürt meselesi’nin patlak vermesinin en temel nedeni, etnik kimlikleri kışkırtan ve kutsayan, bu toplumun yegâne ortak paydası ve sigortası İslâmî kimliği aşındıran ve yoksayan bizzat sekülerizmin kendisidir.
SEKÜLERİZM, BÖLÜCÜ VE PARÇALAYICIDIR
Seküler çözüm önerileri, Kürt meselesi’ni dinamitledi, iyice içinden çıkılmaz hâle getirdi; İslâm kardeşliği fikrini bitirdi; toplumu ayakta tutan, birbirine bağlayan, kardeş kılan bütün ortak noktaları / İslâmî duyarlıkları yok etti. Ülkeyi, kaosun, ayrışmanın ve çatışmanın eşiğine sürükledi.
Seküler öneriler, etnik kimliği İslâmî kimliğin önüne geçirir ve 30’dan fazla etnik kimliğin olduğu, “imparatorluk” bakiyesi bu toplumu Balkanlaştıracak, paramparça edecek bir dinamit koyar toplumun temeline.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
CEM KÜÇÜK-STAR
Star gazetesi yazarlarından Cem Küçük bugünkü köşe yazısında “Domuzlar Körfezi Çıkarması ve Alman Gazeteciler!” başlığını kullandı.
Küçük’ün köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Alman soluna yakın Netzpolitik.org haber sitesi, iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Dairesi’nin interneti gözetleme faaliyetlerini artırmayı planladığına dair bir haberi iki bölüm halinde yayınladı. Aynı haberde Anayasa’yı Koruma Dairesi’nin birkaç gizli belgesini olduğu gibi kullandılar.
İstihbarat teşkilatı bunun üzerine hemen harekete geçti ve Federal Savcılığa suç duyurusunda bulundu. Savcılık haberi yazan André Meister ve sitenin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Markus Beckedahl hakkında vatana ihanet suçlamasıyla soruşturma başlattı. Savcılık bu soruşturmayı açarken hiç tereddüt etmedi. Çünkü mesele milli güvenlikse Almanya’da hiçkimse buna karşı çıkamazdı.
Frankfurter Allgemeinen Zeitung’un iki gün önceki bu soruşturması şimdilik durduruldu. Gazete, Federal Başsavcı Harald Range’nin soruşturmayı şimdilik durdurma ve konuyla ilgili hazırlanacak raporu bekleme kararı aldığı bilgisine yer verdi. Yani müfettişler haberle ilgili geniş bir araştırma yapacaklar ve savcılığa sunacaklar. Rapora göre savcılık soruşturmayı yeniden başlatacak.
Şimdiye kadar Alman ana akım medyasında, “Böyle bir soruşturma gazeteciliğe hakarettir” diyeni duymadım. Bazı zavallı solcu ve hümanist takılan derneklerden cılız sesler yükseldi ama onların da kamuoyu belirleme gücü yok.
Milli güvenlik söz konusu olduğunda medyanın aldığı en net tavrı gösteren örnek 1961’deki Domuzlar Körfezi Operasyonu’dur. 17 Mart 1960’da Başkan Eisenhower, Küba’ya saldırı planları yapılmasını istemişti. CIA Başkanı Allen Dulles Castro karşıtlarını örgütledi ve uygun anda Castro’ya operasyon yapılacaktı. Kennedy 1961 Ocak ayında yemin ettikten sonra Küba operasyonunun gidişatı üzerine bilgi aldı. Sürgündeki Kübalıları organize ettiler ve karaya çıkmak için uçakların korumasında bir bölge seçildi: “Bahai de Cochinos, yani Domuzlar Körfezi.”
Yalnız bir sorun daha vardı. Medya bu olayı haber almıştı. Operasyonla ilgili gazeteler haber geçebilir, bu da ABD’nin planlarını sekteye uğratabilirdi. Kennedy, Washington Post’un sahibi Philip Graham’a yakındı. Post, bu operasyonunun yazılmaması konusunda ikna edildi. Geriye o dönemin bir diğer büyük gazetesi New York Times kalıyordu. Çünkü Times bu konuyla ilgili bir haber patlatmak üzeredir.
New York Times’ta çalışan ünlü muhabir Tad Szulc, CIA’in Kübalı sürgünleri ve Castro karşıtlarını eğittiğini içeren bir haber yazar. Haber, Beyaz Saray tarafından duyulur. Eğer CIA’in operasyonu öğrenilirse, bu milli güvenliğe büyük zafiyet getirecektir. John Kennedy, New York Times’ın Washington sorumlusu Scotty Reston’ı arar. Haberin girmemesini ister. Reston itiraz etmez. Daha sonra Başkan Kennedy’nin yardımcısı McGeorge Bundy direk New York Times’ın patronunu arar. “Eğer bu haber girerse gazeteyi havaya uçururuz” der.
ABD, kendi tarihinin en önemli zamanlarını yaşar ve sonunda Beyaz Saray’ın dediği olur. Domuzlar Körfezi ancak operasyon yapıldıktan sonra öğrenilir. Gerçi operasyon başarısız olur ama Amerikan devleti istediğini yaptırmıştır. Sonradan birçok tartışma alevlenir. “Keşke haberi girseydik” diyen de olur, “İyi ki yayınlamadık” diyen de. Bu olaydan tam 50 yıl sonra Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı Bill Keller bir yazı yazar ve “keşke bu haber girilseydi” der. Kendine göre bir özeleştiri yapar. Buna itiraz edenler de olur.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEDAYİM YANIK-STAR
Star gazetesi yazarlarından Medayim Yanık’ın “Terörle psikolojileri rehin almak” başlıklı bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Sosyal medyada PKK ve DAEŞ lehine iş görecek şu şekilde mesajlar dolaştırılmaya başlandı: “Türkiye genelinde beş bombalı araç varmış, bulunamıyorlar. Önümüzdeki dört gün içinde kritik saldırılar olabilir. Lütfen ailelere haber verin. Toplu taşıma araçları, metro ve otobüsler ilk tehlike. Mümkünse bir süre maksimum dikkatli olalım…eşe dosta yayalım”. Bu ve benzeri mesajları kimlerin yazdığı benim ilgim dışımda. Fakat bu türden mesajların nasıl bir fonksiyon gördüğünü yorumlayabilirim. Bu türden mesajlar, “gündelik hayatı felç edecek korku ve güvensizlik psikolojisi” üretmeye yarıyor. Bu psikoloji, tam da terör eylemlerini yapanların istediği şey.
Terör “korku ve güvensizlik psikolojisi” yaratmak için yapılır
Terör eyleminin amacı öldürerek düşman bildiklerinin sayısını azaltmak değildir. Nihayetinde intihar saldırıları ile ölecek insan, asker ve polis sayısı sınırlıdır. Esas amaç, bombalarla güvenlik kaosu yaratarak diğer tarafı siyaseten istediği noktaya getirmektir. Hedeflenen senaryo şöyledir: “Önce çok sayıda terör eylemleri ile gündelik hayat felç edilmeye çalışılır. Bu durumda insanlar kendini güvensiz ve korku içinde hisseder. Halk devleti ve hükümeti suçlar. Çaresiz kalan devlet, terör örgütünün taleplerini kabul eder”.
Teröre boyun eğmek veya eğmemek
Terör yapanların bu senaryosunun gerçekleşip gerçekleşmemesi bir çok faktörle ilişkilidir. Örgütlerin terör üretme kapasitesi bunlardan biri. Devletlerin güvenlik sağlama becerisi de diğer bir faktör. Ama en önemli faktörlerden biri de, geniş halk kitlelerinin terör eylemlerine verdiği tepki. Bu sebeple devletin teröre teslim olup olmaması biraz da halkın teröre teslim olup olmaması ile ilgili. Nihayetinde örgütlerin terör üretme kapasitesi var. Devletler de bu saldırıları her zaman önleyemiyor. Amerika 11 Eylül saldırılarını önleyemedi. İngiltere, İspanya ve Fransa da önleyemedi. Güvenlik görevlilerini eleştirmek ve sıkıştırmak hem hakkımız hem de görevimiz. Ama son kertede, terör eylemlerine mutlak bir güvenliğin sağlanamayacağını da bilmemiz gerekli.
Terör riski gerçekçi değerlendirilmeli
İhtiyacımız olan şey, terör eyleminin kurbanı olma riskimizi gerçekçi değerlendirmek. Toplu taşıma alanlarında risk var ama bu risk bu alanlara çıkılmayacak düzeyde değil. Yani her an her yerde bomba patlayacak psikolojisi gerçekçi değil. Gerçekçi risk değerlendirilmesiyle fobik korku halini birbirinden ayırt etmeliyiz. Güvenlik risklerini aşırı abarttığımızda, gündelik hayatımız olumsuz etkilenir. Tüm toplum birden abarttığında ise, gündelik hayat felç olur. Terör eylemi yapanların tam da istediği bu.
Toplum terör karşıtı aktör olabilir
Toplum terör yapanların istediği gibi korku psikolojisi ile gündelik hayatı durdurursa, şiddet amacına ulaşmış olur. Aksine, toplum terör eylemlerine meşruiyet vermez, yapanları kınar, gündelik hayatı devam ettirir ve devletin güvenlik güçlerine mücadele zamanı verirse, terör amacına ulaşmış olmaz. Nitekim, terör eylemlerine sabırlı ve dayanıklı olmayan toplumlar terörü sonlandıramıyorlar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ORHAN MİROĞLU-STAR
Orhan Miroğlu’nun Star’daki “HDP’yi kurtarmak: İyi güzel de kimden peki?” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;
HDP’nin zor durumda olduğu muhakkak. Birileri tarafından kurtarılmayı bekliyor sanki. Kurtarma TİM’leri peş peşe söyleşiler yapıyorlar Selahattin Bey’le. Ama o söyleşiler, her nedense HDP’nin nasıl kurtarılacağından ziyade çözüm sürecine darbeyi ilk kimin vurduğunu sözüm ona ifşa etmeye yönelik. Selahattin Bey, bu röportajlarda, partisine yönelik olarak, kamuoyunda giderek artan eleştirilere cevap vermek ve başta HDP’ye kanıp oy verenlerden olmak üzere, kamuoyunda giderek yükselen HDP ‘den beklentilere makul cevaplar vermek yerine, çatışmayı, Kandil’in başlatmadığına, insanları inandırmaya çalışıyor.
Oysa PKK sözcüleri, daha dürüst davranıyor ve çatışmasızlık haline neden son verdiklerini gayet anlaşılabilir ve güçlü ifadelerle izah ediyorlar. Selahattin Bey’e bu bakımdan ihtiyaç yok aslında. Öcalan’a özgürlük (Sahi, asker polis öldürerek Öcalan’ı İmralı’dan çıkarabileceğine mi inanıyor Kandil’dekiler?) demokratik özerklik ve silahlı güçlerin , özerkliğin öz savunma gücü olarak tanınması, ikinci dalga (tesadüf mü acaba, birincisi de Oslo’dan sonra başlamıştı) ‘devrimci halk savaşının’ gerekçeleri olarak her gün birkaç defa tekrarlanıp duruyor. Oysa aklı olana ayandır ki Türkiye şartlarında hiçbir çözüm süreci, bu talepler masaya yatırılarak veya müzakere konusu yapılarak başlayamaz veya her nasılsa başlamış bir süreç bu şartlarla yoluna devam edemez.
Selahattin Bey, bunu biliyor elbette ama bilmezlikten geliyor. Erdoğan şunu demeseydi çatışma olmayacaktı ya da ‘Size savaş yaptırmayacağız’ filan gibi akıllara ziyan sözlerle bilgi, hafıza ve tarih kirliliği yaratıyor, hakikati görünmez hale getirmeye çalışıyor. Bazen Kandil’in bile aklına gelmeyecek iftiralar atıyor.
Suruç katliamını mesela, Cumhurbaşkanı’nın özel gladyosunun işlediğini söylüyor. Gerçek Gladyo Silivri’de yargılandığında, kendi partisinin milletvekilleri, Silivri Cezaevi’nin kapısını mesken tutmuşlardı. Gladyonun Fırat’ın ötesinde ve önemli oranda ortak mutabakatlarla işlediği cinayetlerin de hesabı sorulsun dediğimizde ne hainliğimiz kalmıştı ne işbirliğimiz! Şimdi kalkmış, Gladyoyu yargılayanlara ve o defterin açılmasını sağlayanlara çamur atıyor! Ne büyük bir çaresizlik ve sefalet hali bu! HDP de HDP’yi bu talihsiz günlere taşıyan Selahattin Bey ve çalışma arkadaşları da hakikaten zor durumdalar.
Çünkü partisine oy veren vatandaşların istediği basittir aslında: Size oy verdik, siyaset yapın dedik, ama şimdi siz yeniden başlayan bir terör dalgasını aklamaya ve gerekçelendirmeye çalışıyorsunuz..
HDP’ye oy veren ‘Türkiyelileşme mağdurları’ ile Erdoğan nefretinden muzdarip diğer ‘mağdurların’ arasında, oyumuzu size helal etmiyoruz diyenler olduğu gibi, işe daha damardan girip, vergilerimizle size ödenen maaşları da, helal etmiyoruz diyenler de var.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
Sabah gazetesi köşe yazarı Mehmet Barlas bugünkü köşe yazısında “Siyasetin üzerinde “Aldatılmışlık sendromu” var” başlığını kullandı.
Barlas’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;
azılarına göre Türk siyasetinin tedavi edilmesi gereken hastalıklarından biri “Kamplaşma”dır… Bu hastalığın semptomları arasında “Nefret”, “Önyargılılık”, “İdeolojik saplantılar”, “Kişilere dönük takıntılar” benzeri zihinsel sapkınlıklar vardır…
“Kamplaşma” gerçekten tedavisi gereken bir siyasal hastalık olabilir… Ama şu anda çok sağlıklı beyinleri ve çok geniş kesimleri de etkileyen siyasal ruh durumunun “Güvensizlik krizi” olduğunu görmemiz gerekir. Bunu “Aldatılmışlık sendromu” şeklinde de niteleyebiliriz.
Aldatanlar çeşit çeşit
Şöyle bir düşündüğünüz zaman geniş halk kesimlerinin de etkilendiği “Aldatılmışlık sendromunu”nu üreten aktörleri açık ve seçik biçimde görebilirsiniz… Örneğin kendilerini “Hizmet” olarak niteleyen ve dini bir cemaat kisvesi altında örgütlenen bir grubun, devleti ele geçirmek için adliyede, poliste örgütlendiği ve darbe girişimleri açığa çıktıktan sonra çok geniş kesimler, “Amma da aldatılmışız” diyerek bunalımlara düşmemişler midir?
Terör açılımı mı?
Aynı şekilde “Açılım Süreci”nin kalıcı ve demokratik bir sonuca ulaşması için tabuları yıkan siyasetçiler ve onlara destek veren seçmen kitleleri aldatılmadılar mı? Bu sürecin bir tarafı olan Kürt siyasi hareketinin aktörlerinin iradelerini PKK terörizmine teslim ettiklerini ve devletin hoşgörüsünü istismar ederek müstakbel terör eylemlerinin altyapısının hazırlanmasına destek olduklarını görünce, barışı bekleyenlerin “Amma da aldatılmışız” duygusuna kapıldıklarını görmüyor muyuz?
Aldatmanın sonuçları
Aslında aldatmak özellikle aldatanların doğru tahlil etmeleri gereken bir davranış biçimidir.
Bir kişiyi veya toplumu aldatmayı başaranlar, bunun aldatılanların akılsız olması yüzünden gerçekleştiğini sanmamalıdırlar. Aldatılanlar ilk aşamada aldatanlara onların hak ettiklerinden fazla güvenmiş olabilirler. Güven ise çok zor inşa edilen ama çok da kolay yıkılabilen bir yapıya benzer. Güvenilmeye layık olmayanlara bir dönem tanınan güven ortamı, aldatılma anlaşıldıktan sonra bir harabe olarak geride kalır. Özür dilemek ve hatta tükürdüğünü yalamak bile fazla anlam taşımaz. Aldatma genel olarak ağır bedellerle ödenir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ-SABAH
Sabah gazetesi yazarlarından Engin Ardıç bugünkü köşe yazısında “Boş konuşmaya bayılırlar” başlığını kullandı.
Ardıç’ın bugünkü köşe yazısının tamamı şöyle;
Bu memlekette “başın ağrımasın” istiyorsan topu taca atacaksın. Bir de, ortadan konuşacaksın. Bir de, boş konuşacaksın.
Kimse seni kınamaz, kimse karşı çıkmaz, kimse ayıplamaz, rahat edersin.
Elbette “savaşa karşıyım” diyeceksin mesela, kim savaş ister?
Elbette “doğa, çevre, yeşil bilmemne” lafazanlığı yapacaksın. (Havaalanları, otoyollar yapılıyor ama ağaçlar kesiliyor ey ahali.) Elbette: Sıcakta yağlı yemeyin, hafif giyinin, bol bol su için, güneşe çıkmayın… Kim tersini söyler?
Elbette sürat yapmayın, trafik ışıklarına dikkat edin, falan filan.
Bakınız, arslan CHP teröre çare bulmaya çalışıyor…
“Kim yapıyor bu terörü?” diye merak etmişler, meclis araştırması istemişlerdi. Reddedildi. Terörün nedenini “kendi olanaklarıyla” bulmuş olmalılar ki, kalkıp Diyarbakır ve Adıyaman’a gitmişler.
Giden ekibin başında, iktidara gelirse bizim gazeteye el koyacak olan Gürsel Tekin.
“Bir dizi temaslarda” bulunmuş.
“Tüm sorunların ivedilikle çözülmesi” için çalışma yapıyormuş. Barışı öyle bir içselleştirmişler ki, çocuklarının adını bile Barış koymuşlar. Öyle diyor.
Bunların belediyeleri de parkların adını Demokrasi koyarlardı, bunu niçin çocuklarında denemiyorlar? (Rusya’da isimleri Avangard, Antenna, Ateist, Janpolmara, Oktiyabr, Tankist falan olan bir sürü yaşlı adam dolaşır ortalıkta birer fıkra gibi, bunu biliyor muydunuz? Otuzlu yılların çocukları…)
Barış için oradalarmış.
Eh, onlar oradaysa, “akiller” de burada.
“Akil adamlar” denirdi eskiden, feministler gıcık kapmasınlar diye “insanlar” olarak düzeltildi.
Akil, akıllı demek. Fakat “akıllı adamlar” dersen havası kaçıyor, üstelik ekibe giremeyenlerin “ne ulan, biz salak mıyız” diye şarlama tehlikesi var.
Sesleri bir süredir çıkmıyordu, geçen gün Arnavutköy’de bir meyhanede Ali Bayramoğlu önderliğinde toplanmışlar. Yirmi beş kişi davet edilmiş, on kişi gelmiş.
Toplantı sonucu yapılan açıklama şu: “Derhal silahlar susmalı, ‘mutlak çatışmasızlık’ haline dönülmelidir.”
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
UFUK ULUTAŞ-AKŞAM
Akşam gazetesi yazarı Ufuk Ulutaş bugünkü köşe yazısında daha önce yazdığı “Akla ziyan ezberler” başlıklı yazısının ikinci bölümünü kaleme aldı.
Ulutaş’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Başta PKK olmak üzere terör örgütlerinin saldırılarına mukabil Türkiye’nin terörle mücadelesi derinleştikçe dolaşıma sokulan manipülatif ezberlerin sayısı da artıyor. Hakikat ve ahlakla ilişikleri çoktan kesilen ve başarı olarak gördükleri, medyada seslerinin çok çıkmasını bu ezberlere borçlu olan çevreler, ezberler üzerinden terörü meşrulaştırma gayretleri içindeler. Kaldığımız yerden devam edelim:
Ezber 4: Türkiye’nin PKK’yı vurması DAEŞ’le mücadeleye zarar veriyor.
PKK ve sempatizanlarının Batı’ya sağdan yaklaşma taktiği olarak kullandıkları bu argüman birçok tutarsızlığı barındırıyor. Türkiye artan PKK terörüne mukabil Türkiye içerisinde ve Kuzey Irak’ta operasyonlar yapıyor. PKK’nın Suriye’deki kolu YPG’yi hedef alan bir operasyon, aksi yöndeki cılız tezvirata rağmen, henüz gerçekleşmedi. Yani YPG uluslararası koalisyonun desteğiyle DAEŞ’le çatışmalara Türkiye’nin PKK’ya yönelik operasyonları başlamadan önceki dönemde olduğu gibi devam ediyor. Bu noktada PKK’lıların ve Batı’daki reklamcılarının çıkmazı, daha önce pazarlamaya çalıştıkları “PKK ile YPG aynı örgüt değildir” argümanlarının bir hakikat kayasına toslaması. Eğer bu ikisi bağlantılı fakat farklı örgütler ise Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’yı vurmasından YPG ve Batılı destekçileri neden gocunuyorlar? Yok eğer ikisi aynı örgütse Batı neden ABD ve AB tarafından terör örgütü olarak kabul edilen radikal bir terör örgütünü hava desteği ve ağır silahlarla destekliyor?
Bir terör örgütüyle mücadelenin diğer bir terör örgütüyle birlikte yapılması toplamda terörle gerçek bir mücadele yapılmadığını, Türkiye’de binlerce masum insanı katleden bir terör örgütü olan PKK’nın “özgürlük savaşçısı” örtüsüyle ele alınmasının, dünyayı içerisinden çıkılmayacak bir terör sarmalına soktuğunu gösteriyor. DAEŞ’le mücadeleye en büyük zararı başka bir terör örgütünün eliyle DAEŞ’le mücadele edenler veriyor. PKK’ya bu telakkiyle yaklaşanların Türkiye’de ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde teröre destek ithamıyla yargılanmaları gerekiyor.
Ezber 5: Türkiye DAEŞ’le değil PKK ile mücadele ediyor.
Bu ezberi kullananlar Türkiye’nin PKK’yı bırakıp sadece DAEŞ’le mücadele etmesini istiyorlar. Türkiye gibi büyük bir ülke tehdit algıladığı terör örgütleriyle aynı anda mücadele edebilecek kapasiteye sahiptir. DAEŞ ve PKK terörü arasında da senkronizasyon vardır ve mücadele de benzer senkronizasyon içerisinde yürütülmelidir. Türkiye kendi topraklarında her gün güvenlik görevlisi ve sivilleri şehit eden, intihar bombalarıyla Türkiye’ye saldıran ve yol kapatıp adam kaçıran PKK ile mücadelesini PKK’nın tehdit boyutu ve terör sıklığıyla paralel bir şekilde yürütüyor. DAEŞ ile mücadelesini ise sınır ötesinde bir “güvenli bölge” oluşturmayı göze alacak ve DAEŞ’le mücadele eden Iraklı ve Suriyeli gruplara somut askeri destek verecek ciddiyetle yürütüyor
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
VEDAT BİLGİN-AKŞAM
Akşam gazetesi köşe yazarı Vedat Bilgin bugünkü köşe yazısında “Etno faşizm ve terör” başlığını kullandı.
Bilgin’in bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Şu anda Türkiye saldırı altındadır. Bir tarafta etnik terör, diğer tarafta DAEŞ adı altında yapılanmış olan fanatik gruplar bulunmaktadır. Etnik ayrılıkçılık amacıyla ortaya çıkan hareket işin başında Suriye’de BAAS rejiminin kanatları altında, onun istihbarat teşkilatı olan El Muhaberat’ın korumasında onun eğitim ve lojistik desteğiyle ortaya çıktı ve varlığını sürdürdü. O yıllar Türkiye’sinin karanlık yapılarının bunlarla olan ilişkileri çok iyi bilinmiyor.
Dolaylı kaynaklardan edinilen bilgiler değerlendirildiğinde, Türkiye’nin demokratikleşmesini, kalkınmasını, gelişmesini istemeyen, Batı’ya bağımlılığının devamını arzulayan merkezler, onların içerdeki ‘Gladyo’su üzerinden bu terör yapılanmasıyla her zaman ilişki içinde olduğunu söylüyor. Hatta askeri rejim döneminde, ayrılıkçı terör örgütü PKK’nın Gladyo’nun etkili olduğu bir zamanda, bazılarının askeri ataşe sıfatıyla Suriye’de aynı binada çalıştıkları muhtemelen bu işin dışındaki bir subayın gazetelere yansıyan ifadesinde ortaya çıkmıştı.
Gladyonun adamları
Daha sonra birçok şeyin değiştiğini söylemek lazımdır. Türkiye’nin önce Özal döneminde, arkasından Erdoğan liderliğinde AK Parti’yle giriştiği köklü reformlarla birlikte, ülkenin eski yapısını yani anti demokratik siyasi yapıyı, geri kalmışlığı sürekli üreten ekonomik ilişkileri, Batı vesayetindeki dış politikayı adeta bir toplumsal devrime dayanarak dönüştürmesi, bütün kirli ilişkileri ve unsurları tasfiye etmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakan sıfatıyla PKK terörünü bitirmek için başlattığı çözüm süreci belki de işin en hassas noktasıydı. Türkiye düşmanları, toplumsal barışı kurmaya yönelik bu hamleye şimdi DAEŞ ve PKK üzerinden cevap vermeye çalışıyorlar.
“Teröristin ‘nasıl bu hale geldiği, nasıl vahşileştiği ve insanlıktan çıktığı’, onu böyle bir davranmaya iten bireysel hikâye, psikolojik süreçler, toplumsal ilişkilerde yaşadığı sorunlar, kültürel yapının krizleri ve teröristlerin buralarda yaşadığı travmalar bu hastalıklı kişilik yapısını anlamak bakımından önemlidir fakat terörü açıklamak için yetersiz kalır.”
Etnik fanatizm
Terör olaylarının önemli dinamikleri arasında, etnik fetişizm, inanç körlüğü ve ideolojik hedeflerin terörle ele geçirilmesine dayalı olan anlayışların yer aldığını söyleyebiliriz. Şüphesiz terör tek başına, terör yapan grupla onun hedefi arasındaki ilişkilerle sınırlı bir olay değil, ülkelerin, bölgesel ve uluslararası konumuyla aktüel ilişkileriyle, dış politikasıyla da ilgilidir.
“‘Dini inançlara dayanma’ iddiasıyla ortaya çıkan terör örgütlerinin nasıl tahripkâr olduğunu gösteren hem tarihsel hem aktüel örnekleri hemen herkes bilmektedir. DAEŞ terör yapılanması bunlar içinde en korkunç olanıdır. Bu örgütün hastalıklı yapısı içinde yer alan unsurlar öylesine körleşmişlerdir ki yapamayacakları bir vahşet yoktur ve bunların esas hedefi bütünüyle İslam’dır.”
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
Yeni Akit köşe yazarı Abdurahman Dilipak bugünkü köşe yazısında “Bütün hesaplar altüst” başlığını kullandı.
Dilipak’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Bugün yeni bir gün ve öyle anlaşılıyor ki, bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olamayacak.. Bütün taşlar yerinden oynadı.
PKK bugünden yarına tasfiye olmayacak ama, artık eski PKK da olmayacak.. Hem Türkiye’deki, hem Irak’taki, hem de Suriye’deki varlıkları tartışmalı hale gelecek..
Birileri PKK’nın yenilmez olduğunu düşünüyordu. Rakiplerini tükrükleri boğacak kadar güçlü idi birilerinin gözünde ve bu iş bitmişti. Geri dönüşü de yoktu bu yolun.. Kandil’den Akdeniz’e uzayan bir yolun hayalini kuruyorlardı.
Görünen o ki, PKK’nın bölgedeki tek dostu İran, o da pamuk ipliğine bağlı. İran’ın PKK’ya sempatisi İran’dan Akdeniz’e uzayacak, bir Şia koridoru ile ilgili.. Paralel bir ütopyaya sahipler. Ama öte yandan DAEŞ tehdidi kalktıktan sonra Musul petrolü konusunda yine karşı karşıya gelecekler.
Tek bir PKK yok artık. Merkez komite, İran, Irak ve Suriye’de. Türkiye’de DTP, KCK ve Apo var. Daha bir sürü alt fraksiyon sözkonusu..
Ciddi bir silah stokları vardı. Yargılama yapıyorlar, vergi alıyorlar, güvenlik kontrolü yapıyorlardı. Kaçakçılık yapıyorlar, haraç alıyorlardı. Bir sürü şirketleri vardı. PKK’nın “ateşkes bitti” açıklamasıyla silaha sarılmasının ardından barış süreci bitti ve PKK ile ilgili tüm dosyalar masada.
Önümüzdeki haftadan itibaren çok daha kapsamlı ve etkili operasyonlar gündemde.
Barzani kendi topraklarında PKK’yı istemiyor aslında. PKK’nın Türkiye ile hesabı bitse namlusu Barzani’ye dönecek.. Barzani topraklarındaki PKK, varlığının sebebi olan hava operasyonları ve topçu ateşleri, karşı ateşler bölge güvenliği açısından ciddi bir risk oluşturuyor.. Önümüzdeki günlerde bir kara operasyonu sözkonusu olacak olursa Barzani buna “hayır” demeyecektir.
Barzani’nin başı Musul’da DAEŞ ile belada. Kuzeyde PKK belası var. Doğuda İran, batıda PYD ve Suriye.. Bu tehditlere karşı tek dayanacağı müttefiki Türkiye.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA ÖZCAN-YENİ AKİT
Yeni Akit gazetesi köşe yazarı Mustafa Özcan bugünkü köşe yazısında “IŞİD Orduları IŞİD’den Daha Tehlikeliler!” başlığını kullandı.
Özcan’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;
Tikrit’ten sonra Bağdat Şii yönetimi Felluce’yi de ele geçirme mücadelesi veriyor. Felluce Amerikalılara karşı direnmiş anıt ve kahraman bir şehir. Irak’ın gazi şehri Felluce ile Hama’yı karşılaştırmak mümkün. Esat Hama’yı yerle bir ederken Amerikalılar Felluce’de her türlü yasak silahı denediler. Yine de baş edemediler. Amerikalılar burada terörle mücadele adına terör estirdi. Esasında Amerikan ordusu IŞİD ordusudur. IŞİD militanları Amerikalılardan öğrendiklerini bilahare sahada uyguluyorlar. Mahkumlarına giydirdiği elbiseler, Amerikalıların Guantanamo’da mahkumlara giydirdiklerinden mülhem gözükmüyor mu? Yezidi kadınları cariye niyetiyle aldığı ve köle pazarlarında cinsel obje veya köle olarak sattığı ifade ediliyor. Amerikalılar Ebu Gureyb gibi hapishanelerde mahkumlarla cinsel fantezilerini veya dürtülerini tatmin etmediler mi? Hem de daha sapıkçasına ve beteriyle. Bu alçaklıkları yapanlar balık hafızalı olmamızdan istifade ile şimdi yeniden insan hakları sözcüleri kesilerek; IŞİD karşıtları olarak karşımıza çıkıyorlar. Hitler’e atfettiklerini gözlerini kırpmadan kendileri yapıyorlar. Hitler için en büyük suçlama Holokost suçlamasıdır. Yahudileri fırınlarda yakma iddiası.
Amerikalılar Hitler’e isnat ettiklerinden geri kalıyorlar mı? Irak’ın Felluce şehriyle alakalı olarak yeni yayınlanan fotoğraflar Ebu Gureyb hapishanesinde yaşananları gölgede bırakacak gibi. Yeni yayınlanan fotoğraflarda çarpışmalarda öldürülen ve gömülmeyen ve gömülmelerine izin verilmeyen Iraklı direnişçilerin yerlerde kalan, çürüyen ve köpeklere yem olan bedenlerinin veya naaşlarının ateşte yakıldığını görüyoruz. Amerikalılar bunu sağlık gerekçesi ile yapmışlar. Niye gömmediler ve gömülmelerine izin vermediler? Haçlı kafası ve nefreti taşıdıkları için. Tarihi seyre baktığımızda bu yakma işleminin iki modeli izlediğini görebiliyoruz. Bunlardan birisi Engizisyon Mahkemelerinin icadı olan yakma eylemidir. Engizisyon Mahkemelerinin insan yaktığı bütün kayıtlarca ve kaynaklarca sabittir. İkinci model ise Hitler ve Holokost modelidir. İster gerçek isterse algı operasyonunun bir parçası olsun Amerikalılar Nazilere özeniyorlar. Nefret sembolü veya objesi haline getirdikleri Nazilere öykünüyorlar. Sadece Amerikalılar canlı canlı insan yakmadıklarını söyleyebilirler. Lakin Irak’ta bu da olmuştur. Hem Hizbullah mensupları Suriye’de ele geçirdikleri Sünni direnişçileri hem de Irak’ta Haşd eş Şabi mezhep milisleri ele geçirdikleri muhalifleri yakmaktadırlar. Akıllarda tek kalan örnek kare ise Ürdünlü pilot Muaz Kesasibe’nin Apaçi törenlerinde olduğu gibi IŞİD tarafından yakılmasıdır. Halbuki Esat rejiminin veya Şiilerin yaptığını kimse umursamamaktadır. ABD ise besbelli ki kendi yaptıklarını mururu zamana takılmış addetmektedir. Bunların hepsi geçmişte benzeri eylemlere imza atan Ebu Nidal örgütüne benzemektedir. Sapkınlar güruhu!
Bunlar arasında en tehlikelisi ise İsrail ve ABD’dir. İsrail cephesi celladına öykünerek veya onu taklit ederek Ali Saad Devabişe adlı bebeği yakarak öldürmüştür. ABD İsrail’in suç ortağıdır. İran ile yaptığı pazarlığa bir jest olarak Amerikan milli güvenliğini ihlal eden İsrailli casus Pollard’ı serbest bırakmıştır. Bunu Obama’ya kadar kimse yapamamış ve yapmaya da cesaret edememiştir. İsrail çıkarları karşısında Amerikan çıkarları veya milli güvenliği bile böyle heba edilebiliyorsa İsrail için yapılmayacak şey yoktur. Bu nedenle de El Kuds el Arabi gazetesi başyazısında haklı olarak, İsrail sadece 8 aylık bebek Ali Saad Devabişe’yi değil, bütün Filistinlileri holokosttan geçirecek yani yakacak olsa dahi Amerikalıların ve Obama idaresinin kılı kıpırdamayacağını yazmıştır. Arapların meseleyi telin beyanatlarıyla kuru sıkı bir biçimde geçiştirmeleri gibi İsrail de ABD de aynısını yapıyor. Her gün yenilerinin kurulmasına izin verirken yakma işlemini gerçekleştiren yerleşimcilere terörist demenin bir alemi yok. Onların patronları Obama ve Netanyahu’dur. Bugünkü yerleşimciler Netanyahu’nun selefleri olan Izak Şamir, Menaham Begin gibi veya onların mensubu oldukları Irgun, Hagana gibi tedhiş örgütlerin devamıdırlar. Netanyahu, 8 aylık çocuğu yakanları terörist olarak tanımlayarak olayı geçiştirmeye ve yeni holokostlar için vakit kazanmaya çalışmaktadır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5