Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları ve ‘Çözüm Süreci’nin geleceği var.
İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK
“Son kale PKK’ya tutunmak”
İran’ın Batı ile anlaşması, 1979 devriminden bu yana Tahran yönetimi için en köklü değişimdir. Devrim sona ermiştir, emperyal İran başlamıştır, Fars milliyetçiliği bundan sonra alabildiğine tırmanacaktır. Bu, ABD’de başlayan, Avrupa kıyılarına yayılan ve hızla kıtanın içlerine doğru genişleyen yeni milliyetçi dalga ile doğru orantılıdır. Aynı zamanda İran’ın Atlantikçi çevrelerce bir şekilde vesayet altına alınması, sistem içine çekilmesi, Fars ateşini söndürme girişimidir.
Ama bu durumun tam tersi sonuçlar doğurma ihtimali de oldukça güçlüdür. Otuz beş yıldır devam eden çatışmayı sona erdirmek İran’ı rahatlatacak, bu çatışmada harcadığı enerjiyi alabildiğine yayılma amaçlı kullanmasının kapılarını açacaktır. Yemen’e müdahale edip Kızıldeniz’e açılma, aynı zamanda S. Arabistan’ı çevreleme stratejisi, İran’ın bundan neler yapacağına dair somut işaretler içermektedir.
İran-Batı anlaşması yeni cepheler açacak
Avrupalı ve Türk şirketler kısa süreli kar hesapları yapadursun, İran pazarına ilişkin atılımlara girişedursun Afganistan’dan Lübnan’a, Suriye’den Yemen’e kadarki geniş coğrafyada İran’ın daha da yayılma, hırçınlaşma, agresifleşme hamlelerini izleyeceğiz.
Dolayısıyla İran-Batı anlaşması hem İran için, hem Batı için ama özellikle bölgenin güç haritası için radikal değişikliklere neden olacak, belki bölgede yeni cepheler açacak, belki de İran içinde cepheleşmeleri tetikleyecektir.
Yüz yıllık mücadele yarıda bırakılamaz
Türkiye de son on yıldır benzer bir genişleme, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Anadolu sınırlarına hapsedilen kaderini yenme, bölgeye ve dünyaya açılma, bunu yaparken kendi iç dönüşümünü radikal bir biçimde bu yeni eğilimlere uyarlama mücadelesi içine girdi. Arap Baharı rüzgarına öncülük ederek olağanüstü bir sıçrama hamlesi başlattı. Çünkü Arap dünyasındaki her değişim, Türkiye’nin pozisyonunu da güçlendiriyordu.
Irak ve Suriye ile başlattığı ancak devam ettiremediği yakınlaşma stratejisini, siyasi söyleme dönüştürdü. Bölgesel güç olmanın da ötesine uzanarak, küresel iktidar alanında yer kapmaya çalıştı. Her ne kadar Atlantik ekseni içinde yer alsa da, Soğuk Savaş sonrası yeni pozisyon arayışını içine kapanarak değil büyüyüp genişleme yönünde gösterdi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Hangi gazetecilik?”
Gazetecilik mesafe değil, etkileşim mesleğidir. “Anlama-kavrama mekanizmaları, toplumla temas, değer sistemlerini bilme günümüz gazetecisinin olmazsa olmazlarıdır.
Kemalist, modernist ve kurucu bir formatlamaya sahip Türk basınının soğuk savaş döneminden askeri vesayet evresine kadar en önemli eksiği bu olmuştur.
Bizdeki hakim gazeteci modeli toplumun hakim değer sistemiyle kavgalı, dolayısıyla toplumsal dip akıntıların ve beklentilerin iç yüzünü kavramaktan ve yansıtmaktan uzak, asıl önemlisi diğerleri içinde dar ve belli bir değer sistemini temsil eden, bunun egemenliğinde ve bunun egemenliği için faaliyetini etik kurallara bulayarak yapan bir aktör tipidir.
Bu gelenek öylesine derindir ki, bugün kendisine bağımsız gazeteci diyenler bile, mesleki varlıklarını bu çerçevede sürdürürler. Üstelik bunu ideal gazetecilik tanımı ve duruşunu tekellerine alarak, kendilerine mal ederek yapmaya çalışırlar.
Bu gazeteciliğin bugünkü versiyonunun öne çıkan iki özelliği var.
İlki, ülkenin kritik her eşiğinde egemen düzenle hemhal olarak direnci temsil etmesidir. Bu anlayışın sol ya da sağ versiyonunun arasında fark bulunmadığı gibi, bunların yerleşik düzenle çelişkilerinin de bu açıdan bir önemi yoktur. İstemedikleri, makbul bulmadıkları toplumsal, siyasal kesim ve değerlerden gelen her tür yeni talep, istek, bu gazeteci anlayışının şüphe ve tepkiyle karşıladığı bir durum olmuştur.
28 Şubat dönemi ve muhtırası iyi bir örnektir.
Bu gazeteci türü 1990’lı yılların işaret ettiği toplumsal hareketliliği, dönüşümü, bunun yarattığı kıvılcımları görmediği gibi, ağırlığını bunlara karşı koymuş, 28 Şubatçıları desteklemeyi tercih etmiştir. Yıllar sonra, bu dönem tarih, demokrasi, ülke tarafından mahkum edilip, bir darbe olarak tasnif edilince, dil ve sıra değiştireceklerdir.
Ermeni soykırımı meselesi de böyledir. Trene ancak gerektiği, “post-mortem” aşamada arkadan ter içinde koşarak atlamışlardır.
Aynı şey, 2002 sonrası başlayan değişim süreci için de geçerlidir. Önce mız mızlanmışlar, sonra destek dalgasının baskısına girmişler, ancak bu sürecin, değişimin ne ve ne istikamette olduğunu hiç kavramadan ilk aksaklıklarla, kabalıklarının oluşmasıyla birlikte ön safhalarda tepki vermiş, gazeteciliği bunlara indirgemişlerdir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK
“Tehlike çok büyük (1)”
Oryantalistlerin son iki yüzyılda geliştirdikleri üç tehlikeli proje var:
ÜÇ TEHLİKELİ ORYANTALİST PROJE
1-Osmanlı’yı unutturmak.
2-İslâm düşüncesinin Gazâli’yle bittiği masalını yaymak.
3-Hz. Peygamber’in (sav) konumunu sarsmak.
İlk ikisini başardılar. Son çeyrek asırdır, üçüncü projeyi hayata geçirmeye çalışıyorlar adım adım. Batılılar, Hz. Peygamber’i (sav) deve dışı bırakmayı başardıklarında dinin kısa devre yapacağını kendi protestanIık tarihlerinden çok iyi biliyorlar.
0 yüzden Hz. Peygamber’in konumunu sarsmaya, bunun için de hadisleri tartışmaya açmaya çalışıyorlar. Sonra, sıra Kur’ân’a gelecek. Bu nedenle, peygamberimize saldırıyorlar.
Tarihte karşılaştığımız en büyük saldırı bu! 0 yüzden müteyakkız olmak zorundayız.
VAHY’İN EFENDİMİZ’DE HAYAT BULMASI, HAYAT OLMASI VE HAYAT SUNMASI Peygamberimiz, İslâm’ı, Kur’ân’ın bütün insanlığa, bütün âlemlere, hayatın her alanına hitabeden (ama) bütünlüklü söylemini, bizzat hayata aktaran, nasıl aktarılabileceği konusunda fiilen örneklik eden, kılavuzluk yapan bir insan ve bir peygamber.
Peygamberimiz’in, peygamber olduktan sonraki “kişisel tarihi”, İslâm’ın anlam ve sembol haritalarının, kök-paradigmalarının, anlamlandırma pratiklerinin değişik zamanlarda ve mekanlarda nasıl anlaşılıp, idrak edilip hayata aktarılabileceğini “gösteren” bir “zaman dilimi” olduğu için, İslâm’ın “özü, özeti”dir.
İşte bu nokta, İslâm’ı, içi/özü boşaltılmış, başkalaştırılmış, aslî dinamikleri aşındırılmış diğer muharref dinlerden, dünya görüşlerinden ayıran; şartlar ne olursa olsun, tarihin farklı dilimlerinde yaşayan bütün Müslümanlar’a dinamizm kazandıran, dinamizmlerini sürgit canlı kılan İslâm’ın en özgün, nev-i şahsına münhasır en hayatî noktalarından biridir.
Tam bu noktada, Müslümanlara düşen şey, insan ve elçi olarak Peygamberimiz’le, Peygamberimiz’in “kişisel tarihi”yle özetlenen, örneklenen, İslâm’ın özüne, değişik zamanlarda ve mekanlarda bihakkın nüfûz ederek yeniden-hayata geçirmek ve yepyeni şekillerde hayatiyet kazandırmaktır.
İslâm, aynı anda hem beşerî hem ilahî olanı; hem fizikseli, hem fizikötesini; hem burayı ve şimdiyi, hem de ”öte”yi aynı anda meczeden, kucaklayan, ihata eden bir din, bir tasavvur, bir hayat anlayışıdır. Bu hayat tasavvuru, en mükemmel şekilde Peygamberimiz tarafından hayata aklarılmıştır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Bu tatsız ortamdan bile dersler alınabilir”
Toplumsal huzurun ve istikrarın gözetildiği bir dönemi aşamadığımız ortada… Yine şehit cenazelerinin gözyaşları içinde karşılandığı, yine PKK güdümlü teröristlerin, insanların can ve mal güvenliklerini hedef aldıkları bir dönemden geçmekteyiz.
Ancak bu dönemde yaşanılanlardan özellikle siyasetçilerin ders alabilmeleri halinde, belki geleceğe dönük yararlar çıkartılabilir. Örneğin bazı vakalar var ki, bunları görmezden gelmek mümkün değildir…
Hızlı değişim
Mesela şu HDP’nin ve Eş Başkan Selahattin Demirtaş’ın imajlarının çok kısa süre içinde nereden nereye geldiğini inceleyen bir çalışma, tüm siyasetçiler için temel bir başvuru kitabı olabilir.
7 Haziran genel seçimleri ertesinde HDP seçim barajını aşmış, Demirtaş’ın söylemleri ile bütün Türkiye’ye hitap eden ve “Açılım Süreci”ni daha ileri noktalara taşımakta ağırlıklı rolü olacak bir parti görünümündeydi.
Bir de bugün bakın bu imaja… Seçmenine değil Kandil’e hesap vermek durumunda olan, teröre terör diyemeyen, milletvekillerinin söylemleri ceza hukukunu zorlayan ve kulağını Pensilvanya Örgütü’ne vermiş bir topluluk var önümüzde.
Kime benziyormuş
Yıllar önce sinemayı çok seven ama filmler ve artistler konusunda hiç bilgisi olmayan bir tanıdığım yanıma geldi. Çok mutlu görünüyordu. Güzel bir kadınla tanışmış… Bir süre beraber olmuşlar. Son buluşmalarında kadın ona “Bir film yıldızına çok benziyorsunuz” dedikten sonra, bu film yıldızının adının “Boris Karloff” olduğunu söylemiş.
Ona “Boris Karloff”un “Frankenstein” tiplemesi yanında başka kötü karakterleri de beyaz perdede canlandıran İngiliz aktör William Henry Pratt’ın sahne adı olduğunu söyleyince, bu tanıdığımın keyfi kaçmıştı.
Nereden nereye
Tüm Türkiye’yi temsil eden ve toplumsal barışı simgeleyen bir görünümden, terörü simgeleyen ve eli silahlı teröristler karşısında suskun duran bir görünüme bu kadar kısa sürede geçiş, tiyatroda klasik rolleri de oynarken beyaz perdede canavar tiplemesini canlandıran İngiliz aktör Pratt’ın durumuna benzemiyor mu?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ-SABAH
“Adam gibi adam”
Sultanahmet köftesi, yalnız İstanbul’da değil, yalnız Türkiye’de değil, dünyada yiyebileceğiniz en iyi köftedir. Tadı benzersizdir. Üstüne azıcık yanık irmik helvası da iyi gider.
Tabii bazı eleştirilerimiz de olacaktır: Selamiçeşme şubesi fasulya piyazına haşlanmış yumurta dilimlemiyor, yanlış yapıyor, aslında piyazda hiç olmaması gereken yeşil salatayı da fazla koyuyorlar (neyse ki tepeleme havuç rendelemekten vazgeçtiler.)
Şunu da belirtelim, Sultanahmet Köftecisi’nde yerim içerim, hesabı kuruşuna kadar ödeyip bolca da bahşiş bırakırım. Tam elli yıldır! Yarın da böyle olacaktır. Bu yazı bir reklam değildir, bendeniz de “hakkınızda yazı yazacağım” diye gittiği yerde beleşe yiyip içen küçük insanlardan değilim.
Sultanahmet Köftecisi’nin patronu Mehmet Tezçakın, bir gazetenin kendisiyle yaptığı söyleşide “gayrımenkul sahibi olmadığını” belirtmiş!
Parayı nereye koyacağını bilemeyip sekiz apartman dairesi dört de havuzlu villa alan, sonra hangisinde oturacağını da bilemeyip iki ayda bir yer değiştiren, poposuna yılan kaçmış “tipik Türk zengini” değil yani…
Fakat çok parası var. Hem “tedavülde olan” paraları var, hem de “tedavülde olmayan eski paraları”…
Mehmet Bey bir nümizmat, bir koleksiyoncu.
7 bin 500 parçalık koleksiyonu varmış. Özellikle Osmanlı kağıt paraları üzerinde yoğunlaşıyor. Bu işe şimdiye kadar 6 milyon dolar harcamış (“bir apartman katı alabileceğim parayla Londra’dan iki kağıt parçası alır gelirim” diyor.)
Bendeniz de eski bir koleksiyoncuyum, eski okurlarım bileceklerdir. Osmanlı ve Cumhuriyet takımlarım hiç de fena sayılmaz, ayrıca Alman, Fransız, Yunan ve hatta Avusturya-Macaristan parçalarımız da hatırı sayılır düzeydedir. Eksik parçaların piyasa değerleri benim satın alma gücümü aştığı, boyumu geçtiği için bu işi bıraktım. Elimde olanları seyretmekle yetiniyorum.
Hayatın tadı da böyle çıkar.
Örneğin bendenizde İngilizler’in 1915 yılında basıp bizim Çanakkale siperlerinin üstüne uçaktan attıkları “sahte Osmanlı 10 Lirası” da mevcuttur, şu “Kalpazanlar” filminde gösterilen, Salomon Sorowitsch’in Sachsenhausen toplama kampında bastığı, filigranı yanlış “sahte 5 Pound” da. (Sizde var mı Mehmet Bey?)
Elbette biz altı milyon doları rüyamızda bile görecek adam değiliz. Kıt kanaat, yavaş yavaş geliştirdik.
Ama Mehmet Bey de hayatını boş geçirmemiş.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BURHANETTİN DURAN-SABAH
“Orantılı yanıt verin” ne demek?
Türkiye, PKK terörü ile mücadelede ikinci haftayı tamamlamak üzere. NATO’yu 4. Madde çerçevesinde toplantıya çağıran Türkiye, teröre karşı “savunma hakkını” ABD ve AB başkentlerine anlatmış oldu. İlk tepkilerde de istediği desteği aldı. Lakin Türkiye’nin, DAİŞ ile mücadeleye ek olarak, Kandil’i etkin bir şekilde bombalaması ve yurtiçinde KCK yapılanmasını çökertmek için seri tutuklamalar yapması Batı başkentlerindeki terörle mücadeleye destek havasının flulaşmasını beraberinde getirdi.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner ve AB Genişleme müzakerelerinden sorumlu üyesi Johannes Hahn, Türkiye’nin PKK’ya “orantılı yanıt” vermesini istediklerini açıkladı. Bu açıklamalara paralel olarak Türkiye’yi sınırlandırma çabalarında eşsiz kullanım değeri olan sermaye de yeni argümanlarla yeniden boy gösterdi. Elbette artık bir obsesyona dönen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti karşıtlığından bahsediyorum.
Güya Türkiye, “ABD’nin Suriye’deki müttefiki Kürtlerle savaşarak” DAİŞ ile mücadeleye zarar veriyordu. Ve güya Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti’yi gelmekte olan erken seçimde tekrar tek başına iktidar yapmak için sahadaydı. Terörle mücadeleyi bir tür seküler “kutsala” çevirmiş olan Batı başkentlerinden Türkiye’ye yönelik teröre karşı “orantılı yanıt” verme çağrısını nasıl anlamalıyız?
***
Öncelikle, ABD’nin, DAİŞ ile mücadelede Türkiye’den beklentisi İncirlik’in kullanımından fazlasını içeriyor. DAİŞ’i yenilgiye uğratmak için uzun vadeli bir kararlılık gerekiyor. Nitekim Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu’da DAİŞ ile kapsamlı bir mücadelenin başlayacağını söyledi. Bu yüzden “orantılı yanıt” söylemi bir yanıyla Türkiye’nin DAİŞ ile mücadelede yapacaklarını maksimize etmesi için baskılamaya matuf bir açıklama. Böylece DAİŞ’le mücadele hem Türkiye ve ABD için hem de PKK için bölgedeki iktidar oyununun “meşrulaştırıcı” ve “pazarlık unsuru” haline geldi.
Bütün aktörler farklı çıkarlarını bu paketin içine koyarak sunmayı faydalı buluyor.
Diğer yanıyla da Türkiye’nin PKK’yı askeri anlamda fazlaca zayıflatmasının Suriye’deki kolu PYD’nin “savaşma” gücünü düşürmesi kaygısı ile ilgili. PKK’nın Kuzey Irak’taki ve Türkiye’deki silahlı varlığının, lojistik desteğinin dramatik bir şekilde azalması Suriye’de PYD’nin zafiyete düşmesi anlamına gelecektir. Ayrıca, Türkiye’nin PYD’yi de hedef alması istenmemektedir.
***
“Orantılı yanıt” söyleminin ikinci boyutu ise Çözüm süreci yeniden başladığında ABD’nin masada olma arzusudur. Çözüm sürecinin yürüdüğü dönemde ABD’nin “üçüncü göz” olması gerektiğini PKK-KCK yetkilileri defalarca ifade etmişti. ABD’yi “devreye girmeye” çağıran güncel bir örnek dün KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar’dan geldi: “Bizi ve Türkiye’yi bir masa etrafında yan yana getirmelidirler. Bununla birlikte DAİŞ ile savaşta daha büyük rol oynarız.”
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
OKAN MÜDERRİSOĞLU-SABAH
“Terör bitmeden sürece dönülmez”
Operasyonları, PK saldırılarına cevap olarak görüyoruz. Çözüm Süreci’ne dönülmesi için atılacak ilk adım PK ‘nın terör faaliyetlerine son vermesidir
Türkiye’nin, DAEŞ’e karşı mücadelede ABD ile işbirliğinin ayrıntıları, terör örgütü PKK’ya yönelik operasyonlar, Çözüm Süreci ve hükümet kurma çalışmaları konusunda Ankara’daki dengeleri yakından bilen Batılı bir diplomatik kaynak çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Diplomat, Çözüm Süreci’ne dönülmesinin ön şartı olarak, PKK’nın terör faaliyetlerine son vermesi gerektiğini söyledi. DAEŞ’le mücadeleye Türkiye’nin de koalisyon güçleri ile operasyonel olarak katılacağını açıkladı. Diplomatik kaynağın güncel sorulara cevapları ise şöyle:
PKK TERÖRE SON VERMELİ
ABD, Türkiye’nin PKK’ya yönelik operasyonlarına nasıl bakıyor?
ABD, Türkiye’nin kendi savunma hakkına saygı duymaktadır. Operasyonların, PKK tarafından başlatılan saldırılara bir cevap olarak yapıldığını ifade ettik.
ABD, Çözüm Süreci’ni nasıl değerlendiriyor?
Çözüm Süreci, Türkiye’nin bir iç meselesidir, iç süreçtir ve öyle de sürmelidir. 35 yıl süren bir problemde Türk vatandaşlarının barışçıl ve demokratik çözüme olan inançları son derece önemli bir unsurdur. Sürece geri dönülmesi için atılacak ilk adım PKK’nın terör faaliyetlerine son vermesidir.
PKK hedefleri böyle vuruldu
TAKTİKSEL İLİŞKİ
PYD ABD’nin stratejik müttefiki, Türkiye için terör örgütü. Bu, Türk-ABD ilişkilerinde sorun yaratmıyor mu?
Hiçbir ABD’li yetkili duymadım ki PYD’yi stratejik bir müttefik olarak değerlendirmiş olsun. Bizim için stratejik müttefiklik tanımı çok farklı anlamlar içerir. Suriye’de yerel unsurların taktiksel olarak desteklenmesi bağlamında bakıldığında bizim için ikisinin anlamı çok farklı.
Zübeyir Aydar, “ABD, bizimle masaya otursun, Türkiye’yi de teşvik etsin” demiş… Böyle bir şey mümkün mü?
Açıklamaları görmediğim için spesifik olarak cevap vermeyeyim. Genel yaklaşım PKK, Türkiye için olduğu kadar ABD için de bir yabancı terör örgütüdür. Şu pozisyonumuz devam ediyor. Bu, Türklerin çözmesi gereken iç konudur.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM
“Erdoğan’ın pas geçtiği ‘Öcalan’ sorusu“
Abdullah Öcalan, 7 Haziran seçimlerinin ardından adeta İmralı’da unutulmaya terk edildi. Seçim sonrası zafer sarhoşluğuna kapılan Kandil ve HDP, Öcalan’ın adını silahlar patlayana dek anımsamadı. Ankara’nın teröre karşı güçlü bir irade göstermesi ve operasyonları başlatması üzerine PKK/HDP Öcalan’ı yeniden hatırlamaya başladı.
Şimdi en fazla merak edilen konu Ankara-İmralı ilişkilerinin ne düzeyde olduğu? Apo’nun bu dönemde söyleyeceği her sözün önemli olacağı inkâr edilemez; ama bundan daha da önemlisi devletin tepesinin Apo’ya nasıl baktığı ve ne söylediği. Çin ziyaretini izleyen gazeteciler olarak dönüşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmralı’yla ilgili ne düşündüğünü sorma fırsatı bulduk. Erdoğan, Demirtaş ile Öcalan’a nasıl bakıyor? Bu iki ismi nasıl değerlendiriyor?
Haber Türk’ten Nihal Bengisu Karaca, Erdoğan’a Demirtaş ve Öcalan ile ilgili basında yer alan bir haberi sordu. Karaca, Öcalan’ın Demirtaş hakkında “uluslararası bir proje” dediğini aktardıktan sonra şu soruyu yöneltti: Devlet Demirtaş ile Öcalan’a nasıl bakıyor, ikisi arasında bir fark görüyor mu?
Cumhurbaşkanı Erdoğan iki kez kendisine yöneltilmesine rağmen bu soruyu pas geçti. Öcalan ile ilgili olarak bir değerlendirme yapmaktan özellikle kaçındı. Erdoğan’ın bu tutumu dikkat çekiciydi. Benim çıkardığım sonuç devletin Apo’yu hâlâ gözden çıkarmadığı yönünde. Çözüm sürecinin yerini operasyonlar ve çatışmalar almasına rağmen Erdoğan, İmralı’yı tümden silmemiş. Erdoğan PKK ve HDP’ye karşı çok sert olmasına karşın, Öcalan ile ilgili değerlendirme yapmaktan kaçınıyor. Bu da çözüm sürecinin tümden bitmediğini gösteren önemli bir işaret. Erdoğan, İmralı’nın hâlâ yapabileceği bir şeyler olduğunu düşünmeseydi sanırım Öcalan’ın üzerini çizmekten çekinmez ve bunu gazetecilere de açıklardı. Çözüm sürecinin akıbetini merak edenler için Erdoğan’ın bu tavrının yakın geleceğe yönelik önemli bir işaret olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar çözüm süreci buzdolabına kaldırılmış ve operasyonlar tüm hızıyla devam ediyor olsa da, İmralı’nın yeniden devreye girme ihtimali çok yüksek. Bugünden yarına olmasa da yakın gelecekte süreç yeniden rayına sokularak, belki daha farklı koşullarda yeniden başlayabilir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“O da şerefsizmiş”
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Boğazdaki yalısında viski içip HDP’ye oy veren şerefsizler” çıkışından sonra, bu siyasi liderin danışmanı olduğunu söyleyen bir zat (gazeteciymiş) çıktı ve “Evet, böyle şerefsizler var. Bunlar 3 bin kişi. Listesi çantamda” gibilerden bir açıklama yaptı.
Eskiden “hain listeleri” tutulurdu.
Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş (Refah ve Fazilet partilerini kapattıran zat), “Araştırdım, Türkiye’de tamı tamına 200 bin hain var!” demişti.
Bu rakamı nasıl elde ettiği sorulduğunda, gayet kendinden emin bir ifadeyle, şu karşılığı vermişti: “Kamran İnan Bey söyledi… Ben de araştırdım, rakam doğru çıktı.”
Şimdi “şerefsiz listeleri” tutuluyor.
Devlet Bahçeli’ye göre, şerefsizliğin tek ve biricik kıstası HDP’ye oy vermek değil… Aynı zamanda “Boğaz’da yalı sahibi olmak” ve “Erol Taş kahkahaları” eşliğinde bol bol viski tüketmek gerekiyor.
İler tutar bir yanı var mı bu sözlerin?
Elbette yok…
Kıstas Boğaz’da yalı sahibi olmak ve viski tüketmekse, bu ülkede MHP’ye oy veren, oy vermiş mebzul miktar yalı sahibi bulunabilir. Mutlaka viski de içiyorlardır.
Problem, son zamanlarda “ırkçı” söylemlere yönelen HDP’yse, bu ülkede tersinden “ırkçılık” yapan başka partiler de var… Sözgelimi MHP… HDP “siyasal Kürtçülük” yapıyorsa, MHP de en kralından “siyasal Türkçülük” yapıyor ve bu iki yapı birbirlerini üretip duruyorlar.
Konuyu belki de “şeref” bağlamından çıkarıp tartışmak gerekiyor.
Bahçeli, “Sol ve sosyalist olduğunu iddia eden yapılar, neden bu ülkenin zengin muhitlerinden destek görüyor? Burada bir problem yok mu?” demiş olsaydı, haklı olurdu. Belki Türkiye’nin kendine özgü “sınıfsallığına” ilişkin verimli (siyasal) bir tartışmayı başlatabilirdi.
Bu haliyle tartışamıyoruz ve “Devlet Bahçeli ayıp etmiştir, nefret suçu işlemiştir” deyip geçiyoruz.
Bundan sonrasını işin eğlencesi oluşturuyor.
İçinde “şerefsizlik” geçen iddialı ve atarlı cümleler kurulur da, Hasan Cemal bundan alınganlık çıkarmaz mı?
Hemen balıklama atladı mevzunun üzerine ve ilk kez içinde Erdoğan geçmeyen bir yazıyla karşılık verdi: “Hem Boğaz’da evim var, hem viski içerim, hem de HDP’ye oy verdim…”
En az Bahçeli’nin sözleri kadar iddialı ve atarlı bir yazı… Öyle bir yazı ki, insanın “Eee?” diyesi geliyor.
Eee Hasan Cemal?
Boğaz’da evin var, viski içiyorsun, aferin HDP’ye de oy verdin ama bir de Ermenilerden gasp edilmiş köşkün var. O köşkün en önemli varislerinden birisin. Seni HDP’ye yönelten şefkat duyguların, günün birinde o köşk için de kabaracak mı?
Nefret ettiğin Erdoğan, gasp edilmiş Ermeni malları için 2.5 milyar dolar ödeme yaptı. Sen hissene düşen “tediye” görevini ne zaman hatırlayacaksın?
Hasan Cemal’in, “Ben de Bahçeli’nin zikrettiği şerefsizlerden biriyim” şeklinde okunabilecek “atarlı” yazısından sonra, “T24” sitesinin liberallerinden Oya Baydar da çıktı, “Lütfen beni de o şerefsizler listesine alın” diye ricada bulundu.
Oya Hanım’ın Boğaz’da evi yokmuş, viski de içmezmiş. Ama HDP’ye oy vermiş.
Sırada kim var?
Sırada, Hürriyet’in “Coşkun” soy isimli yazarı var.
Dayanamadı, çıktı, “Ben de şerefsizim” dedi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BERİL DEDEOĞLU-STAR
“AB’den gelen açıklama”
Avrupa Komisyonu sözcüsü Mina Andreeva, Komisyon başkanı Jean-Claude Jucker’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla arayıp neler söylediğini kamuoyuna duyurdu. Büyük bir açıklama ihtiyacı içindeydi her halde. Kim bilir, belki Avrupa kamuoyunun müthiş bir baskısı söz konusuydu.
AB temsilcisinin Türkiye cumhurbaşkanını araması, taziyelerini bildirmesi, Türkiye’nin terörle mücadelesini desteklediklerini söylemesi önemli; ne de olsa, pek hissedilmese de, Türkiye AB adayı bir ülke. Ancak görüşmeyi Ankara değil Brüksel’den öğrenmiş olmamızın bir nedeni olmalı diye de düşünmek gerekiyor.
Açıklanan görüşmede iki dikkat çekici kelime bulunuyor. Bunlardan biri, AB’nin Türkiye’nin uluslararası terörizmle mücadelesini desteklediklerini söylemesi. Hem bilimsel literatürde hem de “batı” kamuoyunda uluslararası terörizm dendiğinde ilk akla gelen örgütler radikal İslami örgütlerdir. Bu çerçevede AB, kullandığı terimle aslında Türkiye’nin IŞİD’le mücadelesini desteklediğini ifade etmiş oluyor. Bu durumda taziye bildirimi Suruç katliamını mı kapsıyor diye sorsak, üzerinden epey zaman geçti, herhalde değildir demek durumunda kalırız.
Orantılılık
Son günlerde Türkiye’de can alıp duran örgüt PKK. Dolayısıyla AB’nin kısmen PKK ile mücadeleyi de sözlerine dahil ettiği yorumunu yapabiliriz.
Kısmen dememizin nedeni ise, yapılan açıklamada kullanılan ikinci dikkat çekici sözcük; ki o da orantılılık.
AB, iyi niyetli okursak, PKK ile mücadele ediliyor diye sivillere zarar vermeyin diyor; zaten Türkiye de bunu istemiyor. Ancak şüpheli bir okuma yaparsak, AB’nin başka bir şey ima ettiği sonucunu da çıkarabiliriz. Belki AB, Türkiye’nin IŞİD’le mücadele yapıyorum derken aslında Kürtlerle mücadele ettiğini ima ediyordur.
Böyle bir ima varsa, bazı konuları daha iyi anlatmak gerek demek ki.
Türkiye Kürtlerle değil, PKK ile mücadele ediyor. PKK, eylem yapan sivil, yarı sivil militanlara sahip; tıpkı tüm terör örgütleri gibi. Eylem yapan kişilerin üstlerinde üniforma, kollarında işaret eşarbı falan yok. Dolayısıyla terörle mücadele, doğası gereği sivil görünümlü kişilerle mücadele anlamına gelir. Bu durumda bir orantılılıktan söz edilemez.
Orantılılık, statüsü kısmen eşit oyuncular arasında kurulabilir. Orantılılık, ne kadar şiddet uygulandıysa, o kadar şiddet uygulanmasını ima eder.
Ancak, terörle mücadelede bu kuralın uygulanması zordur. Örgütler “bir kişiyi” öldürür ve onun yarattığı kitlesel dehşet üzerinden siyaset üretir. Yani PKK 30 kadar asker-polis öldürünce, devlet de 30 kadar kişi öldürme üzerinden plan yapmaz.
Sonuç çıkarma
Niyet ne olursa olsun, AB’den gelen sesten çıkarılacak bazı sonuçlar
olabilir. PKK ile mücadelenin askeri boyutu, Kürt halklarını kazanmaya hizmet ettiği sürece sonuç verir. Bu noktadaki temel unsur, halkların güvenini sarsmamak, akıllara şüphe düşmesine engel olmaktır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“G20 sonrası”
Herkes “ne olacak bu Suriye’nin hali” diye soruyor ama, asıl soru “ne olacak bu İsrail’in hali” aslında.
Türkiye yeni dünya düzeni kilit ülkesi.. Türkiye’ye rağmen bir düzen zor. En azından bu bölgede Türkiye’yi hesaba katmayan hiçbir projenin uygulama şansı yok.. Belki Türkiye her istediğini yapamaz ama, Türkiye’nin hayır dediği bir projenin başarı şansı yok gibi..
Türkiye eski Türkiye değil artık, ama hâlâ eski kafalar, kavramlar, kurumlar işbaşında. Yani bugünkü Türkiye yarınki Türkiye’nin olmayacak. Kavramları, kurumları, tarihe ve geleceğe bakışı ile yeni bir Türkiye doğuyor..
Geleceğin Türkiyesinde soğuk savaş mirası ne CHP olacak, ne de MHP.. Hatta daha dün kurulan AK Parti de bu hali ile yola devam edemez..
Her zaman değişimin lokomotifi olan TSK bu değişim sürecinde ilk kavşağı döndü ve ilerlemeye devam ediyor..
Büyük değişim için Anayasa değişikliği şart.. Tabii bizim STK’lar, üniversiteler, sermaye de değişecek. Din algımız da. Yeni bir tecdid ve arınma hareketi kapıda..
Sınırlar, rejimler, iktidar yapıları değişecek.. BOP batının en önemli hamlesi idi. Derin devletle olmuyor, paralel devletle de olmadı, BOP da bomladı.. Türkiye batının ucuz asker deposu, sıçrama tahtası, askeri üssü, nükleer atık çöplüğü, oltayı yutan balık değil artık.
ABD eğer bir çözüm yolu bulmaz ise çözülür. ABD’siz bir AB dağılır. ABD’siz ve AB’siz bir İsrail, PKK filan olmaz. Ermenistan da, Gürcistan da, Yunanistan, Bulgaristan, Ukrayna, Romanya gibi Balkan ve Kafkas ülkeleri de pozisyonlarını yeniden belirleyeceklerdir..
Türkiye Asya’yla yakınlaşıyor.. Rusya ile zaten yakın ve sıcak bir temasımız vardı. Şimdi Çin ve Japonya ile yakın temasımız var.. Kore ile zaten ilişkilerimiz iyi, Endonezya ve Malezya ile de. Filipinlerle de Mindeneo sorunu çözüldükten sonra fazla bir sorun kalmadı. Eski Hindistan zaten kadim dostluklar ve kardeşlikler ülkesi. Yani sadece Türk Cumhuriyetleri, Araplar ve Afrikalılardan ibaret değil ilgi alanımız.
Mısır, Arap baharı diye başlayan sonra savrulan ülkelerde de bu durum böyle devam edemez, Suudiler ve Körfez ülkeleri de bu gerçeği görecektir..
Artık dostluğu değerli, öfkesinden çekinilen bir Türkiye var.. Birileri bunu görmek istemiyor.. Bugün Türkiye’nin bu gizli gücünün farkında olan, dünyayı okuyan yeni bir kadro doğuyor. Bütün bu krizler bu yeni kadroların zihin haritasını ve iradesini, cesaretini bileyliyor. İsrail test simulatörü gibi.
Batının İsrail’i kontrol etme çabası, yok olmadan, yarın daha zor şartlarda bazı kazanımlarını kaybetmek zorunda kalmasından önce kendi iradesi ile kontrollü bir şekilde geri çekilerek varlığını güvenceye kavuşturacak bir sınıra geri çekilmesini iknaya yönelik.. Filistin yönetimi hızla İslamlaşıyor. Bugünkü batı paralelindeki bir yönetimle uzun vadeli bir anlaşmanın İsrail için iyi olacağını düşünüyor batı. Yine bu çevreler Müslümanların yanında durarak İsrail’i ikna konusunda Müslümanları kazanmaya çalışıyor. Arkası arkasına Filistin yönetimini tanıyan batılı ülkeler yarın Hamas benzeri bir iktidarla pazarlığa oturduklarında bugün ağızlarına dahi almadıkları tavizlerden çok daha fazlasını kaybedeceklerinin kaygısını taşıyorlar.
Bütün bu olanlar birilerinin gücü ya da ötekilerinin acziyetinin sonucu değil aslında. Evet biz yükseliyoruz birileri geriliyor, ama henüz arada onların lehine büyük bir fark var.. Ama yine de biz umutluyuz, onlar korku ve panik içindeler..
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA ÖZCAN-VAHDET
“Nefret Savaşçıları”
Ümmetin son parçasını da, Kürt partizanlar vasıtasıyla bölmek istiyorlar. Hisleri ve duyguları çoktan akıllarını aşmış bulunuyor. Aklın yerini histeri dalgası almış görünüyor. Bunun nedeni Kürtler üzerinde de inceden inceye çalışılmış olmasıdır. Önce İngilizler, yıllardan beri de açıkça söylemek gerekirse Yahudiler ve Amerikalılar Kürtler üzerinde çalışıyorlar. 1882 yılından beri suni rüzgarlarla estirdikleri Türk nefretinin de son dalgası. İngilizler Mısır’ı işgallerinden sonra Türkleri Arap Doğusundan atma ve yerine geçme hevesine kapılırlar. Bu emelleri doğrultusunda damardan Türk nefretini işlediler. Bu nefret kimi yerlerde Arap Baharına kadar yüz yıl boyunca devam etti. Türk ve Arap ulusalcılar birbirlerine çalışsalar da bir ulusun yekdiğerinden nefret etmesi için var güçleriyle çabaladılar. İngilizlerin açtığı nefret çığırının varisleri, tohumunun acı meyveleri ve nefret savaşçıları olurlar. Bu nefretin bir ölçüsü de yoktur. 1882 yılında ve sonrasında Beyrut ve Bağdat gibi şehirlerde bağımsızlık ve Arap milliyetçiliği rüzgarları esiyordu. Bağdat’ta yaşayan bir Fransız günlüklerinde o havayı şöyle teneffüs etmektedir: “Her yerde aynı oranda Türk nefretiyle karşılaşıyordum. Türk boyunduruğundan kurtulmak mayalanma halinde idi ve ortak bir hissiyatı yansıtıyordu. Ufukta bir Arap milliyetçiliği dalgası gözüküyor. Yakında Arapçılık akımı İslam alemi içindeki merkeziyetçi bir konum talep edecektir…(Ed Devletü’l İslamiyye, Takiyyüddin Nebhani, s: 193, Daru’l Ümme)”
Nöbet Kürtlerdedir. Nitekim, Muhammed Surur Zeynelibadin tam bir isabetle devri ve nöbeti gelen diğer bir millet olan İranlılara işaretle ‘Cae Devru’l Mecus/Mecusilerin Dönemi Geldi’ kitabını kaleme almıştır. Uyanan hücreler gibi bazı milletleri de uyandırıyorlar. İmparatorluk ve jandarmalık sırası Mecusilerin torunlarında, bölme sırası da Kürtlerdedir. Elbette dalgaya karşı duramayan, masumları tenzih ederek şunu söylemek durumundayız: Kürtler arasında böyle menhus bir dalga kabarmıştır. Ayhan Demir’in Dr. Erdal Aydoğan’ın ‘İttihat ve Terakki’nin Doğu Politikası’ çalışmasından hareketle kaleme aldığı bir makalede değindiği gibi, Kürt milliyetçiliği İngilizlerin ince ince işlediği bir damarın meyvesidir. İngilizlerin estirdiği Türk nefreti dalgasının kalıntılarından başka bir şey değildir. Arapların savdığı bu nefret şimdi Kütlere bulaşmıştır. Lakin Kürtler sadece Türklerden değil ümmetten de nefret ediyorlar. Ümmet içinde sevdikleri bir millet var mıdır? Belki de aynı nefreti paylaştıkları Berberiler gibi bazıları. Yoksa ortak alanda yaşadıkları ne Arapları ne Türkleri ne de Persleri seviyorlar. Bununla birlikte Humeyni’nin özel doktoru Mısırlı Fehmi Şinnavi, onlara ‘ümmetin yetimleri’ sıfatını takarak daha da kışkırtmıştır. Ümmete karşı kışkırtılan bir bölük olmuşlardır. Türkiye, Irak ve Suriye’de yıkım mangası haline gelmişlerdir. Irak’ta ABD ile birlikte Baas rejimini yıkmışlar Suriye’de ise Esad Baas’ına tav olmuşlar ve arkasına takılmışlardır. Türkiye’de ise son seçimler öncesinde ve sonrasında Kemalist kesimle flört halindedirler. Geçmişte Türkiye’de derin devletin aracı oldukları halde şimdi iktidarı derin devlet olarak tanımlıyorlar. Halbuki, ittifak kurdukları ‘Camia’ bir iki yıl öncesine kadar derin devletin yerine geçmekle suçlanıyordu. Adamlar tükürmekle ve çamur atmakla besleniyorlar!
***
Ümmetin yetimleri tanımı, ümmeti yetim bırakma projesidir. Bu süreçte Türk nefretinin son muhatabı, aleti de Kürtler görünmektedir. Sevgi ve nefret simyasal özellikler taşıyan önemli bir silahtır. Batılılar bunun farkındadır. Sevgi ve nefret gözü dost ve düşman üretir. 1882 yılından itibaren İngilizler Mısır’da bunu yapmaya çalışmışlardı. Selefleri Napolyon Mısır’a geldiğinde ‘Mısırlıları Kölemenlerin boyunduruğundan kurtaracağım’ diye kendisine bir misyon biçmiştir. Mısır’ı işgal etmeye gelen adam kölelikten azat beratı dağıtmaktadır! Halkı birbirine düşürme politikası izlemiştir. Bugünkü tabirle böl yönet. Napolyon’dan 200 yıl sonra bölgeye abanan ve sarkan Bush da karşımıza ‘düşmanını yani işgalcini seveceksin’ parolasıyla çıkmıştır. Bernard Lewis’in ifadesiyle Müslümanın öfkesini yutturmak, teskin için nefret gözünü muhabbet gözüne çevirmek gerekir. Geç dönem milliyetçilik dürtüsüne uyanan Kürtler de Araplardan sonra Türk nefret dalgasına kapılmışlardır. İngilizlerin geriye bıraktığı ve Amerikalıların suladığı ve beslediği nefret virüsü Kürtlere de bulaşmıştır. Bunun sorucu olarak PKK unsurları nefret savaşçısı haline gelmiştir. Bu suretle İngilizlerin nefret Amerikalıların da böl yönet taşeronu haline gelmişlerdir. İslam dünyasının geçiş döneminde ve zor zamanında sömürgecilerin kör aleti olmuşlardır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5