Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları ve ‘Çözüm Süreci’ var.
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Orada dur bakalım Doğan Akın”
Nevzuhur bir guru, bir süredir sahiplerinden olduğu T24 sitesinde bana yönelik yazılar kaleme alıyor. Ona bu konuda verdiği “küçük ders” yüzünden bu kez çerçeveyi genişletmiş, hedef tahtasına Etyen Mahçupyan’ı da eklemiş.
Bu işe bir nokta koyalım.
Önce meselenin hikaye yanı…
Bir süre önce Marketing Türkiye adlı bir dergiye bir söyleşi verdim. Söyleşi yayınlamadan bir, iki gün önce bu derginin sitesinde özet halde verildi. Ama ne özet! İktidara, muhafazakâr kesime ve basına yönelik her zaman yaptığım türden eleştirilerin içinden keskin cümleler seçilmiş, öncesi ve sonrasından koparılarak bunlar biraraya getirilmiş ve hepsi arka arkaya dizilmişti. Ve ortaya sonuçta ortaya bir “Ali Bayramoğlu” değil, bir “Hasan Cemal” söyleşisi çıkmıştı. İddia, AK Parti’ye topyekûn muhalefete soyunduğum şeklindeydi. Haber kaynağı spekülatif internet sitesi ve twitter olan kimileri bunun üzerine atladılar. Benim “U dönüşü yaptığım”,gibi yazılar kaleme alınmaya, tepkiler verilmeye başlandı. Bunların en aptalcası beni hiç okumadan ahkâm kesenlerin vardığı sonuçtu. Benim Hürriyet Gazetesi’ne geçmek üzere olduğumu, röportajdaki çıkışı özellikle yaparak buna zemin hazırladığımı söylüyorlardı.
Uydurma özet, uydurma bir niyet…
İlginçtir Doğan Akın, tam bu meselelerin ortasında, “manevra yaptığım” dedikoduları daha bana bile gelmeden, Asmalımescit’te bir meyhanede karşılaştığı Okay Gönensin ve yanındaki arkadaşına müstehzi bir şekilde benim Hürriyet’e geçmek üzere olduğum “kesin bilgisi”ni veriyordu. Bir, iki gün sonra benimle ilgili ilk yazısını kaleme alacaktı. Akın 2008 tarihinde yazdığım bir yazıdaki Doğan grubuna yönelik eleştirilerimi hatırlatırken, satır arasında onları uyarıyor, beni de inceden tehdit ediyordu, aynen şu ifadelerle: “Olur da bir gün Bayramoğlu Doğan grubuna geçerse, bu yazının tam metnini hatırlatırım…”
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
İSMAİL KILIÇARSLAN-YENİŞAFAK
“Suruç’u galiba, sanırsam, kesin AK Parti yapmıştır”
‘Devle’ adlı bir örgüt olduğunu ve Suriye’de savaştığını 2013’ün başlarında, o vakitler Anadolu Ajansı’nda savaş muhabirliği yapan arkadaşım Samet Doğan’dan duymuştum. Bir yazışma grubunda ona ‘kim bu adamlar abi’ diye sormuş ve uzun uzun okumuştum yazdıklarını.
O vakte kadar biz, Suriye’de Nusra, Ahrar, Liva-i’t Tevhid, Türkmen Cephesi ve benzeri irili ufaklı mücahit gruplarını biliyorduk. Kamuoyu bütün bu oluşumlara ‘Özgür Suriye Ordusu bileşenleri’ diyordu, fakat ben uzun süredir ortada bir Özgür Suriye Ordusu falan olmadığını, mücahit grupların -zaman zaman operasyon için ittifak yapsalar da- tek başlarına hareket ettiğini biliyordum. Hatta bu meselelerle ilgili insanların o günlerdeki en önemli konu başlığı ‘mücahit gruplar nasıl birleşir?’ sorusu idi.
2013’e gelindiğinde Halep ve Şam’dan gelen haberler enteresanlaşmıştı. Suriye rejiminin her cephede sapır sapır döküldüğü, özellikle direnişin üç güçlü cephesi Nusra, Ahrar ve Liva’nın sık sık ‘operasyon ittifakı’ yaptıkları, beklenen genel ittifakın ise çok da uzakta olmadığı konuşuluyordu.
‘Azez’de Devle ile diğer gruplar çarpışıyor’ haberi tam o sıralarda geldi. Samet’in ‘yahu bunlar çok organize ve başka adamlar. İyi eğitimliler, silah ve para bakımından hiç eksikleri yok. Suriye’de savaşın yönünü değiştirecekler ve bu Suriye halkının işine yaramayacak bir yön olacak’ dediğini iyi hatırlıyorum.
Bir küçük parantez açalım Azez’e. Kilis’in hemen öte yanı olan bu küçük şehri elde bulundurmak, Suriye’de çarpışan mücahitlerin Türkiye üzerinden dünya ile irtibat kurmalarını sağlayan en stratejik nokta idi. IŞİD’in o saldırısı püskürtülmese ve Azez’i alabilselerdi bugün bambaşka ve çok daha karmaşık bir Suriye denklemi olacaktı elimizde.
Evet, Suriye’de savaşın yönünü Devle (yani bizim şimdi IŞİD, DAEŞ, DAİŞ falan dediğimiz örgüt) değiştirdi. Ayrıldıkları Nusra başta olmak üzere savaşmadık grup bırakmadılar. Şöyle bir mantıkla yaptılar bunu: ‘Önce kafirle mi, mürtetle (dinden döneni) mi savaşacağımız konusunda kafamız nettir. Önce mürtetle savaşılır. Bize biat etmeyen gruplar mürtet olduğu için işimiz önce onlarladır.’
Şimdi burada duralım. Bugün HDP, eski tüfek barışsever(!) solcular ve paralel yapı başta olmak üzere pek çok kesimin ‘AKP IŞİD’i destekliyor’ dediği örgüt budur işte.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Şura’da ne olacak?“
Yüksek Askeri Şura çalışmalarını yarın tamamlayacak.
Şura’da TSK’nın komuta kademesi değişecek. Önceden olsa Şura en az 1 ay önceden başlayarak tartışma konusu olurdu. Dikkat ediyor musunuz bir süredir Şura sancısı yaşanmıyor.
4 yıl önce YAŞ toplantısından 48 saat önce Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Erdal Ceylanoğlu, Hava Kuvvetleri Komutanı Hasan Aksay ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit istifa etmişlerdi. Necdet Özel o zaman Jandarma Genel Komutanıydı. Beş buçuk saat içerisinde Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları atandı. Ama Türkiye açısından tam bir kırılma anıydı.
Komutanlar, “Şak” diye istifa etti, siyasi irade, “Tak” diye atama yaptı.
Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün liderlikleri sonucunda Cumhuriyet tarihinde ender görülen bir kriz, tereyağından kıl çekilir gibi aşıldı.
Askeri vesayetin gerilediği anlardan biriydi.
Bu Şura’da Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli olacak Necdet Özel Paşa’nın geleceği açısından da 4 yıl önce bir dönüm noktası yaşandı. Özel paşa Jandarma Genel Komutanıydı. Işık Koşaner ve diğer Kuvvet Komutanları, Özel Paşa’dan ayrı hareket ediyorlardı. Zaten istifaları ile bu durum ortaya çıktı.
Koşaner’in etkili olduğu Şura’da Necdet Özel’in Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na gelip gelmeyeceğini kestirmek güçtü. Koşaner Paşa cephesinden olumlu sinyaller gelmiyordu. Necdet Özel’in Kara Kuvvetleri Komutanı olmasını engellemek isteyebilirlerdi. Özel Paşa’nın kulağına da benzer söylentiler ulaşmış olmalıydı. Başarılı olurlar mıydı emin değilim. Çünkü siyasi iradenin kararlılığı tamdı. Ama Paşaların istifası ile her şey tersine döndü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanında Özel Paşa’nın yeri her zaman “Özel” oldu. Bu sayede siyasi irade ile asker arasındaki gerilimler yerini güven ilişkisine bıraktı. TSK, Özel Paşa zamanında operasyonların dışına çıktı. Necdet Paşa, Erdoğan’la ilişkileri nedeniyle bir çok haksız ithama maruz kaldı ama tutuklu askerler onun zamanda tahliye edildi. Askeri Casusluk, Balyoz ve 28 Şubat davalarının seyri değişti. Çoğu zaman Necdet Paşa olmasaydı, Uludere davasının seyri böyle mi olurdu diye düşünürüm…
Genelkurmay Başkanı Koşaner ve Kara Kuvvetleri Komutanı istifa edince Necdet Özel bir günlüğüne Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanvekili olarak atandı. 1 gün sonra ise Genelkurmay Başkanı olarak Yüksek Askeri Şura toplantısına girdi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AKİF EMRE-YENİŞAFAK
“İki Divan”
Önümde iki farklı divan dergisi duruyor. Biri “Divan – Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi”, diğeri “Sosyoloji Divanı”.
Divan Dergisinin son, yani 36. sayısı Şakir Kocabaş’a armağan özel sayısı olarak düşünülmüş. Vefatının 9. yılında Şakir Kocabaş’ın hatırlanmasını, gündeme gelmesini bir vefa borcu olarak anlamlı buluyorum. Yalnız yaşadığı Londra’da mutfakta soğan doğrarken bile “Allah her şeyi bir ölçüyle yaratmıştır” diyen; hakikat arayışını hayat tarzı haline getiren bir bilim adamıydı.
Belki tüm yazıp çizdiklerinin özeti sayılabilecek, ve hala aşılamamış küçük ama yoğun kitabı “İfadelerin Gramatik Ayrımı” ile ne yapmak istediğinin işaretlerini erken dönemde vermişti. Şakir Kocabaş bu eseriyle adeta kavram kargaşası içindeki insanımıza, aydınımıza doğru düşünme kılavuzu yazmak istemişti. Daha sonraki eserleri her ne kadar yapay zekâ gibi çok teknik gibi duran konularda olsa da akademik ilgisi Felsefe, Mantık, Kuran çalışmalarından bağımsız değildi.
Kocabaş’ın doğru düşünme yönündeki çabaları, aslında Müslümanca düşünmenin işaret taşlarını döşemeye yönelikti. Ne var ki, o da modern bir entelektüel, akademisyen olarak gelenekle, İslam düşüncesini oluşturan klasik metinlerle doğrudan bağ kurma imkanından mahrumdu. Doğru düşünmeye yönelik çabaları, vahyi esas alarak modern Felsefe ve Mantık’ın imkânlarıyla sınırlıydı. Bu çerçevede Divan’daki kadim bir soruya yerli bir cevap arayışı olarak, “Gerçekliğin Lisanda (Tamlıkla) ifadesi Mümkün mü?” başlıklı İshak Arslan’ın yazısı önemli bir problematiği gündeme getiriyor. Şakir Kocabaş örneğinde olduğu gibi değerlerimizi ya sessizliğe mahkûm etmek yahut güzellemelerle geçiştirerek sahip çıktığımızı zannetmek gibi genel bir hastalığımız var. Oysa bir esere, değere sahip çıkmak samimiyet ve çaba, hepsinden önemlisi sorgulama gerektiren bir iş.
Hele entelektüel bir konunun, eserin, yazarın sahiplenilmesi saygının yanı sıra anlamaya çalışmak, kritikten geçirmek, sonuçlar çıkarmakla işe başlamaktan geçer. Hakikat arayışı, hakikat karşısında dürüstlük ve samimiyet ister çünkü. Bu anlamda bu makalenin iyi bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum.
Sosyoloji Divanı gayretli bir grup akademisyenin bir Anadolu üniversitesi ve çevresinde neler yapabileceğinin işaretlerini veriyor. Biri İstanbul gibi bir merkezde diğeri Anadolu’da bilgi ve hakikat arayışının Türkiye geneli için nereye oturduğunu gösteren iki divan…
Sosyoloji Divanı henüz işin başında sayılsa da neleri gerçekleştirmek istediği ve neler yapabileceğinin işaretlerini veriyor. Her geçen gün yeni bir think tank ismi duyduğumuz, üniversite merkezli akademik/ bilimsel iddialı dergilerin ara sıra yayınlandığı akademi dünyasında Sosyoloji Divanı’nın farkı, gerçekleştirdikleri kadar yapmak istedikleridir de. Akademik formatı bozmadan yahut akademik muhtevasının yanı sıra edebiyatla temas kurmaya çalışan, daha serbest düşünmeye zaman ayıran bir dergi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Hadi oradan ucuz şey!“
Başbakan Ahmet Davutoğlu, geçtiğimiz hafta, gazetelerin genel yayın yönetmenleriyle bir toplantı yaptı ve bazı “rica”larda bulundu.
Terörü özendirici ve meşrulaştırıcı yayınlardan uzak durulması, kamuoyunu tedirgin edecek haberlere yer verilmemesi, şehit ailelerini rencide edecek ifadelerden kaçınılması yönünde ricalar…
Ricadır…
Uyarsınız ya da uymazsınız.
Uymadığınızda, bunun bir müeyyidesi yok.
En fazla, müteakip toplantıya çağrılmazsınız…
Hayır, öyle değilmiş.
Başbakan, matbuatı zapturapt altına almaya çalışıyormuş.
Bunu Can Dündar söylüyor.
Hani, devletin operasyon bilgilerini faş ettiği için hakkında soruşturma açılan kahraman gazeteci Can Dündar. (Devletin operasyon bilgilerini faş eden iki Alman gazetecisi şu sıra casusluk suçundan yargılanıyor. Tek gazetecilik başarısı cemaat polislerinin eline tutuşturduğu “dinleme ve izleme kayıtları”nı yayınlamak olan Can Dündar, bu cürümden “kahramanlık” çıkarmaya çalışıyor… Elbette gazeteci eline geçen bilgileri yayınlar, yayınlamak ister; bu gazeteciliktir. Bu cümleden olarak, hakkında “gizlilik” kararı bulunan bilgileri de yayınlayabilirsiniz. Bu da gazeteciliktir. Ama bedelini de ödersiniz… Yasalar, “top secret” bilgilerin faş edilmesini müeyyideye bağlıyor. “Sonucuna katlanıyorum” derseniz, her şeyi yaparsınız. O zaman “Niye beni içeri tıkıyorlar?” diye ağlamayacaksınız; “Ben pis bir işe bulaştım… Evet, gazetecilik yaptım ama aynı zamanda suç işledim. Bedeli neyse, öderim!” diyeceksiniz.)
Evet, Can Dündar, Başbakan Davutoğlu’nun ricasını “basına müdahale” sayıyor.
Cemaat polislerinin hiçbir ricasını kırmayan, suça bulaşmış savcıları ve polis şeflerini aklamak için bin dereden su getiren Can Dündar, alt tarafı bir “rica”dan olmadık sonuçlar çıkarıyor.
Nasıl bir sonuç çıkardığını kendisinden dinleyelim, sonra Allan ne verdiyse yüklenelim: “İlerde basın tarihini yazanlar, ülke kan gölüne döndüğü bu dönemde, neden gazetelerin çoğunun bu haberleri gizlemeyi tercih ettiğini araştıracak. / Televizyonların haber bültenlerine, gazetelerin birinci sayfalarına bakacaklar ve devlet büyüklerinin kurusıkı demeçleri dışında bir şey bulamayacaklar. Silahların neden yeniden konuşmaya başladığına dair ciddi bir analiz ya da bölgede neler yaşandığına dair ayrıntılı izlenimler göremeyecekler. / Belki o zaman, Başbakan Davutoğlu’nun geçen hafta gazetelerin genel yayın yönetmenleriyle yaptığı toplantının tanıklarına başvuracaklar. ‘O toplantıda Başbakan, sizden ne rica etti’ diye soracaklar. / Ve orada ‘terör haberlerine, şehit cenazelerine geniş yer vermeyin. Kamuoyunu tedirgin etmeyin. Bazı sözcükleri kullanmayın’ ‘rica’sının iletildiğini öğrenecekler. Bu ‘rica’ları izleyen günlerdeki sayfaları inceleyince bir dönem medyanın nasıl çalıştığını anlamış olacaklar.”
Bu hadsize şunu söylemek lazım:
Başbakan’ın “rica”da bulunduğunu kendin söylüyorsun… Hem de, adlı adınca “rica” sözcüğünü kullanarak… Adı üstünde, “rica…” Buna uyarsınız ya da uymazsınız.
Uymamanın bir müeyyidesi yok.
Nitekim Cumhuriyet gazetesi, hiçbir ricaya uymayacağını bildiren bir yayıncılık yapıyor. Adeta “Kandil’in resmi yayın organı” gibi çıkıyor. Kimse de bir şey demiyor.
Terör elebaşılarıyla röportajları biz sadece Cumhuriyet gazetesinde okuyoruz. PKK militanlarının “yerlere sigara izmariti dahi atmayan” çiçek çocuklar olduğunu, yine Cumhuriyet gazetesinden öğreniyoruz.
PKK, mesajını, artık sadece bu gazete aracılığıyla iletiyor.
Kimse de, “Sen ne yapıyorsun birader?” diye sormuyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Amerika’ya bel bağlayanlar sonunda başlarını bağlarlar“
Gündemimizi işgal eden son dramatik gelişmeler dolayısıyla Türkiye’nin bütün “Ulusal sorunlar”ının aynı zamanda “Uluslararası sorunlar” olduğunu bir kez daha gördük. Neticede ülkenin bütünlüğünü ve güvenliğini tehdit eden PKK terörizmi ile yeniden mücadeleye başlanırken, zihinlerde “Bu konuda ABD ne diyor” sorusu yok muydu? Aklı başında olan her siyasetçi iç dinamiklerle dış konjonktür arasındaki dengeyi gözetmek zorundadır.
Neticede seçmenin iktidar yaptığı siyasetçilerin ve partilerin, Amerikan destekli askeri darbelerle nasıl devrildiklerini defalarca görmedik mi? Son olarak da “Madem IŞİD’le savaşıyor, o zaman PKK (veya PYD) ABD’nin müttefikidir” algısının, hem HDP’lileri hem de Kandil’dekileri nasıl zıvanadan çıkardığına tanık olmadık mı?
İlkesiz siyaset
ABD’nin gücünü ve dünyanın her coğrafyasında hissedilen ağırlığını hesaba almamak, elbet mümkün değildir. Ancak aynı şekilde ABD’nin de çıkarlarına dayalı hesaplarından kaynaklanan ilkesizliklerle dolu bir siyaset izlediğini de bilmek gerekiyor. Bu gerçeğe ilişkin somut örneği ABD’nin müttefiki ve dostu olarak kabul edilen ülkelere dönük olarak izlediği farklı siyasetlerde görebiliriz. Mesela ABD Başkanı Obama son Kenya ziyaretinde bu ülke yönetiminin eşcinsellere karşı hoşgörülü davranması gerektiğini vurgulayan bir konuşma yaptı. Aynı Obama’nın bir diğer müttefik ve dost ülke olan Suudi Arabistan’da bırakın eşcinsellerin hakları konusunu, araç kullanmaları bile yasak olan kadınların hakları konusunda Suudi yönetimine uyarıda bulunabileceğini düşünebilir misiniz?
Bunlar da aydın
Kısacası Türkiye’nin yönetiminden sorumlu olan seçilmişlerin “ABD ne düşünüyor” sorusunu hep zihinlerinde tutmaları elbet gereklidir. Ama kendilerini “Aydın” olarak gören, elleri kalem tutan ve ağızları laf yapan kesimlerin, ABD’ye ve Amerikan medyasına endeksli bir düşünce dünyası içinde Türk siyasetine yaklaşmaları doğru değildir.
Saçmalıklar
Bir düşünün… Türkiye’nin El Kaide’nin yaratıcısı ve lideri Bin Laden’e sığınma hakkı verip, Türkiye’de barındırması mümkün müydü? Ama Türkiye’deki devlet düzenini ve demokrasiyi hedef alan ve dini inançları istismar eden bir örgütün başı, ABD’de korunarak yaşayabilir. Bu coğrafyadaki bazı gezi zekâlılar da “Amerika Siyasi İslam’ı ve bu arada AK Parti’yi tasfiye etmeye karar verdi” tekerlemesi ile günlerini geçirirler… Tıpkı PKK’nın “ABD bizden yana” içerikli yanılgısı sonunda Amerikan yapımı F-104’lerin bombaları ile karşı karşıya kalması gibi bir durumdur bu.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HAŞMET BABAOĞLU-SABAH
“Şık yalanlar”
Diyorum ya…
Yalanlar kendini “doğrular” diye pazarlamaya başlamış ve satıcısı da çıkmışsa, korkacaksın!
Çünkü o zaman, doğrular uygun vakti bekleyinceye kadar ortalıktan uzaklaşır.
Hatta belki Nietzsche de haklıdır; öyle zamanlarda doğruyu “en çirkin adlar altında” aramak hiç de yanlış olmayabilir.
Mesela büyük bir yalan şu sıralarda o güzelim “barış” kelimesinin ardında saklanmaya çalışıyor.
Çözüm süreci boyunca Kandil barış yapmasın diye yapmadık şey bırakmayan; bir misyoner gibi dağlara gidip PKK liderlerine “durmayın, kanmayın, asla silah bırakmayın!” diyen reziller şimdi “barış” kampanyaları peşinde koşuyorlar.
Oysa insan acısını ve canını önemsedikleri falan yoktu!
Barışın kazancından kendilerine pay çıkmayacak diye korkuyorlardı.
Şimdi de aynı yerdeler…
Vicdan konformizmi, aydın çevrede şık görünme ve küreselcilerle işbirliğinden ötesi ilgilendirmiyor onları.
Ve şunu da asla yutmayız: Onlar sekülerler arası barış istiyorlar!
PKK’dan Nişantaşı’na, darbe Mısır’ından The Economist’e kadar uzanan geniş bir seküler yelpazenin barışından söz ediyorlar; halkların barışından değil! Onların “barış”ına inanan insanlar, milli tutumlar, yoksul halk çocukları dahil edilmiyor.
***
Doğru gösterip yalan vuran bir başka kavram da “Türkiyelileşme”ydi.
Güzel kavramdı.
BDP’nin bölgesel veya etnik karakterli bir oluşumdan “Türkiye partisi” olmaya geçmesi olumlu bir projeydi.
İyi de bu nasıl olacaktı?
Türkiye solunun hiçbir zaman “Türkiyelileşememiş” (ki en büyük problemleri bu olmuştur) kesimleriyle ittifak yaparak mı?
Düşünün…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MAHMUT ÖVÜR-SABAH
“Süreci kim bitirdi?”
Çözüm Süreci’ni kim bitirdi? Çok basit bir soru ve cevabı da net olmalı. Bunun için çözüm süreci tarihine, Dolmabahçe Mutabakatı’na yeniden dönmeye gerek yok.
O tarih döküldüğünde, Kandil ve HDP siyasetinin çözüm sürecini sabote etmek için akla hayale gelmeyen şeyler yaptığı biliniyor. Onların bir devamı olarak son noktayı da 10 Temmuz 2015’teki bildirisiyle KCK koydu. KCK, 20 Temmuz’da Suruç’taki patlamadan sonra bir astsubayı ertesi gün de iki polisi katlederek çatışmayı başlattı.
Peki, hâlâ nasıl oluyor da başta HDP olmak üzere bazı aydınlar, CHP’li bazı siyasiler, Paralel Yapı, Cumhuriyet ve eski Türkiye medyası hâlâ devleti daha doğrusu AK Parti’yi suçlayabiliyor? Bunda klasik sol yaklaşımın etkisi var ama buna birkaç yıldır bir şey daha eklendi: Cumhurbaşkanı Erdoğan düşmanlığı… Bunun nedeni de hiç kuşkusuz Türkiye’nin köklü değişimi. Her şey bunu durdurmak için yapılıyor.
Gezi’den bu yana sürdürülen yalan ve algı operasyonlarının amacı bu. Bu düşmanlık, dün çözüm sürecine, ölümüne karşı olan Paralel Yapı’yla, Cumhuriyet’i, bazı aydınları, HDP’yi bir araya getiriyor, hatta PKK’nin saldırılarını bile görmezlikten gelmelerine yol açıyor. Siyaseti asıl kirleten ve siyaset alanını daraltan gerçek bu.
Bu gerçek, görmezlikten gelinerek yapılan siyasi analizler de barış çağrıları da etkili olmaz. Bu açıdan çatışmaların başlamasıyla kaygılanan aydınların “barış çağrısı” yapmaları önemli ama gerçeği de eğip bükmemeleri gerekiyor.
Başkaları yapıyor ama en azından çözüm sürecine destek veren aydınlar yapmamalı. Son birkaç günde, BarışaBak Platformu ve Barış Akademisi gibi kurumsal yapılarla Ali Bayramoğlu ve Kadir İnanır’ın öncülük yaptığı bazı Akil İnsanlar’dan barış çağrısı geldi. İlk iki çağrı önceliği PKK’nın çatışmayı durdurmasına verirken, üçüncü çağrıda savaşı kapımıza kimin getirdiği gerçeği es geçilerek “yuvarlak” bir üslupla “silahlar sussun barış konuşsun” denmesi artık inandırıcı değil.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA KARTOĞLU-STAR
“CHP masadan kalkmaya bahane mi arıyor?”
Türkiye’nin Gezi’ye kadar başka gündemleri vardı, bugün başka gündemleri var.
Heyhat!..
Yıllar sonra hem ‘koalisyon’ hem de ‘terörle mücadele’ gündemine döndük.
Ancak bu gündemler her ne kadar 90’lı yılları hatırlatsa da vantajlarımız var.
Daha önce de yazmıştım, Türkiye 90’ların Türkiyesi değil. Siyasi partiler de 90’ların partileri değil. Her ne kadar zaman zaman eski gündemlerine dönseler de böyle bu…
AK Parti, Türkiye’ye siyasi istikrarın neler kazandırdığını gösterdi. Bu süreç CHP’yi de değiştirdi. Artık siyasi krizler yaratan başörtüsü, imam hatip, yaşam tarzı, içki yasağı gibi gündemleri yok. Son seçimlerde ‘vatandaşın geçim derdi’ni temel vaat yapacak kadar değişti CHP.
Koalisyon görüşmeleri de bu değişimler üzerine başladı zaten.
AK Parti, CHP’nin bütün kağıtlarını inceledi, parti programı, seçim vaatleri, açıklamalar…
Bunlardan ‘ortak konular’ ve ‘uzlaşılabilecek konular’ öncelikli olarak belirlendi.
Tartışmalı alanlar da ikiye ayrıldı;
Birlikte tartışılarak revize edilebilir ve uzlaşılabilir konular;
Partilerin temel görüşleriyle uyumsuzluk gösteren konular…
Son konular liderlerin kararına bırakıldı.
CHP de bu yaklaşımı makul buldu.
Böylece koalisyon görüşmeleri ‘pozitif gündem’le başladı.
Bu süreçte AK Parti ve CHP heyetlerinden kimsenin ‘negatif’ bir açıklaması olmadı.
Aksine ‘birinci gündem hükümet kurulması’ şeklinde açıklamalar geldi.
Ancak son birkaç gündür önce CHP koalisyon heyetinin başkanı Haluk Koç’un “Seçime gidilir ve AK Parti tek başına iktidar çıkarsa yönetilemez bir ülke bulurlar karşılarında. Bunda ısrar ‘ben kaosu faiziyle yaşarım’ demektir” sözlerindeki ‘tehdit’ tonlu mesajlar bu iklime zarar verdi.
Önceki gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ‘kurulmayan hukumetten’ sorumlu tutan açıklaması bunu pekiştirdi.
Koalisyon muhataplarının samimiyeti ve çabasına söyleyecek söz yoksa, masada bulunmayan Cumhurbaşkanı’nı ‘koalisyonu kurulmadan bozmakla’ itham etmenin somut gerekçeleri olmalı.
Şu ana kadar bir gerekçe duymadık.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
TAHA ÖZHAN-STAR
“Nereye döndük?”
PKK’nın öğrenilmiş bir cehaletle yeniden terör eylemlerine sarılmasıyla birlikte,siyasal bir dejavu halini aşacak bir kriz yaşanıyor. Zira dejavu çok sık yaşanan bir durum değildir ve genellikle en son ne zaman yaşadığımızı unuttuğumuz bir algı sorunudur. Konu PKK olunca, gayet berrak bir şekilde bütün detaylarını bildiğimiz, dejavu ile açıklayamayacağımız bir kısır döngünün devam ettiğine şahitlik ediyoruz. Nihilist bir terör örgütü olmaktan öte bir vizyonu olmayan, dağda kalmış bir yapının normalleşmesini ve ardından da siyasallaşmasını bekliyoruz. Bu elbette beyhude bir çabaya dönüşüyor. 35 yılın ardından, hâlâ tedhiş ve terörle mesafe alabileceğini düşünen bir yapının içine düştüğü kısır döngüden çıkması için kullanılabilecek araçlar da hızla tükeniyor.
PKK’nın kanlı geçmişi boyunca, Kürt Meselesi dünyasından çıkma imkânı ilk kez verilen AK Parti dönemini nasıl ıskaladığının tarihi koskoca bir körlük olarak yazılacak. 2002’de yaşanan devrimi en az vesayet odakları kadar kaba bir şekilde idrak edememelerinin faturasını 2015’te açık bir şekilde görüyoruz. Bu nedenle, vesayet rejimi ve nöbetçilerinin AK Parti’ye dair sergiledikleri basiret ve tutumun en fanatik hâlini türeten PKK aklının sağlıklı bir normalleşme sürecine girememesinde şaşılacak bir durum yok.
2013 Çözüm Süreci’nin yol haritası ortaya çıktığında, ‘PKK nereye çekiliyor?’ sorusunu sormuş ve şu cevabı vermiştik: “Eğer PKK, Türkiye’den Kandil’e çekildiğini düşünüyorsa sürecin diğer aşamaları oldukça zahmetli bir şekilde hayata geçebilir. PKK, 2013 Çözüm Süreci ile hem Türkiye’nin hem de Ortadoğu’nun kaçınılmaz kaderi olan değişim safına çekilmek zorunda olduğunu anlamalıdır. Kandil’e çekilen PKK’nın millette karşılığı, yeni Mezopotamya düzeninde anlamı, yeni Türkiye’de ise yeri olması mümkün değildir.”
Başlıktaki sorunun cevabı yukarıdaki paragrafta var. Açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, bugün itibariyle Çözüm Süreci’nde geldiğimiz nokta, takvim anlamında ‘Haziran 2013’tür. Paydaşlar ve güç dengeleri açısından da PKK aleyhine hızla çok daha gerilere gitme potansiyeli de bulunmaktadır.
PKK’nın Türkiye’den çekilmeyip kamu güvenliğini tehdit edecek şekilde örgütten mafyaya dönüşmesi, 6-8 Ekim kalkışmasıyla terör estirmesi, Ortadoğu’da IŞİD’ten pek de farkı olmayacak şekilde farklı başkentlerin ‘devre mülk’ terör örgütüne dönüşerek, ‘RojavaDevrimi’niEsed’e asker yazılarak hitama erdirmesi ve nihayet Türkiye’de nihilist bir şekilde kan akıtmaya yeniden başlamasıyla Haziran 2013’e bir haftada ulaşılmış oldu.
Haziran 2013 muhkem bir tarih değil. Gelinen nokta itibariyle Haziran 2013’ten bugüne gelmek, geriye gitmekten çok daha zor bir hâl almış durumda.”Bir şey nereye gidiyorsa oraya gidiyordur” temel kaidesinden istisna çıkması için de çok fazlaca bir sebep ve bağlam ortada görünmüyor. Kaldı ki, Haziran 2013 yukarıda da yazıldığı gibi sadece sürecin takvimi açısından bir tarihtir. Paydaşlar, bağlam ve içerik bakımından da yapısal farklılıklar bulunmaktadır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KERİME YILDIZ-VAHDET
“Eğlence bizi ele veriyor”
Deniz Gezmiş’in meşhur bir parkası var. Kendisi ile bütünleşen parkanın hikâyesi çok ilginç.
ODTÜ’de saklandığı 1971 kış gecelerinin birinde, yurtta canı sıkılınca dolaşmaya çıkmış. Mimarlık Fakültesi’nin düzenlediği maskeli baloyu görmüş. Vestiyerden bu parkayı almış gitmiş. Yakalandığında üzerindeymiş.
O zamanlar da ODTÜ öğrencileri nöbet beklermiş. Ama ağaçlar için değil. Her sene düzenlenen baloda, Ankara gençliği, sabaha kadar doya doya, korkmadan eğlensin diye onlarca silahlı militan çatıda, bahçede nöbet tutarmış.
“Niye?” diye canları sıkılanlar olurmuş ama, itiraz etmek kimin haddine. Bu nöbetçilerin Ankara sosyetesi çocukları olduğunu sanmıyorum. Devrim palavrasına gönül vermiş zavallı gençlerdir muhtemelen.
İçeride, coniler gibi eğlenen sosyete çocukları; dışarıda, soğuktan titreyen devrimciler.
Deniz Gezmiş’in arkadaşları ile birlikte soyduğu bankanın, CHP’nin İş Bankası olması ilginç değil mi?
1968 Kasım’ında, Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü düzenleyen Deniz Gezmiş’in ölmeden önce, sâdece, “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” cümlesinden başka bir şey dememesi de ilginç.
Türkiye’de gözü açılan rejim bekçilerinin ya idamla ya da suikastle yok edildiği bilinen bir gerçek. Ölümünden bir kaç yıl önce, Mustafa Kemal yürüyüşü düzenleyecek kadar Atatürkçü olan Deniz Gezmiş, ölmeden önce, Kemalizimle ilgili tek bir söz etmiyor. Demek ki gözü bir hayli açılmış. Bir hayli de geç…
Sırrı Süreyya’nın kızının düğününde çekilen halayları, patlayan şampanyaları okuyunca hatırladım bunları. Nasıl patlattılar acaba? “Dağdakilerin şerefine” diyerek mi?
Dürüst olmak istiyorum. Bunu, sâdece, HDP’liler yapmıyor. Her partiden birileri yapıyor. Türkler de Kürtler de eğleniyor. Sağcısı da solcusu da aynı.
Ak Parti vekili Yasin Aktay, Cihangir’in üzerinden F-16 uçurmak istiyor. Gülse Birsel, “Cihangir’i yedirtmem.” diyor. Devlet Bahçeli, “Türkiye’nin kaymağını yiyenler, boğazda yalılarda viskisini yudumlayıp oyunu HDP’ye veren şerefsizler.” diye avaz avaz bağırıyor. Sırrı Süreyya, boğazda düğün yapıp şampanya patlatıyor.
Allahaşkına, bu vekillerin, artistlerin, boğazda viski yudumlayanların çocukları nerede askerlik yapıyor? Şehitlerin anası babası, şalvarlı, yamalı pantolonlu. Takım elbiseli olanı, vekil olanı niye yok?
Kaymak yiyenler, sâdece HDP’li şerefsizler mi sayın Bahçeli? Rahmetli Gün Sazak’ın kızının, Cem Boyner’in ilk eşi olduğunu öğrendiğimden beri kafam karmakarışık. Cem Boyner’in, bu evlilikten olan kızına, Ayvalık Cunda Adası’nda “patron kokteyli” akıtarak yaptığı düğün ile Sırrı Süreyya’nın düğünü arasında ne fark var veya Çırağan Sarayı’nda İslâmî usûllere göre yapılan düğünün?
Yanlış anlaşılmasın. Bu bir eşitlik arayışı değil. Şehitlik sıradan bir şey değil ki herkese nasib olsun. Rabbimin verdiği şehitlik makamı için “niye?” sorusunu sormam.
Ama, yanlış olan bir şeyler var.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA ÖZCAN-VAHDET
“Yahudi IŞİD’ciler”
Ergenekon her yere kon’ diye bir tekerleme vardı. IŞİD de küresel bir marka. Müslümanı, Hıristiyanı veya Yahudisi yok. Hıristiyanların da Ceyşullah veya Hizbullah tarzında örgütleri var. Sözgelimi Uganda’da faaliyet gösteren Tanrının Direniş Ordusunun, Boko Haram veya IŞİD gibi örgütlerden farkı ne? Haçlı savaşlarının yakıtı olan kitleler ve güruhlar bunlardan farklı mıydı? Asla ve kella. ‘Şiddeti doğuran şiddet’ ifadesinin çağrıştırdığı gibi aslında bölgeyi karıştıran, dağdan gelen bağcıyı kovmaya çalışan Siyonistler ve İsrail’in yedek gücü ve redifi olan Amerikan işgal orduları değil midir? IŞİD’in birçok çeşidi var. Dincisi var, laiği var, Yahudisi var dahası Hıristiyanı da var?
Lübnanlı Flanjistler böyle bir ordu değil miydi? Sözgelimi Robert Fısk, Mısır’ın iki deli arasında gidip geldiğini söylemektedir. Mısır, Sisi örsü ile IŞİD çekici arasında sıkışmış vaziyette, çarmıha gerilmiş gibi kasılmaktadır. Robert Fısk, Sisi’yi deliye benzetirken Mısırlı sürgün gazeteci Vail Kandil ise Sisi’yi Mısır’ın deli hükümdarı El Hakim Biemrillah’a benzetmiştir. Daha sonra da onun seviyesine bile çıkamayacağını ifade etmiştir. Sisi, yel değirmenlerine savaş açan Donkişot gibi bir milyar Müslümanın dünyanın geri kalanına savaş açtığını ileri sürmüştür. Habuki, kendisi 14 milyon Yahudi kitlesi ile birlikte İslam dünyasına ve ötesinde kainata savaş açıyor!
Günümüzde her türden IŞİD’lerin çatışmasına ve çarpışmasına tanık oluyoruz. 11 Eylül sonrasında da 68 kuşağından Tarık Ali dünyanın fundemantalizmlerin kapışma/çatışma alanına döndüğünü yazmıştı. Robert Fısk’ın ifadesiyle bu kapışmada Batılılar laik IŞİD’cileri İslamcılara tercih etmektedirler (http://www.thenewkhalij.com/ar/node/17460 ?
İkinci Dünya Savaşı’nın kavramları üzerinden düşünecek olursak; Batılılar bu kapışmada Hitler’e karşı Stalin’i ortak olarak almakta ve bu yönde bir tercihte bulunmaktadırlar. Bunun günümüze yansımalarından birisi Türkiye’nin iki terörü de aynı mesafede görmesinden, eşitlemesinden dolayı nem kapmaları dahası Türkiye’yi paylaşmalarıdır. IŞİD’i menfur olarak görürken onun laik yüzü olan PKK makbulleridir. İsterse Türkiye’yi yaksın. Gam değil! Kendilerinin onayı yetmemiş gibi tüy dikerek bizden de onay almak istiyorlar. IŞİD’e karşı onların ışık ordusu PKK’dır. Humeyni- Saddam karşılaşmasında nihai kertede Humeyni rejimini kollamışlardır. Halbuki, Saddam laik bir zeminden geliyordu. Lakin burada ekstra bir kriterle; İslam dünyası genelinde Şii-Sünni, azınlık çoğunluk dengesi devreye girmiş ve Şiileri tercih etmişlerdir. Meratip veya skala biçiminde tercih nedenleri vardır. Tercihte ehem mühim olduğu gibi düşman kategorisinde de tehlikeli ve daha az tehlikeli şıklar vardır. Çoğunluğa ve Sünnilere karşı bütün azınlıkları ve mezhep olarak Şiileri, ideoloji olarak komünistleri desteklemektedirler. Nitekim, skandal bir biçimde Wall Street Journal gazetesi PYD (zımni olarak PKK) hakkında ‘bizim komünist ortaklarımız’ ifadesini kullanmıştır. Kapitalist-Komünist ortaklar. ABD’nin, matruşka biçiminde kapitalizmi komünizme yamayan Çin’den farkı nedir? Dinsizler onların nazarında İslamcılardan daha kutsallar!
1952 yılında nasıl ki Müslüman Kardeşlere karşı Nasır’ı desteklemişse aynı şekilde 2013 yılında da yine Mürsi’ye karşı Sisi’yi desteklemişlerdir. Bir türkü sözüyle ifade etmek gerekirse ağlatırsa Mevlam yine güldürür elbet talih bize de yar olacaktır. O zaman ABD Brezilya seviyesinde olarak kalabilmeyi bile düşleyecektir.
***
İsrail’in kurucu ataları olan yerleşimciler Batı Şeria’nın Nablus şehri Duma köyünde korkunç bir cinayete imza attılar. Daha önce Muhammed Ebu Hudeyr’i Deir Yasin köyünde yaktıkları gibi 8 aylık bebek olan Ali Saa’d Devabişe ve ağabeyini de öyle hunharca bir şekilde yaktılar. İsrail 2014 Temmuz ayında Gazze’de 1500 kişiyi öldürmüş ve bunların 500’ü çocuk ve bebek kapsamında gerçekleşmiştir. İsrail bu konuda sabıkalıdır. Keza yerleşim politikalarından kendisi sorumlu olduğu halde kıçını kurtarmak için nifakla, failler hakkında söylemediğini bırakmamıştır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ETYEN MAHÇUPYAN-AKŞAM
“Barıştan kaçış”
İspanya’da Bask meselesini bitiren anlaşma yapıldıktan sonra şiddet yirmi küsur yıl daha devam etmişti. İrlanda’da bu süre daha kısa oldu ama yine de on yılı aştı. Düşünün ki bunlar sosyoekonomik açıdan göreceli olarak bizden epeyce ‘ilerde’ Batı toplumları. Çevrelerinde Orta Doğu değil Avrupa var… Yine de şiddetin devam edebilmesinin en az üç nedeni olduğunu söylemek mümkün ve bunları aklın kenarında tutmak şu anki ‘yeniden çatışma’ atmosferini belki anlaşılır kılabilir.
İlk neden şiddet örgütlerinin birer sosyolojik ve ideolojik özne olmanın ötesinde, kendini yeniden üreten bir kurumsallaşma yaratmaları. Gerçekliği kendi eylemlilikleri bağlamında tanımlayan, gündelik hayatın işlevini bu misyon etrafında kurgulayan bir insan grubundan söz ediyoruz. Şiddetin zaman zaman kesintiye uğraması bu bakışı ortadan kaldırmıyor. Aksine her barış dönemi, onu da kuşatan daha geniş bir çatışma sürecinin ‘içinde’ anlam kazanıyor. Dolayısıyla bu algıda çatışma bir ‘doğal durum’. Barış ise insanı boşlukta bırakan, misyonundan sıyıran bir tanımsızlık hali. O nedenle barış dönemleri şiddet eylemcileri için yadırganan bir durum ve içlerinden bir bölümünü tatmin etmeyeceği açık. Bu ise ilk fırsatta ve her fırsatta çatışmaya dönme istekliliğini besliyor.
İkinci neden zihniyetle ilgili ve her iki tarafı da aynı şekilde etkiliyor. Çatışma ortamları kaçınılmaz olarak çatışan tarafların otoriter zihniyete doğru kaymalarını, yaşanan pratiğin soruna ilişkin tutumu belirler hale gelmesini ifade eder. Bu yaklaşımın uzantısı olarak barış anlaşmaları ne kadar ilkesel temelde övülse de, arka planda her iki taraf için de bir ‘taviz’ nüansı taşır. Çünkü çatışma süreci içerisinde maksimalist hedefler konmuştur ve ‘barış’ bu hedeflerden vazgeçilmesini gerektirir. Barış bir tür başarı olarak lanse edilirken, taraflar kendi içlerinde başarısızlık duygusu yaşarlar. Otoriter zihniyette barış hiçbir zaman bir hedef değil, ancak razı olunan bir kişiliksizlik vasfıdır. Bu duygu ‘barıştan kaçış’ eğilimini güçlü tutar. Bir gün gelecek bu barış ‘daha iyi bir barışın’ önünü açacaktır ve o ‘daha iyi barış’ bizleri hedefimize daha yaklaştıracaktır… Bu ruh halinin karşılıklı olması çatışmayı davet eder.
Çatışmaya dönüşü teşvik eden bir diğer neden ise siyasi imkanların değişimidir. Barış her zaman zamansız bir gelecek için üretilmiş gibi sunulur. Oysa belirli bir tarihsel anda, tarafların somut imkanları çerçevesinde mümkün hale gelir. Ne var ki hayat söz konusu hareket alanını sürekli değiştirir ve taraflara simetrik olmayan avantajlar tanır. Barıştan bir an sonra bile, çevre koşullarındaki değişim taraflardan birine ‘keşke anlaşmayı yapmamış olsaydık’ fikrini verebilir. Çünkü pazarlık gücünün yükseldiğini düşünmektedir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM
“PKK’nın ayakları yere basmadıkça…“
Barışı gerçekten isteyenler için söylüyorum:
Şu sıralar söylenebilecek en anlamsız sözün – niyet ne olursa olsun – silah kullanan tarafları eşitleyen; saldıranla saldırılanı, haklıyla haksızı, meşru olanla meşru olmayanı
aynı kefeye koyan, dolayısıyla suçluyu
gizleyen “silahlar sussun” cümlesi olduğunu bir an önce görsek iyi olacak.
Silahlar tekrar susacak mutlaka…
Ama ancak PKK’nın ayakları yere bastığı, olmadık hayallerden vazgeçtiği ve Öcalan’ın 2013’te yaptığı tespiti sözde değil özde kabul ettiği, yani silahların miadını doldurduğunu, siyasetten başka çözüm olmadığını bu defa gerçekten anladığı zaman susacak. Ve ne yazık ki, o vakte kadar yine masum gençlerimizi toprağa vermeye devam edeceğiz.
Çünkü barış, savaşan taraflardan her ikisinin de barışı yürekten istemesi halinde mümkün olabilir ancak.
2013 Nevruz’undan bu yana yaşadılarımız, PKK’nın henüz barışı istemediğini gösterdi. Bugünkü dünya ve Ortadoğu konjonktüründe, yerli bir çözüm süreciyle kazanabileceğinden çok daha fazlasını kazanma ihtimali olduğunu düşünmeye devam ettiği sürece de, barışı istemeyecek.
Bugün, “Çözüm Süreci neden bitti?” sorusuna bu gerçeğin dışında verilen bütün cevaplar laf-ı güzaftır. İktidarın son dönemde söylemsel düzeyde yaptığı hatalar bugün vardığımız sonucu hiçbir şekilde etkilememiş, olsa olsa terör örgütünün suçu AK Parti’ye yıkmak için yürüttüğü algı operasyonunun bir ölçüde başarılı olmasına yol açmıştır.
* * *
Peki başlaması hata mıydı Çözüm Süreci’nin?
Hayır ve asla…
Öcalan’ın “Ben bu işi çözmeye talibim, savaşı bitirebilirim” dediği noktada, bu ihtimali kale almayan, bu kişiye o şansı vermeyen, barışı denemeyen bir iktidar halkına ihanet etmiş olurdu.
İktidar denedi; bütün iyi niyetiyle, bütün imkânlarıyla, büyük riskler alarak, olağanüstü tolerans göstererek ve mucizevi adımlar atarak denedi. Toplumun çok büyük çoğunluğu da umutla, sabırla yıllarca bekledi barışı…
Ama Öcalan PKK’ya sözünü geçirmeyi başaramadı. Belki de fikir değiştirdi ve başarmak istemedi. PKK’nın yaptığı “konjonktür okuması”nın haklı olabileceğini düşündü; çıtayı düşük tuttuğu ve eğer PKK haklıysa bunun hesabını veremeyeceği korkusuna kapıldı.
Sonuçta, örgütün silahlı kanadı kontrolü tamamen ele geçirdi ve hem içerideki liderini, hem de hareketin siyasi kanadını bir kalemde harcayarak kaldığı yerden hunharca saldırılarına başladı.
Gelinen bu noktada hükümetin, hükümet olmanın gereğini yapmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Bir-iki haftada 15-20 asker ve polisini şehit eden, ülkenin Güneydoğu Bölgesi’ni haraca kesen, halka nefes aldırmayan, devlet içinde devlet kurmaya kalkan terör örgütüne karşı saldırıya geçti.
Şu anda barış için çok uğraşmış kesimlerde büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. “Barış çöktü, yeniden başa döndük” diyorlar. Bense başa döndüğümüzü düşünmüyorum. Hiçbir toplum yaşadıklarını ve bu yaşanmışlıklardan damıttığı bilinci kaybedip başa dönemez. Hatta bu deneyim barış için yeni bir imkânı da içinde barındırır.
Görünen o ki, çözüm müzakerelerinin yeniden gündeme gelebilmesi için önce PKK’nın Suriye iç savaşının yarattığı “tarihi şansı”n sınırlarını sınaması; IŞİD faktörünün ortaya çıkardığı “uluslararası müttefiklerinin” ne kadar güvenilir olduğunu test etmesi; Ortadoğu’da sırtını Şii üçgenine yaslayarak etki alanını hem Kuzey Irak’ta hem de tüm bölgede ne kadar artırabileceğini görmesi gerekiyor.
Bunun ne kadar süreceğini bilemeyiz. Ama ABD’nin TSK’nın son operasyonları karşısında aldığı tutum moralini şimdiden epeyce bozmuş olmalı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Yeni bir dünya!“
Büyük bir kriz yaşıyoruz.. Bu çağın krizi. Kimse çok mutlu değil. Herkes gelecekten kaygı duyuyor. Şunu görelim; bu kriz bugünden yarına bitmeyecek.. Kriz bittiğinde yeni bir dünya ile karşılaşacağız.
Kriz tek başına ekonomik ya da politik değil, dini, ideolojik, sosyal, kültürel, felsefi.. Sürecin sonuna gelindiğinde birçok ülkenin sınırları, rejimleri ve iktidarları değişecek.. Yeni dengeler oluşacak, yeni bir uluslararası düzen kurulacak.. Bana kalırsa geri dönüşü mümkün değil bu işin.. O eşik aşıldı.
İsrail için yolun sonu. Vatikan eski Vatikan olmayacaktır. AB, ABD, NATO, BM eski şekilde yoluna devam edemez.
1900’ların ortasında faşizmin beli kırıldı, son çeyrekte komünizm çöktü. Bugünkü kriz kapitalizmin krizidir. Siyonizm hem kapitalizm ve hem de uluslararası düzenin koçbaşıdır.
Yeni bir ahlaka, yeni bir felsefeye, yeni bir sanata, yeni bir ütopyaya ihtiyacımız. Bu sürecin sonunda, din algısı, tarih, mezhep, tarikat, mimari, dünya algısı, aile her şey yeniden şekillenecek. Üretim – tüketim ilişkileri, uluslararası ilişkiler ve hukuk düzeni, teknoloji, iktidar ilişkileri sorgulanacak.
Kimse geleceğin dünyasını tek başına ve ötekilere rağmen inşa edemez. Evet inanç toplulukları kendi aralarında bir vahdet, ittihad/birlik oluşturmalı, ama bu yetmez, yeryüzünün bütün erdemli insanları kendi aralarında adalet, barış ve özgürlük temelinde bir ittifak oluşturmalı. Değer üreten herkesle, nimet külfet dengesine dayalı bir itilaf kurulmalı. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun mazlumdan yana, zalime karşı olmalıyız. İşi ehline vermeliyiz..
Yeni dünya düzeninin inşasında, komünizmin, faşizmin, kapitalizmin, siyonizmin kirlerinden arınmalı ve tecrübelerinden yararlanmalı.
Tabii önce devlet değil, önce insan ve aile değişmeli.. Doğru olan bu. Bugün dünyanın geldiği noktada, düne dair kavram ve kurumlarla modern zamanların insanlarının ihtiyaçlarına cevap veremezsiniz.. İnternet, Genom, mikro kozmoz ve makro kozmoz nükleer teknoloji, ulaşım, ileri teknolojilerin hayatımıza kattıkları sonucu bugün yepyeni bir durumla karşı karşıyayız. Gelecek daha da farklı olacak. Bu anlamda geçmişin bilgi birikimi ve geleceğin umudu ile, bugünümüzü yeniden tanımlayacağız. Bilgi, emek, mal ve para serbest dolaşıma açıldı. Eğitim, sağlık alanında önemli gelişmeler oldu, enerji yolları, maden, değerli madenler ve taşlar, jeo politik ve jeo stratejik kaygılar evdeki hesapları altüst etmeye devam ediyor. Ulus devlet bitti. 20.yy kavram ve kurumlarına dayanan Kemalizm de artık yolun sonuna geldi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5