Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, HDP’nin tavrı ve çözüm süreci var.
HAYRETTİN KARAMAN-YENİŞAFAK
“Çözüm için akıl yeter mi?”
Ortada bir anlaşmazlık, bir kavga, bir çözümsüzlük varsa bunun taraflarından yalnız biri veya birkaçı akıllı, diğerleri akılsız mıdırlar?
Bu soruya benim vereceğim cevap açıktır: Her biri kendine göre akıllıdır ve aklına göre doğru/uygun olanı yapmaktadır.
Akıl iki tarafı kesen bir kılıç gibidir; hayır da üretir, şer de üretir.
Tarih boyunca dünyanın başına bela, milyonlarca canın ve sayısız servetin mahvına sebep olmuş liderler ve aletlerinin içinde deli (akılsız) olanı varsa da azdır.
Allah kullarına akıl vermiş, ama bunu yeterli görmediği için bir de peygamber göndererek aklın iyiye yönelmesi ve hayır üretmesi için yol göstermiş, aklı imana, ahlaka, dolayısıyla adalete çağırmıştır. İblis gibi aklına güvenen, aklı ile yetinen, ilâhî irşada kulak asmayan, hatta isyan eden insanları uyarmış, bu yolda devam ederlerse hem dünyada hem de ebedi hayatta zararlı çıkacaklarını açıklamıştır.
İlâhî irşada (Kur’an’a ve Hadislere) göre iki taraf arasında bir kavga varsa imanlı ve âkıl insanlar önce kavganın sebebini araştırırlar, haklı ile haksızı anlayıp ayırdıktan sonra haklının yanında yer alarak haksıza karşı dururlar.
Ak Parti iktidarından önceki uzunca yıllarda Doğu’daki Kürt halkına zulmedildiği, onlara karşı ayrımcılık yapıldığı, suçlu suçsuz ayırmadan ceza uygulandığı, ya yok etmek veya asimile etmek için programlar uygulandığı bir gerçektir. Irkçılık ve bölücülük peşinde olan Kürtler de olmuştur, devletin onlara karşı tedbir alması tabiidir, ancak tedbir bu noktada kalmamış, genel olarak zulüm yapılmıştır. Zulme karşı başka çare görmeyip silaha sarılanlar ve dağa çıkanların Ak Parti iktidarından sonra dağda kalmak ve silahı bırakmamak için bir bahaneleri yoktur. Bunu liderleri de anladığı içindir ki, “silahı bırakın, demokratik siyaset yoluna girin” diye talimat vermiştir. Devlet de bu talimatı memnuniyetle kabul etmiş, bir yandan partilerini, bir yandan da -partiler duruma hakim olmadığı için- liderlerini muhatap almış, görüşmeler ve müzakereler yapmış, pek çok hak ve özgürlüğü hayata geçirmiştir.
Bu ülkede durumundan şikayet eden ve hak isteyen yalnızca bir kısım Kürt vatandaşlarımız değildir; sağdan soldan, farklı sosyal gruplardan sayılmayacak kadar taraf daha ziyade hak ve özgürlük istiyor. Ama bunlardan yalnız bir grup silaha sarılıp dağa çıkıyor, uzun süren kanlı dönemden sonra liderleri bu yolun çıkmaz olduğunu görüyor ve bağlılarını silahı bırakmaya çağırıyor. Ama çatallanmış liderlik katı bu çağrıya direniyor, çeşitli bahanelerle silah bırakmaya yanaşmıyor, işlerin düzelme yoluna girdiğini görünce de sudan bahanelerle çözüm sürecinin bittiğini ilan ediyor ve çözüm süreci boyunca uygulanan müsamahayı kötüye kullanarak yaptıkları hazırlıkla yeniden yakıp yıkmaya, kan dökmeye başlıyorlar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Küfün otopsisi (3)…”
Ahlak önce insanın kendisiyle ilgilidir. “İç sorgulama, iç hesaplaşma, içe dönük şüphe ve soru”yla ilişkilidir. Soruya ve hesaba ötekinden başlayan, adapta da, ahlakta da kefenin öbür tarafına geçer. Siyasette de, hayatta da formül zor ama basittir: Önce kendine, sonra ötekine ve olduğu gibi, eğmeden, bükmeden, çarpıtmadan…
Madem bu efendiler (Doğan Akın ve tayfası) gazete patronlarının basın dışı faaliyetlerine, iktidarla ilişkilerine kazandıkları paranın niteliğine, işten çıkarılan meslektaşlarına, ahlaki bulmadıkları manşetlere, yayın politikalarına, medya elitinin varlığına, müesses düzene açık itirazı, hatta meydan okumayı “gazeteci-lik etiğinin olmazsa olmaz” koşulu kabul ediyorlar; madem bu konuda infazlara soyunup, sağa, sola, siyaseten beğenmediklerine, kendi duruş ve façalarını bozanlara hesap soruyorlar; madem etik gerekleri keyfince tanımlıyor ve kendilerine yontuyorlar, bu konuda kimi soruları onlara da yöneltmek, “peki sen kimsin” sualini sormak gerekmez mi?
Küçük hatırlatmalar:
Şubat 2001. Milliyet Gazetesi’nin yeni yayın yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz büyük kıyıma girişiyor.Patron talimatıyla Doğan Heper, Yalçın Doğan, Umur Talu, Duygu Asena, Nilgün Cerrahoğlu ve Zeynep Oral’ı işten çıkarıyor.
Doğan Akın da o gazetede. Muhabir değil, yazar da değil. Gazetenin yayın politikasının dişlilerinden birisi, haber müdürü.
Peki tepkisi?
İtiraz mı ediyor, gazeteden mi ayrılıyor, açıklama mı yapıyor?
Hiç biri…
25 Şubat 2004. Hasan Pulur Milliyet’teki köşesinde Hrant Dink’ı ölüme gönderen yolu açan yazılardanbirisini yayınlıyor. “Sabiha Gökçen’in Ermeniliği nereden mi çıktı” başlıklı yazıda, Pulur, Hrant’ın Türk ve Türkiye düşmanı olduğunu ima ediyor ve ‘aba altından sopa’ gösterdiğini söylüyor.
Doğan Akın yine haber müdürü.
Ses veriyor mu?
Hayır…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Oy artışı tek başına iktidara yetiyor mu?”
Seçimlerin üzerinden 60 gün geçti.
7 Haziran’dan bu yana Türkiye önemli bir yol aldı ama az gittik, uz gittik yine geldik tekrar seçime.
Bu arada önemli deneyimler kazandık.
7 Haziran’dan önce, ”herkesin tef gibi gerildiği” bir Türkiye vardı.
Başbakan, muhalefet liderleriyle bir araya geldi. Gerilim kısmen azaldı.
AK Parti ile CHP koalisyon için masaya oturdu.
AK Parti ve CHP, ülkeyi yönetme bilinciyle hareket ettiler. Ellerini taşın altına soktular. CHP Genel Başkan Yardımcısı Haluk Koç, “Görüşmelerde yapıcı olmaya çalıştık” derken buna işaret ediyordu. Tesadüf değil. Seçimlerden sonra yapılan kamuoyu araştırmalarında her iki parti de oylarını artırıyor.
Seçimden önce gerilimin odağında Erdoğan ve AK Parti vardı. Bu giderildi. Şimdi MHP ile HDP’nin, ”Şerefli!” polemiği söz konusu.
7 Haziran’dan önce yıldızı parlayan bir Selahattin Demirtaş vardı. PKK’ya yönelik operasyonlarla birlikte yıldızı sönmeye başlayan, PKK saldırıları karşısındaki tutumuyla “Nişantaşı”nda hayal kırıklığına yol açan bir Selahattin Demirtaş var.
Seçimlerin üzerinden 2 ay gibi kısa bir süre geçti ama 7 Haziran öncesine göre bambaşka bir Türkiye ortaya çıktı.
7 Haziran öncesinde IŞİD’in hamisi olmakla suçlanan şimdi ise ABD ile birlikte IŞİD’le mücadele eden bir Türkiye var.
AK Parti seçimlerde tek başına iktidar olacak çoğunluğu kazanamadı. Ama reel siyaset gösterdi ki AK Parti olmadan hükümet kurmak mümkün değil. Meclis Başkanlığı seçimi de bunun bir göstergesi oldu.
Seçimlerin hemen ardından AK Parti’de MHP ile koalisyon beklentisi yüksekti. O nedenle ilk günlerde erken seçim ihtimaline karşılık koalisyon arayışlarına daha fazla şans verdik. CHP ile koalisyon görüşmelerinin yapılması başlı başına bir başarıydı. Ama AK Parti’nin, bu görüşmelerden çıkardığı sonuç, CHP ile koalisyonun zor olduğu yönünde oldu.
AK Parti’yi asıl düşündüren CHP ile koalisyonu tabanına nasıl anlatacağı. Yıllardır CHP’ye karşı siyaset yapmış olan AK Parti, CHP’yi iktidara taşıyan parti olmak istemiyor. AK Parti siyaseti tabanıyla yapacak. Tabana karşı siyaset yapmayacak. Ha birkaç puan aşağıda olmuş, ha birkaç puan yukarıda. AK Parti, erken seçimi denemek istiyor.
Dün de belirttim. Seçimlere gidilen konjonktürü görmeden değerlendirme yapmak mümkün değil. PKK’ya yönelik operasyonların başlamasıyla birlikte siyasette bir kutuplaşma başladı. Siyasi eğilimleri bir pastanın dilimi üzerinde paylaştırmak yerine “Dört köşe”li bir dağılım yapmak daha doğru olur. Özellikle MHP ve Saadet Partisi tabanlarından AK Parti’ye doğru bir yöneliş söz konusu.
Son seçimlerde Saadet Partisi ve BBP ittifakına oy veren seçmen, verdiği oyun siyasette bir yaptırım gücü olmadığını gördü. 60 gündür ülkede hükümet kurulamıyor. Saadet Partisi seçmeni bunu görmüyor mu? Yeniden bir durum değerlendirmesi yapma ihtiyacı hissetmiyor mu?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ATİLLA YAYLA-YENİŞAFAK
“Diktatörün genel yanlışları istisnai doğruları”
Türkiye’de seçimle iş başına gelen ve seçimle gönderilebilecek siyasetçilere diktatör deyip asıl diktatörleri bağrına basan kesimin basındaki seslerinden birinde ilginç bir haber okudum (Cumhuriyet, 27 Temmuz 2015). Gazetenin bildirdiğine göre, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Şam’da sivil toplum kuruluşları, halk örgütleri, sendikalar ve iş adamlarına hitaben bir konuşma yapmış. Batılıları ve Suriye’de “terörü” destekleyen diğer devletleri eleştirmiş. “Kendilerini hedef aldığında terör, başkalarını hedef aldığında ise devrim, özgürlük, insan hakları ve benzer adlandırmalar yapıyorlar” deyip sormuş: “Kendi ülkelerinde muhalefetin silah taşımasın kabul ederler miydi?”.
Adam kanlı bir diktatör ama Batı’nın çifte standartlılığına işaret etmekte haklı. Retorikte insan hakları, demokrasi, özgürlük kavramlarını öne çıkartan ve bu kavramlar adına diğer ülkelere çeşitli şekillerde müdahaleyi hak olarak gören birçok Batı ülkesi, millî çıkarlarının gerektirdiğini düşündüğünde bunların hepsini rafa kaldırabilmekte. Davranışlarıyla Batı’nın çıkarlarına zarar verdiği kanaatine vardıkları ülkeleri ve oluşumları ise hemen terörle ilişkilendirmekte. Uzağa gitmeye gerek yok, ABD ile İsrail ve Suudi Arabistan, Almanya ile İran arasındaki ilişkilerin tarihi yukarda söylenenleri kesin olarak doğrulamaya yeterli delil sunmakta.
Bununla beraber, Esad’ın diğer sözleri saçma ve çelişik. Esad, demokrasi, özgürlük ve insan hakları açısından, kendi rejimini istikrarlı demokrasilerle hatta Türkiye ile karşılaştıramaz. Böyle bir karşılaştırma gayri meşru olur. Suriye’de bir diktatörlük var. Esad’ı halk seçmedi. Rejim iç savaş başlayana kadar istikrarlıydı. Yani Esad rejimi keyfî olarak insan öldürmeyi sınırlı tutmakta, halk yahut halkın ağırlıklı kesimi ise sisteme siyasî bir itirazda bulunmamaktaydı. Rejim kapalıydı ve muhalefetin demokratik siyasî kanalları kullanma imkânı yoktu. Başka bir deyişle, iktidar sahipleri seçim yoluyla değiştirilemezdi. Dolayısıyla, rejim
meşru değildi. Silah zoruyla vetehdidiyle ayakta kalmaktaydı.
Bir rejimin var olması, bugün Türkiye’de bazılarının doğrudan doğruya veya dolaylı olarak iddia ettiği gibi, ona meşruiyet sağlamaya yetmez. Bunu kabul etmezsek, siyasî rejimlerin meşruiyeti konusunu düşünce ve değerlendirme gündemimizden tamamen çıkartmamız lâzım. Siyasal meşruiyetin rıza ayaklarından biri yarışmacı seçimlerle halkın tasvibini almaktır. Seçimlerin namevcudiyetinin yaratacağı boşluğu hiçbir şey dolduramaz.
Suriye’de Arap Baharı’nın etkisiyle geniş toplum kesimleri siyasal katılım talep etti. Seçme ve seçilme hakkı istedi. Türkiye’nin tüm çabalarına ve teşviklerine rağmen Esad demokrasiye geçişin yolunu açmadı. Halkı önce oyaladı, sonra adamlarını meydanlarda barışçıl gösteriler yapan muhaliflere silahla saldırttı. Saldırıya uğrayanların mukabele etmesi kaçınılmazdı ve haklarıydı. Bir tür nefsi müdafaaydı. İç savaş böyle başladı. Başta ABD olmak üzere, Batı, rejim muhaliflerine Esad’ı yıkmalarına yetecek ölçüde destek sağlamayı düşünürken birden çark etti. Böylece savaşın uzamasında, ülkenin bataklığa dönüşmesinde ve katledilen insan sayısının artmasında pay sahibi oldu.
İç savaşı bırakıp rejimin niteliklerine dönelim. Diktatör Batı demokrasilerini kastederek soruyor: “Kendi ülkelerinde muhalefetin silah taşımasını kabul ederler miydi?” Elbette etmezlerdi. Demokratik kanalları kullanmanın ve iktidarlardan seçim yoluyla kurtulmanın mümkün olduğu rejimlerde iktidar kavgası için şiddete ve silaha başvurulması gayri meşrudur. Buna asla izin verilemez. Ancak, bu kat’i yasağın bir şartı vardır: Demokratik seçimlerin yapılabilmesi ve iktidarların seçimle değişebilmesi. Bunun önü tıkanıyorsa, silahlı isyan meşruluk kazanır. Bugün ABD, Almanya, Türkiye gibi ülkelerde muhalefet silah taşımıyorsa, kullanmıyorsa, bu, demokratik yolların kullanıma açık olması sayesindedir. Suriye’de muhalefet silah taşıyorsa, bu, demokratik yolları kullanma imkânının mevcut olmaması yüzündendir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Bunların sorunu “şeref”le mi yoksa “zekâ” ile mi ilişkili?”
Çok somut ve çok trajik gelişmeler arasında yaşarken çok soyut kavramlar üzerinde yapılan tartışmalara da tanık oluyoruz. Bunlardan biri MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Twitter’de yayınlanan “Yalılarda viskisini yudumlayıp HDP’ye oy veren şerefsizler… Şimdi, HDP ile koalisyonu kurun” içerikli mesajı ile gündeme gelen “Şeref” kavramı değil mi?
Bilmek yetmez ki…
Bahçeli son mesajında “Şeref” kavramını açarak yeniden ele almış… Özetle şöyle demiş:
“- Şerefi herkes bilir. Bilmek bir şeye sahip olunduğunun delili değildir. Şerefli olmak manevi bir mükâfat, insan varlığının beyannamesidir. Hayatta haklı ve meşru bir gayesi olan, müdafaa edeceği değerleri bulunan herkes için şeref vazgeçilmez bir nimetin doyumsuz lezzetidir. Şeref; kendimize ve çevremize duyduğumuz saygının vicdan, ruh ve münasebette somutlaşmış ve nüfus etmiş insani hal özetidir.”
Bir tartışma
Sayın Bahçeli’nin “Bilmek” kavramı üzerindeki sözleri, aslında “Şeref”e ilişkin değerlendirmelerinden daha gerçekçi ve daha doğru… Gerçekten de “Bilmek bir şeye sahip olunduğunun delili değildir.”
Belki duymuşsunuzdur… Napolyon savaşları sırasında bir Fransız generalle bir İngiliz general aralarında tartışırlarken, İngiliz Fransız’a “Biz İngilizler şeref ve şan için savaşırız, siz Fransızlar ise para için savaşırsınız” demiş. Fransız da “Ne yapalım yani, herkes kendisinde olmayanı elde etmek için savaşmaz mı” diye cevap vermiş.
Zekâ eksikliği
Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a olan takıntılı nefretleri yüzünden HDP’ye oy verip Demirtaş’ı cilalayanların durumları “Şeref”ten çok “Zekâ” kavramı irdelenerek anlaşılmaz mı? Bunlardan bazılarının şimdi “Ne olacak bu memleketin hali” dedikten sonra devletle PKK’yı aynı kefeye koymalarını ve “Silahlar karşılıklı sussun” çağrıları yapmalarını izlerken, bunların sorununun “Şeref”le değil “Zekâ”ile ilgili olduğunu görmüyor musunuz?
Şeref ve namus
Ama halkın oyu ile seçilip TBMM kürsüsünde “Milletvekli yemini” eden bazı HDP’lilerin durumları söz konusu olduğunda ise, Sayın Bahçeli’nin üzerinde durduğu “Şeref” kavramı gerçekten ağırlık kazanır. Çünkü milletvekili yemininde “Namus” ve “Şeref” gibi kavramlar da vardır. “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”nden de söz edilen bu yeminin içeriğini hatırlayalım mı?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ-SABAH
“Lafazanlık kabak tadı vermiştir”
Boş konuşmanın kolay ve ucuz olduğunu, üstelik bu memlekette insana itibar bile kazandırdığını söylemiştik…
Örneğin meyhane çıkışında rakılı kafayla “silahlar sussun” diye demeç patlatan entellerin boş konuşmaları…
Muhalif gazete yazarları da akıldanelere ve allamelere bakıp hizaya geliyorlar.
Bilineni tekrarlayıp bir de edebiyat yapacaksın, çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsinler… Hiçkimse kalkıp da “çocuklar ölsün, şeker meker de yemesinler, sağlığa zararlı” demez.
“Silahların susması barış demek değildir” diyorlar. Elbette barış değildir, mütarekedir. Osmanlıcası böyledir, Türkçe’de ateşkes denir.
İlkokulda öğretiyorlar, Mondros mütarekesi, Mudanya mütarekesi falan filan.
“Barış PKK’nın geri çekilmesi değil, Kürt sorununun çözülmesidir” yazıyorlar. “Türkiye’nin demokratikleşmesidir, gerçek barış ancak öyle gelir.”
Evet, geçen gün de dedik ya, mevsimler de dörde ayrılır, ilkbahar, yaz, sonbahar, kış…
İlkbaharda göçmen kuşlar gelirler, sonbaharda göçmen kuşlar giderler… İlkokul kompozisyonunu yazı diye yazana da muhalif basında köşe yazarı derler…
Demokratikleşme isteyeceksin, sonra da dönüp Kürt kimliğini tanıyan, Kürtçe konuşmayı yasak olmaktan çıkaran, Kürtçe gazete ve kitap yayınlanmasına olanak sağlayan, Kürtçe televizyon bile kuran adama etmediğin hakaret kalmayacak…
Nankörlük yarışında Kürt politikacıları ve muhalif Türk gazetecileri birbirlerine bir türlü üstünlük sağlayamadılar maşallah!
Demokratikleşme istiyorlar…
Tek yolu, 258 kişiyle meclise girmiş AKP ile 80 kişiyle meclise girmiş HDP’nin hemen bir “demokratik koalisyon” için anlaşmasıydı. AKP buna hazırdı. Hayır diyemezdi, demezdi.
Yeni hükümet sıcaklara kalmadan, daha bir ay önce kurulmuştu da şimdi harıl harıl yeni ve demokratik bir anayasa metnini yazmaya başlamıştı bile!
Sonbaharda bu iş biter, yılbaşında meclisten geçer, baharda halk oyuna sunulabilirdi, bizim de bir 2016 Anayasamız olurdu.
Bu anayasada başkanlık sistemi, dar bölgeli iki turlu seçim ve Kürtler’e özerklik de yer alırdı. İstanbul sermayesi ve onun yayın organları çemkirirler, bürokrasi ve faşistler homurdanırlardı ama halk onaylayınca kimse ağzını açamazdı.
Buyurun işte, “seni başkan yaptırmayacağız, biz de kol saati alacağız”… İstedikleri bu muydu?
PKK’nın kaçıncı kere masaya tekme atmasıdır bu?
Şimdi kol saatine bir miktar da bomba eklendi.
Barış yerine savaşı yeniden başlatmayı ve utanmadan da suçu cumhurbaşkanının üstüne atmayı tercih ettiler.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HAŞMET BABAOĞLU-SABAH
“Seküler kardeşlik zinciri”
Sisi’nin davetini kabul eden Yunanistan Başbakanı Çipras perşembe günü Mısır’a gidecekya…
Muhafazakâr basın haberi “hani Çipras radikal solcuydu?” havasında veriyor.
Belki birkaç solcu internet sitesi de geçtiğimiz ocak ayında Sisi’nin adamları tarafından sokak ortasında öldürülen Sosyalist Halk Partisi yöneticisi Şeyma-El Saba’yı hatırlar ve Çipras’a sitem eder. Ben rastlamadım.
Anlayacağınız… Mısırlı sosyalistler ilk başta çanak tuttukları darbeciler tarafından öldürüldükleriyle kalacaklar. Ateş düştüğü yeri yakacak, o kadar!
Çünkü demokratmış, radikal solcuymuş, sosyal demokratmış fark etmez: Nihayetinde sekülerler kardeştir!
Sisi’nin üzerine oynadığı ve kazandığı çizgi de bu zaten!
Boşuna “eğitimde ve dinde reform”dan bahsedip durmuyor.
Hem Çipras, Sisi’ye gidecekmiş diye mızıldanmanın ne anlamı var; darbenin danışmanı bir zamanların solda “3.Yol” lideri diye tanınan Tony Blair değil miydi?
***
Aslında iyi biliyoruz…
Yaldızlar birer birer dökülüyor ve Doğan medyasından Vatan Partisi’ne; Grup Yorum’dan Şafak Pavey’e kadar bir grup solla Esad arasındaki seküler kardeşlik zincirinin heyecanını net biçimde görüyoruz.
Halkmış, insan acısıymış, dağılan bir ülke varmış, umurlarında değil.
Umurlarında olan şey benzerleri…
Dünyaya aynı (seküler) gözle bakış…
***
Bir nokta var ki, hep kendimizi aldatıyoruz.
Daha doğrusu, aldatılıyoruz.
O da şu…
Sekülarizm ve onun sert siyasi veçhesi olan “laikçilik” modern toplumsal gelişmelerin tabii bir sonucu olarak ortaya çıkmamıştır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ETYEN MAHÇUPYAN-AKŞAM
“Kötü sultan ihtiyacı“
Güzide laik/sol aydınlarımızın Cumhurbaşkanı Erdoğan yüzünden yaşadıkları sıkıntı gerçekten empatiyi hak ediyor. Bir yandan barışın esas sahibi olarak Çözüm Süreci’nin devam etmesini istemek durumundalar, öte yandan da bu süreci başlatanın da, durduranın da Erdoğan olduğunu iddia ederken AKP’nin ‘gerçekte’ barış istemediğini vurgulamak zorundalar. Çünkü aksi halde maazallah AKP ve Erdoğan ‘normalleşebilir’… Ne var ki bu ‘muhakeme’ insanı garip bir konumda bırakıyor: Eğer Erdoğan Çözüm Süreci üzerindeki tek etkin unsursa, laik/sol aydınların bu dinamiğin dışında oldukları tescil edilmiş oluyor. Diğer bir deyişle Erdoğan olmasa zaten süreç de olmayacak… O zaman söz konusu aydınların barıştan yana olduğunu gösteren ne?
Anlaşılan o ki bu sorunun cevabı sadece ve sadece “Erdoğan’a karşı” olmaları. Erdoğan tanımı gereği barış yanlısı olamayacağına göre, ona kategorik muhalefet edenlerin barış yanlısı olması gerekiyor. Bu denklem laik/sol aydınların niçin giderek ahmaklığı bir ideolojik duruşa dönüştürdüğünü de açıklıyor. Kabul etmek gerek ki, her Erdoğan karşıtı barış yanlısı değil. Örneğin Bahçeli… Ne var ki Bahçeli’nin karşıtlığı konjonktürel. Nitekim Meclis Başkanlığı’na bir AKP’linin seçilmesini sağlayarak dolaylı yoldan Erdoğan’ı güçlendirmiş oldu. Dolayısıyla ‘gerçek’ barış yanlılarının Erdoğan’a konjonktürel değil kategorik olarak karşı olmaları gerekiyor. Yani ne yaparsa yapsın… Çünkü her yaptığının kötücül bir amaçla yapılmış olduğu kaçınılmaz bir ‘gerçek’…
Ancak bu aydınlarımızı çok da hor görmemek lazım… Görecelilik diye bir kavramın tabii ki farkındalar. Kimsenin salt iyi veya kötü olmadığını öğrenmelerinden bu yana çok zaman geçti. Bu durumda Erdoğan’a istedikleri gibi karşıt olmak nasıl mümkün olabilir? Eğer göreceliliği kişilik çerçevesinde değil de, o kişiliğin ifadesi ve tezahürü olarak ele alırsanız sorun kalmayabilir. Yani Erdoğan dün ve bugün hem iyi hem kötü yönleri olabilen biri olarak değil de, dün iyi bugün kötü biri olarak resmedilirse… Böylece şimdi esas ‘fıtratına’ döndü denebilir ve kategorik olarak karşı olmak da garipsenmez…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
CEREN KENAR-TÜRKİYE
“Buz gibi darbe”
PKK neden ateşkesi bozdu? Durup dururken anlamsız ve vahşi bir terör kampanyasına başladı? Soru bu.
PKK’nın silahında boncuk bulmaya girişmek için Fransız entelektüellerden alıntı yapmaya çalışan, analizden ziyade Erdoğan ve AK Parti’ye nefret saçan kalemlerin acınası hallerini de uzmanlığı çaptan düşen ünlülere terapi uygulamak olan psikologlara bırakalım.
PKK’nın son oyununun iki anlamı var görünen o ki:
1- Bölgesel yani dış faktörler
2- Örgütsel yani iç faktörler
İran akıllı devlet. Bu aklın sonucunun kan olmasını da umursamıyor. Reaktif değil proaktif davranıyor. Bölgenin Kürtleri’nin hamisi olmak için elinden geleni ardına bırakmıyor. Barzani’ye yönelik sivil darbe girişimleri sır değil.
Irak Kürdistanı’nda Barzani’yi sıkıştırma hamlesinin, Türkiye ayağını PKK yürütüyor. İran ekseninde, Esad’ı kurtaracak bir model peşinde gibi görünüyor.
Bu olayın bir yüzü.
Diğer yüzü ise, Kandil’in kimin patron olduğunu cümle âleme belli etme çabası.
Öcalan’a ve HDP’ye bu işler benden sorulur diyerek poz kesmesi.
Demirtaş’a merkez medyada gördüğün muameleye, teveccühe aldanma, bu işler benden sorulur diyerek ayar çekmesi.
Soru şu: Demirtaş askerî vesayete karşı ne yapacak?
HDP hangi geleneği seçecek?
Demokrat Parti geleneğini mi? CHP geleneğini mi? Veya Baas geleneğini mi?
Kürt siyasal hareketi hangi yolu seçecek?
Elinde silah olanın apolojisti mi olacak, yoksa siyaset mi diyecek?
Menderes, Özal, Erdoğan geleneği gibi yeter söz milletin mi diyecek?
Yoksa iktidar için darbe peşinde mi koşacak?
Halka oyla mı dokunacak, silahla mı?
İcraatle mi ikna edecek, korkuyla mı?
Demirtaş’ın işi zor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA ÖZCAN-VAHDET
“Gecikmenin Bedeli”
ABD Suriye’de IŞİD ile savaşıyor ama rejim ile savaşmıyor. Ne tesadüf ABD’nin bölgesel ortağı PYD de baştan beri rejimle savaşmıyor. Kardeş gibi geçinip gidiyorlar. Rejim, PYD ve ABD çok yönlü ortaklar. Hatta rejim halkıyla karşı karşıya geldiği ilk sıralarda zımni ortağı PYD lehine Kürtlerin yaşadığı bölgelerden çekilmişti. Ardından rejimle çarpışmayan PYD, IŞİD’in zuhurundan sonra durumdan vazife çıkartarak onun amansız düşmanı kesilmiş; onunla savaşmaya başlamış ve bu suretle sadece ABD’nin değil Batı’nın kahramanı haline gelmiştir. Batı’nın aferinini alarak Türkiye gibi bölgesel ülkelere bile cirmine bakmadan kafa tutar hale gelmiştir. Şimdi hem ABD hem de PYD Türkiye’nin PKK kamplarını vurmasına karşılık mırın kırın ediyorlar. Irak hükümetiyle birlikte hem Arap Birliği hem AB hem de ABD itiraz seslerini yükseltiyorlar. Hepsi aynı kampta; Esad’ın kampında yer alıyorlar. Nebil Arabi denilen adamın Mustafa Dabi veya Kofi Annan’dan, bilemediniz uluslararası, küresel memurlar sınıfından Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan bir farkı yok. Abdullah Gül’ün zihniyet olarak onlardan bir farkı var mı? Türkiye de sonuç olarak gecikmenin bedelini savrularak ödüyor. Vaktinde kademe görevlerini yapsaydı şimdi rahat bir pozisyonda olacaktı. Zaman aleyhine değil lehine çalışıyor olacaktı. Halbuki, biz savrulma halindeyiz. Zihnen başka kampta bedenen başka kamptayız. Sanki ilan etmeden kamp değiştirdik. 12 Eylül 2014 tarihinde Cidde’de yapılan IŞİD aleyhtarı toplantının sonuç bildirgesini niye imzalamadık veya İncirlik’i koalisyona veya ABD’ye açmadık?
Güvenli bölge ve Esad’la mücadele azmi olmadığı için bu beraberliğe katılmamıştık. Şimdi ne değişti? İncirlik’i kullanıma açtığımızda ABD’nin tavrı çok mu değişti? Manevra mı, çalım mı yapıyor? Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın dışında bölgesel ve küresel bütün aktörler fiiliyatta Esad rejiminin yanında. Ya doğrudan ya da kalleşçe! IŞİD ile savaşanların tamamı da öyle. Bu durumda biz onların arasında ne arıyoruz? Türkiye’nin İncirlik’i ABD’nin kullanımına açması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çin ziyareti amacını aşmıştır. Türkiye vaktinde hareket etmeyerek zamanın hakimi değil mahkumu, esiri haline gelmiş, tutuk ve münfail bir aktör görüntüsü vermeye başlamıştır. Türkiye’nin bir kez daha pusulası şaşmış ve ekseni kaymaya başlamıştır. Hatırlayacak olursak, birkaç yıl evvel AB istikametini kaybeden Türkiye’nin ekseni kaymaya başladığı tartışmaları yaşanmıştır. Bugün de Türkiye umduğu yerde değil bulduğu yerdedir. İşleri akışına bırakacak olursanız olacağı budur. ABD hem PKK ve PYD’yi kullanıyor hem de bizi onlarla terbiye ediyor. Onları kullanıyor ve onlar üzerinden bizden taviz kopartıyor.
Geciktikçe irademiz kırılıyor ve gecikme bedeli ve cezası artıyor. Şimdi türev üzerinden asıl maksadımızı fevt ediyoruz. Asıl mesele Suriye rejiminin devrilmesidir lakin türevi IŞİD üzerinden giderek asıl hedefimizden uzaklaşıyoruz. Bunu sağlayan da karşı kamp. Amerikan kampı. Esbabını hazırlamadan iyi niyetli politikalar ancak ayağınıza dolaşır ve zafiyet hattı oluşturur.
Irak Müftüsü Rafi er Rifaii ilginç bir laf etmiş. Demiş ki, IŞİD görüntülü gölge savaşı Irak’ı İran Cumhuriyet Muhafızlarına terk etmektir. Onların oyun sahası haline getirmektir. Gerçekten de Haydar Abbadi, Maliki gibi belki ondan daha fazla göbekten İran’a bağlıdır. Irak’ta Kasım Süleymani’nin borusu ötüyor. Abbadi’den daha etkili ve nüfuz sahibidir. Ali Yunusi, Bağdat’ı imparatorluklarının başkenti ilan etmedi mi? Irak’ta IŞİD ile savaş karşıtlarına yarıyorsa bunun Suriye’ye yansıması nasıl olabilir? Çok basit: Suriye’de IŞİD görüntülü veya maskeli savaş ülkeyi rejimin ve onların ortağı olan PYD-PYD veya partizan Kürtlere yar ve terk etmektir. Ahmet Davudoğlu ‘operasyonlara başlamasaydık Türkiye’yi PKK’ya terk etmekle suçlanacaktık’ demiştir. Kendi irademizin dışında koalisyon ortağı olmaya zorlanmak ve yuvarlanmak da sonuçta aynı anlama gelecektir. Suriye’de ve dolayısıyla Türkiye’de PKK hattını güçlendirmektedir. Zamanı hovardaca harcayarak nazik bir noktaya geldik. Bunun böyle olacağı belliydi.
Türkiye çabuk davransaydı, elini çabuk tutsaydı, bu vartaları atlatırdı. Bizim durumumuz bir farkla Suudi Arabistan’ın durumuna benziyor. Husiler, Sanaa’yı ele geçirirken sessiz kaldılar Aden işgal edildikten sonra aydılar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“HDP köşeye sıkıştı”
ABD, teröre karşı operasyonlarla ilgili desteğini açıkladı, sivil kayıplar ile ilgili örgütün iddialarını gayri ciddi buldu. HDP bunu beklemiyordu.. HDP’ye oy verenlerin beklentileri boşa çıktı. Bu da HDP’yi zor durumda bıraktı.
Hükümetin kararlı duruşu ve TSK son operasyonlarla bölgede ciddi anlamda psikolojik bir üstünlük kazandı. Bölgede sanki her şey bitmiş gibi bir hava yansıtılıyordu. Oysa her şey yeni başlıyor.
Bu arada TSK’nın yerli hava operasyon sistemleri ve güdümlü füzeler de operasyonun başarısı açısından önemli idi.
Eğer saldırılar devam edecek olursa ve yurtiçindeki silahlı paramiliter grublar silahlarını bırakmayacak olurlarsa operasyonlar öyle anlaşılıyor ki, şiddetlenerek devam edecek.. Hatta bir ileri aşamada TSK’nın silah envanterine ilk kez eklenen yerli silahlar bu operasyonlarda ya da bölgedeki askeri hareketliliğe bağlı olarak sınırdışı operasyonlarda kullanılabilir..
ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Cumhuriyet ordusunun yeraltındaki silah depolarının imhasında kullanılan füzeleri hatırlarsanız, onların bugün daha gelişmişinin TSK envanterinde yerli olarak kullanıma hazır olduğu söyleniyor. Dün Kandil kanyonundaki tünellerin güvenliği tartışılmazken, bugün 2 kademeli çok başlı ve çok amaçlı füzelerle TSK’nın vuramayacağı yer yok gibi.
ABD’nin bundan habersiz olması pek mümkün olmasa gerek. İçeride hâlâ bir sürü paralel var. Oradan bu bilgiler Kandil’e de ulaştırılmış olabilir.. ABD’nin bu tepkisi ve örgütün çaresizliği, HDP’nin çatışmazlıktan söz etmeye başlaması biraz da bu enformasyondan kaynaklanıyor olabilir.. Ancak kontrol dışı unsurların saldırganlıkları HDP’nin söylemlerini boşa çıkarmaya yetiyor..
Dün birileri, bu işe bitti gözü ile baktıkları için, kazanan tarafta olmak, en azından onların tehdidinden emin olmak için saf değiştirmiş gibi gözükenler de şimdi büyük bir tedirginlik ve şaşkınlık içindeler..
Aynı şekilde dün HDP’ye oy veren solcular, liberaller, Ak Parti karşıtı fanatikler, Gezi cemaati şimdi gelinen noktada ne yapacaklarını bilmez haldeler.. Bu tedirginlikleri sosyal mediaya ve basına da yansımış durumda. Cemaat bu hali ile bir kez daha deşifre oldu.
Tatlı su liberalleri şimdi, “halkın haberalma özgürlüğü mü, devlet sırrı ve itibarı mı, güvenlik mi” gibi saçma sapan şeyler tartışıyorlar. Bireyin özgürlüğü de önemli, bireyin yaşama hakkını koruma adına devlet sırrı da. Bunun anlamı, “özgürce ölüm”ü kutsamaya, ya da ölümlerden ölüm beğenmeye, hastalığı gösterip ölüme razı etmeye kadar uzar..
O zaman insanlar niye devleti kuruyor ve ona “gizli bilgi ve belge tutma”, “sırrı koruma hakkı” veriyor, ya da niye ordu kuruyor, onlara silah veriyor ki.. Onlar süs olsun diye mi, merasim aksesuvarı mı.. İyi halkın haberalma hakkı var diye, MİT elemanlarının isimlerini, resimlerini, bulundukları yeri haber yapın, örgütlere, kurban olarak sunun.. Taraf gazetesi yapmıştı bunu.. Bunun adı özgürlük mü oluyor şimdi..
Evet devlet millet için var. Birey de özgür iradesi ile meşru bir devlete bazı yetkiler verir.. O yetkiler sonuçta bireyin ve toplumun hak ve hukukunu korumak için vardır.
Bu adamlar, “özgürlükler”le “haklar” karşı karşıya gelirse, hakkın özgürlüklerden önce geleceğini bilmemesi mümkün değil ama, bilmek istemeyince bilmiyorlar işte..
Yaşanan gerçekler, sağcısının da, solcusunun da, liberalinin de bazı gerçeklerin farkına varmaları açısından açıklayıcı, öğretici oldu. Belki pahalı bir ders oldu ama, iyi bir ders oldu.
On5yirmi5