Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, Çözüm Süreci ve HDP var.
İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK
“Elinize Kalaşnikof almadığınız kaldı…”
Kuzey Suriye Projesi’ne, projenin dışarıdaki planlayıcılarına, başta Aydın Doğan grubu olmak üzere içerideki pazarlamacılarına, Türkiye’nin en uzun sınırını cepheye dönüştürenlerin bu işi terör üzerinden nasıl ihale ettiklerine yönelik uyarı yazılarında hep şunu söyledim: “Harita değişince yapacak hiçbir şeyiniz kalmayacak.” Sözümü yönelttiğim çevreler ülkemizin siyasi karar alıcıları ve askeri bürokrasisiydi.
Endişeliydim ve hala öyleyim. Irak işgalinin gerçekleştiği 2003 yılından bu yana adım adım sınırlarımıza dayanan tehlikeyi iyi okuduğumu düşünüyorum. Endişemin kaynağı da burasıydı. Çünkü, Türkiye’yi bölgesel kaos fırtınasının içine çekip istikrarsızlaştırmaya dönük projenin başarısı tamamen Türkiye’nin iç istikrarsızlığından, siyasi belirsizlikten, ataletten ve askeri bürokrasinin isteksizliğinden besleniyordu.
İçeride kaos oluşturup ülkeyi felç etmeye dönük daha önceki denemeler atlatılmıştı ama bu denemeler ülkenin enerjisini önemli ölçüde azaltmıştı. Gezi bu denemelerdendi, 17 Aralık bu denemelerdendi. Ukrayna ve Mısır senaryoları tutmayınca, Erdoğan öfkesi, Ak Parti nefreti oluşturup etnik milliyetçilik ve terör üzerinden yeni bir deneme başlatılmıştı.
Teröre psikolojik destek
7 Haziran seçim sonuçları önemli ölçüde bu projenin eseridir. Müthiş kamuoyu mobilizasyonu içeriye dayatılan bir “dış proje” olarak uygulandı. Sonuçlar üzerinden bir vesayet koalisyonu şekillenecekti. Baktılar bu tür bir koalisyon zora giriyor hemen teröre sarıldılar. Kan üzerinden bir kez daha Türkiye’yi diz çöktürmeye çalıştılar.
HDP projesi, ardından teröre psikolojik destek ve cesaret kampanyası bu ülkede Aydın Doğan’ın medyası üzerinden servis edildi. Paralel çevreler, Doğan grubu, PKK ve DHKP-C üzerinden bir cephe inşa edildi ve bu cephenin her türlü sinsi operasyonu bu grubun yayın organları üzerinden aklanmaya çalışıldı. Öyle ki, Aydın Doğan’ın ve proje için seferber edilen medya timinde yer alanların ellerine bir Kalaşnikof almadıkları kaldı!
Türkiye büyük bir tehditle karşı karşıyaydı. İç politikayı isteklerine göre dizayn etmeye çalışanlar, bu dizayn üzerinden yeni bir oligarşik vesayet peşine düşenler, hükümet karşıtlığı ile kamufle ettikleri yıkıcı planları ile ülkeyi iç savaşa doğru sürükler, etnik ve mezhep kimliği üzerinden cepheleşmeyi biçimlendirir oldu.
Bu cümlenin elbette hesaplaşması olacak
Bu grubun hemen her hafta yayınladığı öfke dolu, ağlak kamuoyu açıklamalarına alıştık. Hiç birine cevap bile vermiyorum. Öyle “alçak”, “kalleş” türü ifadelere bile..
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Bütün yollar erken seçime”
Artık netleşti.
Türkiye erken seçime gidiyor.
MHP’li Semih Yalçın, erken seçim şartıyla kurulacak AK Parti azınlık hükümetine destek verebileceklerini açıkladı.
MHP Genel Başkan Yardımcısı tarih olarak Kasım ayını gösterdi.
“Koalisyon alternatifleri tamamen tükenirse, Kasım ayında erken seçim yapılması koşuluyla bir seçim azınlık hükümetine destek verebiliriz. MHP, Kasım ayına sıcak bakar” dedi.
Semih Yalçın daha sonra sözlerinin çarpıtıldığını belirterek, yeni bir açıklama yaptı.
“Partimizin herhangi bir ‘azınlık hükümeti’ seçeneğine sıcak ve olumlu yaklaşması düşünülemeyecektir”
MHP’de Devlet Bahçeli son sözü söylemeden ihtiyatlı olmalı. O nedenle Semih Yalçın’ın ne ilk açıklaması ne de daha sonra yaptığı, düzeltme de referans olarak alınamaz.
Ama 15 Kasım’da erken seçim yapılmasını ilk olarak MHP lideri Bahçeli önermişti. O nedenle Semih Yalçın’ın ilk açıklaması, Bahçeli ile çelişmiyor.
Bahçeli, MYK üyeleri ve milletvekilleriyle yaptığı toplantıdan sonra, “15 Kasım ve sonrasında seçimi bekleyebiliriz” diye açıklama yapmıştı. Ama MHP lideri daha seçim gecesi yaptığı açıklamada “Erken seçim” ihtimalinin altını çizmiş ve ”Ne zaman olursa, erken seçim olur” demişti.
Bahçeli’nin erken seçim tekliflerini dikkate almak lazım.
Hatırlarsanız DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti devam ederken Devlet Bahçeli, 8 Temmuz 2002 tarihinde Bursa’nın Keles İlçesi’nde Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda sürpriz bir çağrı yapmış ve 3 Kasım 2002 tarihinde seçimlere gidilmesini önermişti.
Bahçeli o gün, ”Madem öyle, TBMM’yi 1 Eylül’de olağanüstü toplantıya çağıralım, 3 Eylül’de erken seçim kararı alalım, 60 günlük seçim takvimi içerisinde seçim tarihini 3 Kasım olarak belirleyelim” diye açıklama yapmıştı.
Bahçeli bu açıklama ile sadece koalisyonu bitirmemiş, aynı zamanda bir devri kapamıştı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK
“Aldatılmışlık sendromumuz ve biz…”
Değerli meslek büyüğüm Mehmet Barlas’ın pazartesi günkü “Siyasetin üzerinde ‘Aldatılmışlık sendromu’ var” başlıklı yazısını okurken, aklıma gelenleri karalamaya çalışacağım bugün.
Şöyle diyordu Barlas…
“ (…) şu anda çok sağlıklı beyinleri ve çok geniş kesimleri de etkileyen siyasal ruh durumunun ‘Güvensizlik krizi’ olduğunu görmemiz gerekir. Bunu ‘Aldatılmışlık sendromu’ şeklinde de niteleyebiliriz.
(…)
Acaba ‘Aldatılmışlık duygusu’nun ağır bastığı bu süreci ne zaman geride bırakabileceğiz? Yargının, polisin bünyesinde açılan paralelci yaralar ne zaman onarılmış olacak? Türkiye’yi kanlı terör eylemlerine sahne kılanlar, ellerini demokrasimizden ve istikrarımızdan ne zaman çekmeyi akıl edebilecekler?”
Barlas’ın dikkati çektiği bu önemli konu üzerinde ben de düşünüyorum uzun süredir. Çünkü aldatan ile aldanan arasındaki ilişkinin doğru şekilde tahlili ile ancak bu süreçten en az hasarla ve neden olmasın ciddi bir başarıyla çıkabiliriz.
Nedir o başarı?
Huzurlu, özgür, müreffeh ve mutlu insanların yaşadığı demokratik bir Türkiye… Kimliği, mezhebi, etnisitesi, meşrebi, cinsiyeti, sosyal grubu ne olursa olsun, insanlarının eşit ve güvende oldukları bir memleket. Bizim memleketimiz…
Aldatanlar üzerinde hükmümüz olmadığına göre, aldananlar olarak doğru duyguları ve doğru düşünceyi yakalamak gerekiyor. Çünkü aldatılma öfke yaratır ve öfke aklı perdeler.
Aldatılma hikâyemiz oldukça eskidir ve heyulası eski Türkiye devletinin üzerinden eksik olmamıştır. Devletin kendi vatandaşını tehdit olarak görmesinin kökleri, çözülme yüzyılı olan 19. asrın tamamında ve 20. asrın ilk çeyreğinde bulunabilir.
Genç Türkler’in 2. Abdülhamid’i hal etmeleriyle başlayan reform girişimleri Arnavutluk, Makedonya, Batı Trakya, Bosna Hersek, Trablus ve Bingazi’nin kaybıyla sonuçlanmıştı.
“Genç Türklerin uğradığı düş kırıklığı hızlı ve derin olmuştu” der Toynbee…
Barlas’ın bahsettiği aldatılmışlık, kuşatılmışlık ve korku hislerinin tepe yaptığı nokta Balkan Savaşları’nda yaşanan felakettir. Özellikle Arnavutların isyanı büyük depresyona yol açmıştır.
Oysa aynı düş kırıklığını, İttihatçılara güvenerek ittifak yapan Osmanlıcı liberaller, Hıristiyan, Kürt teba ve diğerleri de yaşıyordu. Çünkü İttihatçılar’ın 1908 ile uygulamaya koyduğu reformlar, Osmanlı’nın en kudretli döneminde dahi aklına getirmediği bir Türkleştirme operasyonuna dönüşmüş, demokratikleşme sözleri ya tutulmamış, ya da tutulamamıştı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Meczup siyaseti (2)“
Yeminli muhalif kesimde yeni bir “gazetecilik yeter kriteri”, daha doğrusu zırvalığı peydah oldu. Türkiye siyasetini Erdoğan’a, mesleki çabayı onunla mücadeleye, hesaplaşmaya ve ona meydan okumaya indirgeyen bu kriterler keskin kural ve yasaklar içeriyor. Listeler tek tip ama uzun:
Diktatörlük ithamını şiar edinme, AK Parti’ye koşulsuz öfke, cumhurbaşkanının yolsuzluk yaptığına yeminli inanç, 17-25 Aralık olaylarını sadece yolsuzluk dosyalarıyla tanımlama, darbe kelimesini telaffuz ettirmeme, iktidara yakın gazeteler ve televizyonlarda yazmama, konuşmama, cumhurbaşkanının uçağına binmeme ve devamı…
Oraya buraya kümelenen kah öfkeli, kah takıntılı “post-mortem kahramanlar”, gazeteciliği kurtaran “genç ve yaşlı arslanlar” edasıyla, bu zırvalıkları etik kuralmış gibi takdim ediyor.
Bu güruh, özellikle Etyen Mahçupyan ve benim gibi, AK Parti ve Erdoğan’ı desteklediği kadar eleştirenlerden hiç hoşlanmıyor ve biteviye taşlıyorlar. Destek ve eleştirinin biraradalığı sakil kriterlerine gölge düşürüyor, çünkü. Erdoğan’ın herkesi susturduğu, her eleştirenin gazete ve televizyonların kapısına konduğu iddialarında delikler açılıyor. Böyle olunca, rahatlamak ve haklılıklarını kanıtlamak için yaptığınız eleştirileri “naylon”, “sahte”, “kullanışlı”, “göstermelik” ilan ediyorlar.
Onlardan birisi benimle ilgili şunları yazıyor: “İktidar dolaylarından ısırık da alırım, iktidara itaat etmemenin parsasını da toplarım iştahı (…) Sofradaki varlıklarıyla baskı, sansür, Alo Fatih suçlamalarına karşı iktidara ‘Bakın sofrada kimler var, bizi eleştiren herkese bir şey demiyoruz” malzemesi sağlayan Hansel…”
T24’ün sahibi, ağabeylerinin, etrafındaki müptezellerin taşlama ricacısı ve söz konusu güruhun temsilcilerinden Doğan Akın bu satırları yazan…
Elbet öfke, intikam ve ucuzluk boyutu da var bu işin. Akın’ın Etyen’e ve bana dair şu satırları ne kadar çıplak: “Onlarca, yüzlerce gazeteci, yazar, sırf hoşa gitmeyen fikirleri, haberleri nedeniyle gazetelerinden, televizyonlarından atılsın, ama sizin köşelerinizin üzerinde güneş batmasın. Konjonktür gerektirdiğinde eleştirdiğiniz ‘amiral gemileri’ne asker yazılmak için önünüzü ilikleyerek kuyruğa da girin, köşe de yazın…”
Bu efendiler şimdi hesap soruyor!
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Çamura yatacağınız o zamandan belliydi!“
Henüz ortada çözüm süreci, Erdoğan’ın ünlü Diyarbakır konuşması, Öcalan’ın “Fazla Osmanlıcı olmuş” dedirten Nevruz mesajı, Şivan Perwer’le İbo’nun “Megri” düeti, PKK’nın sınır dışına çekilme kararı yok…
Tarih, 2012…
Söylemesi ayıptır, bugünkü HDP’nin (o günkü BDP’nin) niçin Kandil’siz adım atmayacağını birinci ağızdan tanıklıklarla ortaya koymuş, barış ihtimalinin niçin Kandil’in (ve tabii HDP’nin) uykularını kaçırdığını/kaçıracağını “kendimce” belgelemiştim.
Sevimli bir pozisyon değildir “Ben demiştim” demek ama ben demiştim. Yine söylemesi ayıptır, bugün yaşananları (PKK’nın çamura yatacağını, Kandil’e karşı irade koyamayan siyasetçilerin esasında hiçbir şey olduklarını, daha çok demokrasinin “dağdakileri” belirleyici aktör olmaktan çıkaracağı için PKK’nın silah bırakmaya yanaşmayacağını) öngörmüştüm.
Bakılım öyle miymiş?
Prof. Dr. Mehmet Özcan, “Terörün Matruşkası: KCK” diye bir kitap yazdı. Kitabı henüz görmedim. Hakkında yazılan yazıları ve yazarıyla yapılan röportajları okudum.
Özcan, öteden beri bu meselelere (özellikle terör ve PKK meselesine) kafa yoran bir isim.
Kitabın bütünü hakkında malumat sahibi değilim ama özellikle iki alıntı (iki tanıklık) ilgimi çekti.
Birincisi, BDP milletvekili Aysel Tuğluk’un sözleri.
Diyor ki Tuğluk: “ÖCALAN/KCK/PKK/DTK birlikteliğinden bahsetmek, herkesin bildiği bir sırrı ifşa etmekten başka bir anlama gelmeyecektir. ÖCALAN ne kadar BDP’nin içindeyse BDP de bir o kadar DTK’nın hatta KCK’nın içindedir.”
İkinci söz, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’a ait: “KCK operasyonları adı altında parti meclisi üyemiz, belediye başkanımız, bütün parti çalışanlarımız tutuklanıyor. KCK buysa KCK genel başkanı ben oluyorum.” (Bu operasyonların Cemaat polisleri tarafından yapıldığını belirtelim. Aynı Cemaat bugün KCK ve Demirtaş destekçiliği yapıyor.)
Demirtaş’ın sözlerini KCK operasyonlarına tepki olarak değerlendirebiliriz. Nitekim BDP’de siyaset yapan çok sayıda ismin KCK soruşturması çerçevesinde tutuklanması, benzer tepkilere yol açtı. Yani, Demirtaş’ın sözleri, burada, itiraf değeri kazanmıyor. (Hem itiraf değeri kazanmıyor, hem de haklı bir tepki yerine geçiyor.)
Fakat, Tuğluk’un sözleriyle (itiraflarıyla) paralel bir okumaya tabi tuttuğumuzda, Demirtaş da (zımnen) aynı şeyleri söylemiş oluyor: PKK aynı zamanda KCK, DTK ve BDP’dir… BDP de (yani HDP de) PKK’nın bir alt birimi, bir cüzü, bir parçasıdır.
Bu beyandan ne çıkar?
Esasında bir şey çıkmaz. Legal ya da illegal, bu örgütler arasındaki içiçelikten ya da birliktelikten söz etmek, Aysel Tuğluk’un da altını çizdiği gibi, “herkesin bildiği bir sırrı ifşa etmekten” öte bir anlam taşımayacaktır.
Burada bizi, hususen, “meşru siyasete” yönelen, yöneldiğini söyleyen BDP (bugünkü HDP) ilgilendiriyor. Ki, bir “temsil”den geldiği için, kulak vermemiz gereken tek ve yetkili organ yerine geçiyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BERİL DEDEOĞLU-STAR
“PKK terörü: Eskiye dönüş baskısı”
TSK’nın sitesindeki verilere göre, 27 Temmuz-2 Ağustos arasında, doğru sayabildiysek, PKK’nın 124 saldırısı olmuş. Bu saldırılarda kaç asker ve polisin hayatını kaybettiğine dair resmi bir döküm bulunamasa da, basın-yayın kanalları yaklaşık can kabının 20 olduğunu bildiriyor; ağır yaralıların sayısı hakkında ise bilgi daha sınırlı. Bu arada kaç militan öldürülmüş, kaç kişi tutuklanmış, buna dair de resmi bir bilgilendirme bulamadığımızı belirtmek gerekiyor.
Yine TSK sitesine göre, PKK saldırılarının büyük bir kısmı, 36 tanesi Hakkari’de, 21 tanesi de Şırnak’ta gerçekleşmiş; ardından Van ve Diyarbakır geliyor. Saldırıların gerçekleştiği diğer iller ise, eylem sayısına göre sırasıyla Mardin, Erzurum, Şanlı Urfa, Ağrı, Bitlis, Kars, Batman, Bingöl, Tunceli, Iğdır ve Hatay.
Eylemler, çoğunlukla karakol ve askeri üs saldırıları, seçili kişileri öldürme, mayın ya da başka tür patlayıcılarla yol kesme şeklinde gerçekleştirilmiş; bazılarında uzun namlulu silahlar ile uçaksavar makineli tüfekler kullanılmış.
Eylem listesinde dikkat çeken, yukarıda adı geçen illerin, geçmişte yapılan saldırılarla aynı yerler olması ve bu bölgelerdeki eylemlerin adeta bir sıra takip etmesi.
Eski usul örgüt
Bu sınırlı bilgiler bile, PKK’nın ne denli eski usul bir terör örgütü olduğunu göstermeye yetiyor. Bununla birlikte, anlaşıldığı kadarıyla yaptığı terör biçimi nedeniyle Türkiye’yi de eski usul davranmaya zorluyor.
Eski usulden kasıt, muhtemelen Türkiye’nin iç ve dış siyasetinin terör yoluyla yönlendirilmesi. Bu durumda Türkiye ne yapıyor ya da yapmıyor ki, PKK kan dökerek Türkiye’yi bir yerlere sevk etmek istiyor diye sormak gerekiyor.
Bu soruya yanıt bulmak çok kolay değil, ancak görüldüğü kadarıyla PKK öncelikle HDP’nin siyasi bir oyuncu olmasını istemiyor denebilir. Diğer bir ifadeyle PKK, Kürtlere dair konuların yasal, meşru ve barışçı ortamlarda çözülmesine karşı. Terör yoluyla sadece hükümetin demokratik adımlar atarak yurttaşlarının tümünü kazanma girişimlerini baltalamıyor, aynı biçimde Kürt halklarının da Ankara’ya olan bağlılıklarını rehin alıyor.
PKK’nın doğrudan devletle başlattığı bu savaş, olayların yaşandığı illerin komşu devletleriyle son derece yakından ilintili. Zira PKK, bir yandan Türkiye’de Kürt sorununu bir güvenlik meselesine dönüştürmüyor; aynı zamanda Türkiye’nin Irak, Suriye ve hatta İran’daki Kürtlerle de, bu ülkelerin merkezi hükümetleriyle de ilişkilerine zarar veriyor.
Yeni Türkiye
Sonuç itibarıyla PKK’nın siyaseten içerideki Kürtlerin dışlanmasıyla birlikte dışarıdaki Kürtlerin de dışlanmasına yol açacak bir baskısı söz konusu. Türkiye aynı anda IŞİD’le ve diğer radikal örgütlerle de mücadele ettiğine göre, yakın coğrafyasında, bir sonraki evrede, doğrudan ilişki kurabileceği kesimlerin daralma ihtimali bulunuyor. Dolayısıyla PKK, kabaca “Türkiye’ye ya Ortadoğu’dan çık ya da başka ilişkiler kurarak gir” diyor.
PKK’nın kendi başına bu büyük resmi ne yönlendirmesi ne de yönetmesi mümkün; ayrıca Türkiye’nin sırf PKK bu yönde baskı yapıyor diye razı olması söz konusu bile olamaz. Ancak PKK’yı aşan bir akıl varsa ki öyle gözüküyor, Türkiye’nin PKK yerine ona bakması uygun olur. Diğer bir ifadeyle, Türkiye güçlü bir ülke olarak PKK’yı değil, onu sahaya süreni muhatap almalı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
CEM KÜÇÜK-STAR
“3.000 Kişilik Şerefsizler Listesi”
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, iki gün önce Kandil ve PKK’nın emrindeki HDP’ye çok ağır yüklendi. PKK’ya bırakın tavır almayı, Kandil’deki teröristlerin sözünden çıkmayan HDP şehitlerimiz için daha ağzını açamadı.
Eşinin yanında şehit edilen, uyurken kafasına sıkılan polislerimizin bir katili de HDP. İşte Bahçeli bu HDP’yle ilgili şu açıklamayı yaptı:
“HDP, çözümü çok aşmış, sürekli taviz ile Türkiye’den beklentileri var. Irak’ta Suriye’de İran’da oluşturmaya çalıştıkları 4 parçalı Kürdistan’ın Kuzey ayağı üzerinde çalışmalarının sürdüren bir hain güruhudur. Halktan destek almış. Silahı dayayarak, ‘248 köyden 248’ini de istiyorum, yoksa içinizden istediğimi çeker vururum’ oy tehdidiyle bir topluluk yaratılıyorsa, öbür taraftan İzmir’de, Marmaris’te yazlıklarında yatıp AKP’nin olmasın diye oyunu MHP’ye vermeyen, ama HDP’yi Meclis’e taşıyan zavallılar, Türkiye’nin kaymağını yiyenler, boğazda yalılarda viskisini yudumlayıp oyunu HDP’ye veren şerefsizler. Şimdi, HDP ile koalisyonu kurun.”
Bahçeli’nin bu sözleri yenilir yutulur değil. Boğaz’da yalılarında viski yudumlayan şerefsizlerin HDP’ye oy verdiğini açık açık söyledi Bahçeli.
Bu açıklamalardan sonra Devlet Bahçeli’nin danışmanı Metin Özkan bir televizyon programında “Kimlerdir? İsterseniz çantamda listesi var, ama 3 bin kişi açıp burada saymayayım. Zamanımız kalmayabilir” dedi. Özkan böylesine bir liste olmasının “fişleme olmadığını”, ancak MHP’nin “her türlü yanlışı not ettiğini” de söyleyerek sözlerini şöyle bitirdi: “Biz MHP olarak kimseyi fişlemeyiz. Ama MHP yapılan her türlü yanlışı not eder.”
Bahçeli ve Özkan’a göre HDP’ye oy veren 3.000 kişilik zengin, Boğaz’da oturan, yazar, işadamı bir şerefsizler listesi var. Ben demiyorum bunu. Böyle şerefsizler var mı bilmiyorum ama HDP’ye oy veren bazı isimleri biliyorum. Bu isimlerin kendileri HDP’ye verdiklerini açıkladılar.
Sırf Erdoğan’dan nefret ettikleri için, AK Parti iktidardan düşsün diye HDP’ye oy verdiler. Yani askerimizi, polisimizi şehit eden, Türkiye’yi yangın yerine çevirmek için puştluk yapan, enseden kurşun sıkan PKK’ya meşruiyet verdiler. Yeter ki Erdoğan gitsin ama Türkiye batabilir mantığında olan bu güruh Kandil’le ortak çalıştı.
Mesela televizyoncu Murat Saygı, oyuncu Beren Saat, CNN Türk Genel Müdürü Barış Tünay, Ahmet Hakan, Cüneyt Özdemir, Fatih Portakal, Şirin Payzın, Can Dündar, Cem Boyner, Ümit Boyner gibi isimler HDP’ye oy verdiler. Doğan Grubu, HDP’yi destekledi, PKK’yı güzelledi. Hürriyet ve CNN Türk 10 Ağustos 2014’den 7 Haziran’a kadar her gün Kandil ve PKK’yı demokrasinin gül bahçesi olarak sundular. Selahattin Demirtaş’ı saf ve temiz bir Anadolu insanı gibi gösterdiler. Tek dertleri vardı, Erdoğan nefreti. Bu nefret seküler cenahın PKK’yı desteklemesine vesile oldu. FETÖ mensubu gazeteci, akademisyenleri yazmıyorum bile. KCK’dan 14.500 kişiyi gözaltına alıp 8 binini tutuklayan FETÖ’cüler PKK’lı da olur, DAEŞ yanlısı da.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Barış çağrıları sadece bunları yapanları etkiler”
Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur… Savaş, barış, özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi konulardan herhangi birisini Google’a yazın… Binlerce özdeyiş çıkar karşınıza. Aynı şey “Terörizm” için de söz konusudur.
Bütün mesele bu kavramlara hangi yandan baktığınıza bağlıdır… Eğer terörizmi siyasetin bir aracı olarak gören kesimdenseniz, size göre demokrasiyi ve istikrarı “Devlet terörü” tehdit etmektedir. Terörün ve şiddetin egemen olduğu dönemlerde “Barış” için yayınlanan bildirilere de, bu tür farklı eğilimler yansır…
Hep aynı durum
Meşru siyasetle terörizmi aynı kefeye koyan türdeki bildiriler barışın yolunu açacak yerde, bildirilerde imzaları olanlarla olmayanlar arasındaki kavgaları başlatır. Bu durumun defalarca tekrarlandığını, bitmez tükenmez gerginliklerle dolu siyasal yaşamımızda sürekli görmüş olmamıza rağmen, birileri bu tür bildirilerle siyasete yön verebilecekleri yanılgısından hiç kurtulamazlar. “Aydınlar” ya da “Akiller” olarak kendilerini niteleyenlerin imzalarını taşıyan son bildiriler dolayısıyla aynı gerginliklerin yaşandığına bir kez daha tanık olmaktayız.
Kimi etkiler ki?
Bu tür bildirilere imza atanlar veya toplu açıklamalara katılanlar, yaptıkları çağrıların kopartacağı gürültüyü beklemek ve egolarını cilalamak yerine, bu çağrıların kimin üzerinde yönlendirici etki yapabileceğini hesap etseler herhalde daha doğru olur…
Düşünün ki Kürt seçmen tabanına dayanan HDP’nin yöneticileri “Biz silahlarınızı bırakın desek bile PKK bunu dinlemez ki” içerikli açıklamalar yapmaktalar… Daha ötesi var mı? Abdullah Öcalan’ın “Silahları bırakın” diyerek yaptığı çağrılar bunların üzerinde etkili mi oldu?
Herkes eşit mi?
Türkiye coğrafyasının önemli bir bölgesinde güvenlik güçlerine tuzaklar kuran, kentleri kana bulayan terörizme karşı, ülkenin bütünlüğünü ve toplumun güvenliğini korumaya çalışan devletin ve hükümetin, kendileri ile PKK’nın aynı kefeye konulduğu ve “Silahlar karşılıklı bırakılsın” denildiği bildirileri ve çağrıları ciddiye alması mümkün müdür?
Nitekim son bildiriler ve çağrılar da, bunları seslendirenler üzerindeki lehte ve aleyhteki tepkilerden başka hiçbir etki yaratmadı. Çünkü olay, hem iç hem de dış kaynaklı gelişmelere dayalı karmaşık bir yapıda… Ortadoğu’da haritaların yeniden çizildiği bir geçiş döneminin bizim siyasi coğrafyamıza da yansımasını izlemekteyiz…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MELİH ALTINOK-SABAH
“Muhataplık”
2.5 yıllık Çözüm Süreci boyunca Kandil defalarca süreci sabote etti. Siyasi iradenin bölgede fiili durumu sürdürmek için aldığı riski, barış karşıtı unsurların simetrisinde savaşa hazırlık için istismar etti. Provokasyonları karşısında AK Parti hükümetinden ve devletten beklediği refleksi, sertleşmeyi göremeyince de ardı ardına “süreç bitti” açıklamaları yaptı. Ama her defasında aklıselim hâkim geldi. Ta ki bugüne değin.
Yasal kanatları HDP’nin 7 Haziran’da aldığı yüzde 13’lük oyu, devleti terör karşısında doğal reflekslerine döndürmemek için çalışan siyasi iradeyi tasfiye amacıyla kullanmasıyla son başladı. Kandil daha da fütursuzlaştı ve her gün şehitlerin geldiği bir tabloya geri döndük.
Açık konuşalım, artık ne yazık ki geride bıraktığımız Çözüm Süreci koşullarını işletemeyiz. Masayı canlarımızın üzerine deviren PKK ve HDP ile dünkü gibi bir ilişki modeli artık mümkün değil. Devlet, uluslararası meşruiyeti olan meşru müdafaa hakkını elbette kullanacak.
Gelinen aşamada başından beri barışı savunan kesimlerin bu somut durumu görmeden PKK çevresine yeniden kredi açılması talepleri ya da HDP’yi bağımsız bir irade olarak konumlandırmaları romantikliğin ötesine geçmiyor. Bu kişilerin çoğu tanıdığımız, iyi niyetlerinden de şüphe etmediğimiz isimler. Ne var ki barışın şimdi ihtiyacı olan; diyaloğu bozan tarafın açıkça tanımlanması ve onun ciddi bir özeleştiri vermesi için sıkıştırılması… Sanki bunca provokasyon yaşanmamış gibi, tarafların pozisyonlarını eşitleyen yaklaşımlar, yeniden aynı sona şahit olmamızdan başka hiç işe yaramayacak. Daha da kötüsü bu klişe tutum, megalaidealarını barışın ve çözümün önüne koşan PKK çevresinin ilkesiz stratejisinin meşrulaştırılmasına hizmet edecek.
Kürtler taraf değil
Çözüm Süreci’nde muhataplık konusunda Hükümet cephesinin dillendirdiği yaklaşımın da gözden geçirilmesi gerekiyor. Çünkü “Artık muhatap Kürt halkıdır” şeklinde formüle ettiği klişe her açıdan sorunlu.
Birincisi, devlet, halkının bir kesiminin gasp edilmiş haklarının iadesi konusunu pazarlık mevzusu yapamaz. Bu süreç, söz konusu hak gasplarının üzerinde varoluşuna meşruiyet yaratan silahlı grupla ilişkilerden bağımsızdır. Dolayısıyla öncelikli olarak Kürt sorunuyla özdeşleşme konforunu yaşayan terörist yapının silahlı mücadeleyi terk etmesini hedefleyen Süreç’te, durumları istismar edilen halk taraf ilan edilemez.
Kürtlerin sürecin muhatabı olarak kabul edilmesinin ikinci problemi de, son dönemlerdeki demokratik kazanımların, PKK’nın varlığı ve silahlı eylemleriyle gerekçelendirilmesi propagandasını güçlendirmesi. Hükümetin Kürtlere “90’lara dönüyoruz” korkusu yaşatmamak ve klasik devlet jargonuna zarar vermemek için bu söylemi dillendirdiği elbette hepimizin malumu. Ne var ki barış açısından içinde bulunduğumuz kritik aşamada artık hepimiz için en çok ihtiyacımız olan şey açıklığı elzem kılan cesaret.
ENGİN ARDIÇ-SABAH
“Kim okkalayacak?”
Muhalif basının saçmasapan gündeminden bize ekmek çoktur efendim, Allah cem-i cümlesine bereket ve de kalemlerine kuvvet versin…
Dün bir postalcı gazeteyi karıştırırken gözüme ilişti: Koalisyon görüşmelerinden bir türlü sonuç alınamıyor ya, bunun “Papalık usulü” yapılmasını istiyorlar.
Yani şöyle: Seçici kardinaller bir odaya kapanıyorlar, bir isim üzerinde anlaşmaya varana kadar dışarı çıkmaları yasaklanıyor. Papa seçildiğinde bir ateş yakılıyor, bacadan çıkan duman da meydanda toplanmış binlerce katoliğe işin bittiğini haber veriyor.
Yazar arkadaş bizde de böyle yapılmasını öneriyor.
Gerçi muhalefet çevrelerinde papaz çoktur ama, bunları günlerce bir odaya kapatmak zor.
Üstelik Papa seçimi sürecinin, arkadaşın unuttuğu bir küçük ayrıntısı daha var:
Papa seçilen kardinal, ortası delik bir iskemleye oturtulur. Kısmetli kardinallerden biri de (onu nasıl seçiyorlar bilemiyorum) iskemlenin altından elini uzatarak “Papa’nın erkek olup olmadığını” kontrol eder.
Diyelim ki koalisyon kuruldu, en büyük parti AKP olduğuna göre de başbakanlık elbette bu partiye düştü.
Başbakanı kontrol etme görevini küçük ortaklardan kim üstlenecektir?
Peki altı okka çıkarsa üzülmeyecek midir?
***
Troçki’nin Büyükada’daki evi satılıkmış. Yani, Troçki’nin dört yıl kadar kiracı olarak oturduğu Arap İzzet Paşa köşkü. Üç kat, on sekiz oda, beş salon, dört banyo.
Köşk şu anda yarıdan çoğu yıkılmış bir mezbelelik halinde, “mail-i inhidam”…
Dört milyon dört yüz bin dolara satılıkmış. Alacak olan hovarda bu mezbeleliği yıkıp yerine kafasına göre havuzlu mavuzlu bir villa yapamaz, aslına uygun olarak yerinden inşa etmek zorunda (umarım birileri akıl edip “rölövesini” çıkarmışlardır…)
Zevzeklik noktası şu: Müze yapılması öneriliyormuş!
Adam toplam sekiz-on milyon dolar harcayacak, sonra da oturmayacak, müze yapacak… Diyelim kişi değil de hayır sahibi bir kuruluş aldı, belediye falan, müze yaptı, sorumuz da şu: İçine ne koyacaksınız?
Komünistleri doldursan, ekmek isterler su isterler. Bakımları zor. (Vanessa Redgrave’i getirtip oturtabilirsiniz, hayatta kalan son ünlü Troçkist.)
Troçki’nin ülkemizdeki misafirliğinden bize kalmış hiçbir eşya yok. Birtakım panolar falan koyacaksınız, şimdilerde Fethullahçı yazılmış eski ve şişman Troçkistler de gelip huşu içinde gezecekler… Kaç liralık bilet keseceksiniz ve yatırdığınız parayı kaç yüzyılda çıkaracaksınız?
VEDAT BİLGİN-AKŞAM
“Aydın sorumluluğu”
Hemen aklınıza ‘hangi aydınlar?’ sorusunu sormak geliyor olabilir. Bir ülkede aydın sorumluluğundan bahsediliyorsa tereddütsüz bir biçimde herhangi bir ayırmaya gitmeden, aydın olma vasfının bir parçası olarak bazı tavırlardan bahsetmek gerekir. Bunların başında gelen, aydının insan haklarına, ülkesine karşı duyması gereken sorumluluklardır. Bu sorumluluklar, yaşama hakkını, özgürlükleri, ülkenin bağımsızlığını yani başka ülkeler karşısında eşit varlığını savunmak gibi hususlardır.
Toplumsal barışı savunmak, teröre karşı tavır almak insanların bütün özgürlüklerini kullanmasının temel şartıdır. Aydınların içinde yaşadıkları toplumda, siyasete, ekonomiye, toplumsal ve düşünsel sorunlara karşı eleştirel tavır alan, bu konularda fikir ortaya koyan kimliklerinin arkasında bu temel işlevi yerine getirmekte tereddüt göstermemelerinin sağladığı toplumsal meşruiyet vardır.
Teröre dayalı strateji
Türkiye’de terör örgütü işin başından bu tarafa bir siyasi stratejiye dayanan eylem planına sahiptir. Terör örgütünün bu stratejiyi uygulamada ortaya koyduğu politikalar, takip ettiği taktikler iyi kötü Stalinist politik mücadele tarihinden haberdar olanların bildiği konulardır. Anti demokratik siyasi mücadele literatüründe kutsanan ‘devrimci savaştan’, ‘silahlı propagandaya’; ayaklanmadan, kurtarılmış bölgeler kurmaya kadar, birçok eylem biçimi, bu devrim stratejisinin başarısı için ortaya konmuştur.
“PKK terör örgütünün çeşitli yayınlarına bakıldığında da, sosyalist mücadele stratejisini söz konusu yayınlardan özetleyen, taklit eden sözüm ona, analiz edip uyarlayan bilmem kaçıncı sınıf, bir dolu kitap, broşür bulmak zor değildir. Bir anlamda örgüt devrimci şiddeti, devrimci halk savaşını nihai amacına ulaşmak için hiç saklamadan açıklamış ve savuna gelmiştir.”
Peki ne olmuştur da örgüt önce çözüm sürecine katılmış, sonra vazgeçmiştir, bütün bu ‘devrimci mücadeleyi’ bir tarafa koymuştur? Bu soru, örgütün bütünüyle bu söylemini, yani onun sosyalist bir mücadele verdiğini ciddiye alanlar için anlamlıdır. Mesele şudur, örgüt Ortadoğu şartlarında bütünüyle Batı’nın çizdiği yapay sınırlar içinde yaşanan istikrarsız yapının ürettiği sorunların bir parçasıdır. Bu coğrafyada bu tür terör yapıları ya ülkelerin birbirlerine karşı mücadelede kullandıkları siyasal istihbarat çalışmalarının bir ürünü ya da Batı’nın bölgeye müdahalede kullandıkları araçlardır. Çoğu kere de bu örgütler her iki işi birlikte yaparlar.
İradesi özgür olmayanların sorumluluğu
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM
“Barışınız yalan, savaşınız haince”
Bir şehit annesi ağlamamak için niye inat eder? Genç yaşta oğlunu toprağa vermenin acısına nasıl direnir? Gözyaşlarına nasıl hâkim olur? PKK saldırısında şehit düşen asker annelerinin tepkilerini doğru çözümleyemezsek içine yuvarlandığımız bu kanlı sarmalı anlamamız da mümkün olmaz.
Suruç katliamının ardından başlayan terör eylemlerinin hiçbir meşru dayanağı bulunmuyor. Kürt haklarıyla hiçbir bağlantısı yok. Asker, polis ve sivil ölümleri bir kan davasına, düşmanlığa ve hayatta karşılığı olan bir gerekçeye de dayanmıyor. Kürt’ün Kürt’ü, Kürt’ün Türk’ü öldürmesini gerektirecek bir iklimde yaşamıyoruz. Ne Suriye, ne de Irak burası. Bu topraklarda kanlı bir kaos hüküm sürmüyor.
O halde bu gençlere neden kıyıldı? Evladını toprağa veren ananın gözyaşlarına hâkim olmasının sırrı da bu soruda yatıyor. Ağlamayan o anne, oğlunun öldürülmesinde katıksız bir kötülük görüyor. Anlaşılmaktan uzak, nedensiz bir cinayet… Bu kötülüğe karşı gözyaşlarını tutarak tepki vermeyi yeğliyor; şehit anasının davranışı, bu katil ruha asla teslim olmama kararlılığını yansıtıyor. İnsanlık, bu katil ruha boyun eğemez, bu zorbalığa teslim olamaz.
Savaşı “siyasetin başka araçlarla devamı” olarak gören soğuk analizler, kuşkusuz evladını kaybetmesine karşın gözyaşlarını tutmakta inat eden bir anneyi anlayamaz. “Taraflar masaya dönsün” diye ruhsuz çağrılar yapan “akil insanlar”ın da şehit anasını anlama ihtimali yok. Uykudaki polisi, babasıyla telefonda konuşan askeri, misafirlikten dönen komutanı, alışverişe çıkan subayı, eşi ve çocuklarıyla yemekteki sivili öldüren bu katil ruhu hiçbir şey olmamış gibi masaya çağırmak, konuşup anlaşmaya kalkmak hem gerçekçi değil, hem de vicdani. Türkiye, bu ahlaksız şiddete karşı dik durmayı beceremezse birliğini ve beraberliğini kaybeder.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Sıcak”
Havalar sıcak. Sadece havalar değil gündem de sıcak. Ekonomi de sıcak, siyaset de..
Sıcak günler bütün yaz boyunca devam edecek..
Askeri Şûra tamam.. Bugün şûrada son gün. Bugün alınan kararlar Beştepe’nin onayına sunulacak. Sırada hükümet ve seçim kararı var. Tabii hükümetin nasıl kurulacağı ve seçime giderken parlamentoda alınacak kararlar, hükümetin nasıl teşkil olacağı, icraatları ve ardından yeni seçimde adaylar ve seçime kadar geçecek süre hep sıcak bir gündem oluşturacak.
CHP ile koalisyon görüşmelerinin sonucu da bu akşam AK Parti Genel Merkezindeki müzakerelerden sonra belli olacak.. Ve tabii bundan sonraki yol haritası da aynı şekilde.
Ekonomide acil bir alarm yok. Ama terör ve sınır güvenliği, bölgedeki sıcak gelişmeler hep gündemde olacak..
Paralel ve derin çete Erdoğan’ı ve arkadaşlarını UCM’ye götürmek için girişimlerini sürdürse de nafile bir çaba gibi duruyor bu girişimler.. Gezi benzeri bir ayaklanma da artık çok zor.. Derin devlet, paralel devlet, PKK, DHKP-C, DAEŞ, İsrail, Tapınakçılar, Esed, malum media, STK görünümlü Truva atları, Soros, Blacksand hepsi birlik oldu, ama sonuç ortada.. Türkiye; Suriye, Irak, Afganistan, Irak ya da Ukrayna olmuyor..
Eğer seçim kasımın son haftasında yapılacaksa, bir önceki hafta da G20 zirvesi var Antalya’da. Erdoğan’ın Çin’le başlayan turları ABD ile devam edecek.. Sırada Japonya da var.. Bu G20 zirvesi konjonktürel olarak bölge ve Türkiye’nin dış politikası açısından son derece önemli. Tabii diğer ülkeler açısından da büyük bir önem taşıyor. Kasım zirvesi dünya barışı ve uluslararası ilişkiler açısından milat olabilir…
On5yirmi5