Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
MEHMET BARLAS-SABAH Bu ülkede “Ünlü” olmak da “Duayen” olmak da çok kolay Bazı kavramların yerli yersiz kullanımı, bu kavramların ziyan edilmelerine sebep olmuyor mu? Örneğin ş...
EMOJİLE

MEHMET BARLAS-SABAH
Bu ülkede “Ünlü” olmak da “Duayen” olmak da çok kolay

Bazı kavramların yerli yersiz kullanımı, bu kavramların ziyan edilmelerine sebep olmuyor mu? Örneğin şu “Ünlü” kavramının medyadaki kullanım biçimini bir hatırlayın… “Ünlü sanatçı yine yakalandı” veya “Ünlü işadamı gece kulübünde görüldü” benzeri başlıklara takılıp habere girdiğinizde, adını hiç duymadığınız bir kişinin, sırf yanındaki güzel kadın fotoğraflansın diye “Ünlü” ilan edildiğini okumuyor musunuz?
Bunun gibi yaşlı bir kişinin “Duayen” olarak nitelenmesi de medyanın kavramları çarpıtmasına örnek değil mi? Şöyle bir hesaplayın… Hiçbir seçim başarısı elde edememiş, ülkesindeki bir eserde hiç katkısı olmamış ve kavga etmekten başka bir iş yapmamış ne kadar çok “Duayen siyasetçi”miz var mesela.

Her yaşlı duayen mi?
Latince “Decanus”tan kaynaklanan bu kelime, Fransızcada “Doyen”, İngilizcede de “Dean” olmuş… Özellikle bir diplomatlar topluluğu içindeki en kıdemli diplomata “Duayen” denilirken, şimdi tüm mesleklerin kıdemlilerine de “Duayen” demeye başladık. “Duayen” kavramı bizim medyamızda meslek veya kıdem gözetilmeksizin “Saygın yaşlı” anlamında kullanılmakta.

Bilgelik ve yaş
İsterseniz mesleğinizde hiçbir kayda değer başarınız olmasın, belli bir yaşı geçmişseniz “Duayen” olmanız işten bile değildir. Yaşınız ilerlediyse “Duayen siyasetçi”, “Duayen gazeteci” veya “Duayen işadamı” olabilirsiniz… Sanki bütün gençler sonunda duayen olacaklarmış gibi bir algılama var toplumda. Oysa yaşlılık ne bir rütbedir, ne de bilgeliğin kanıtıdır. Kaba, umursamaz ve tam anlamı ile “Maganda” timsali olan bir kişi yaşlı olsa ne çıkar, genç olsa çıkar ki? Nice bilge gençler ve nice cahil yaşlılar görmüyor muyuz?

Her şeyin rütbesi vardır
Napoleon’un icadı olan Fransa’nın “Legion d’honneur” nişanı için “Fransızların yarısı buna sahiptir, diğer yarısı da sahip olmak beklentisi içindedir” denilir ya. Şimdi “Duayenlik” de öyle algılanmaya başlandı. Oysa “Legion d’honneur”ün de rütbeleri var ve mesela “Grand Cross”a en fazla 75 kişi sahip olabiliyor. Buna karşı Şövalye (Chevalier) rütbesindeki Legion d’honneur nişanı taşıyanların sayısı ise 115 bin kişiymiş.
 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HAŞMET BABAOĞLU-SABAH

Yeni bir dünya geliyor…

Haftaya yerimizde şöyle bir toparlanıp dünyaya, bölgeye ve kendimize bakarak girelim desem…
Ne dersiniz?
Tamam, heyecansız bir yazı olacak!
Çünkü güncel politik aktörlerden söz etmeyeceğim.
Ama yakın gelecekte ciddi heyecanlar yaşama ihtimalimizin arkaplanından konu açacağım.
Olay şu…
Dünya ekonomisi açısından bakarsak, gelişmekte olan ülkeler için 2000’lerin başında yaşanan nispeten tatlı ve hülyalı dönem bitmek üzere…
Ufukta kriz dalgaları köpükleniyor.
Dünya siyasetine gelince…
Sistemin merkezi kendi içinde bir kafa karışıklığı yaşıyor.
Sol alternatiflerin güncellenmesi, finansal ve ham madde kaynaklarındaki problemler, mülteciler ve göçmen politikaları, faşizmin yükselen hayaleti, yaşlı nüfusun yeni kapitalizmle uyumsuzluğu gibi birçok mesele ağır ateşte kaynıyor.
Bir yandan da merkez ülkeler eski günlerdeki gibi dünya üzerindeki güçlerini pekiştirmeye hazırlanıyorlar. Ben buna “neo-kolonyal tahkimat” diyorum.
Tabii bu gelişme karşısında merkezle yakın ilişkiler içinde olan Türkiye gibi ülkelerin sıkıntı yaşama ihtimali yüksek.
Fakat esas kavga sistemin (dünyanın) merkeziyle Rusya ve Çin gibi ülkeler arasında patlak verecek gibi görünüyor. Bu gerilim önümüzdeki on yıla hâkim olursa, şaşırmamalı.

***

Batı medyası söz konusu tatsız gelişmelerin analizleriyle dolup taşmaya başladı.
Bizim medyada ise birkaç finans yorumcusu hariç bu konulara şöyle bir değinilip geçiliyor.
Ancak meraklısına Süleyman Seyfi Öğün’ün geçen hafta çıkan yazısını mutlaka okumasını öneririm (Yeni Şafak, 17 Eylül).
Süleyman Hoca, “felaket tellallığı yapmadan akılda tutmamız gereken şeyler”den söz açtığı yazısında muhtemel ekonomik durgunluğun küresel savaş riskini bile elinde tuttuğunu belirtiyordu.
Ben de şunu ekleyeyim, “Yok artık, daha neler!” demek yerine, yeni gelecek stratejileri geliştirme günlerindeyiz.
Peki ya Ortadoğu ne olacak?
Ne yazık ki, ufukta huzurun zerresi bile görünmüyor.
IŞİD’in ortaya çıkışından geçen hafta başlayan Suriye’ye Rus yığınağına kadar birçok veriyi yan yana getirdiğinizde, anlaşılıyor ki, Ortadoğu “büyük güçlerin hesaplaşma alanı” olmaktan çıkamayacak.
Burada sanıldığının aksine artık “iç dinamik” falan yok, hepsi “dış” dinamik!

***

Kötü ihtimalleri değerlendirmek, umutsuzluğu kışkırtmak değildir. Tedbir gerekir.
“Bunlar anlatılınca moralimiz bozuluyor” diyorsanız…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH
Tevazu, tesirat ve tebeddül

Postalcı yazarlar Cumhuriyet Halk Partisi’nin reklamını yapacaklar ama bunu Ali Taran gibi kurt bir reklamcı bile beceremedi…
Öte yandan Kılıçdaroğlu’nu devirmek istiyorlar ama şimdilik ipleyen yok…
Bu arada faşizme yatıp Yunanistan’dan bilmemkaç tane ada istemeye kalktılar, Çipras tükürmüyor bile…
Ne yazsınlar? Dön dolaş gene Atatürk tabii.
Fakat attıkları kıtırın arkasını da getiremiyorlar, örneğin Eskişehir belediyesinin İzmir belediyesine dev kıyağı olan “balmumundan Atatürk heykelinin” açılış töreninde İzmirli vatandaşların nasıl kendilerinden geçtiklerini öğrenemedik! İnsan muhabir gönderir de yerinden izler.
Yeni yeni numaralar uydurmak şart.
En iyisi, yakın tarihin gizli kalmış müthiş gerçeklerini gündeme getireceksin…
Neymiş o, İzmir’in yakılması falan mı? Höst.
“Birinci grubun” tasfiyesi mi? Brüss.
Takrir-i Sükûn Kanunu mu? Cıss.
Atatürk’ün TBMM’yi iki defa kapatmaya kalkması ve bundan vazgeçirilmesi mi? Hafazanallah. Elbette, Atatürk’ün İnönü’yü uğurlamaları!
Postalcı yazarlar için son derece önemli bir konuymuş.
Üstelik, gündemdeymiş. “Başbakan havaalanına gidip cumhurbaşkanını uğurlar ama cumhurbaşkanı havaalanına gidip başbakanı uğurlar mı?” gibi son derece önemli bir tartışma varmış son günlerde, biz farkında değildik…
Bu konunun açıklığa kavuşturulmasının mala davara faydaları saymakla bitmez.
Tarihe bakıyorlar, Atatürk İnönü’yü uğurlamaya vallahi de gitmiş, hem de üç kere!
Vayyy…
İlkinde, Yeşilköy’den uğurlamış, Montreux’ye giderken. 18 Haziran 1936.
İkincisinde, gene aynı yerden, bu sefer Londra’ya giderken. 14 Temmuz 1936.
Üçüncü ve sonuncu kere de, bu sefer Haydarpaşa’dan trenle Ankara’ya giderken. 22 Temmuz 1936.
Görüldüğü gibi, İnönü ne büyük adammış, Atatürk de kadar mütevazı.
Atatürk’ün İnönü’ye gösterdiği saygı benzersizmiş.
Protokolu bir yana bırakması dikkat çekiciymiş.
Ee? So what?
Hiç işte, maksat Atatürkçülük ve de İnönücülük olsun.
Postalcı yazarlar yoruldular, hele bir bayram tatili yapsınlar, kafalarını toplayıp gelsinler, kendilerinden bu kadar önemli olmayan daha başka tarihi gerçekleri de araştırmalarını bekleriz.
Örneğin, Atatürk ile İnönü arasında geçen ünlü “sofra kavgası” ve akabinde, trende bir sohbet üzerine İnönü’nün başbakanlıktan alınması… Madem tarih atmayı seviyorlar, onu da vereyim: 20 Eylül 1937.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

Muhalif ol… Ama namuslu muhalif ol!

Başlığı görünce ürperdim. Okuduklarım hoşuma gitmedi. Hemen “Bir ülkede yazarlar susturuluyorsa…” kalıp cümlesi ve o cümlenin arkasından sıralanacaklar geldi aklıma. 

Bildik faşizm edebiyatı… “Susmayacağız” haykırışları…

Haber “usta gazeteci” Ahmet Altan hakkında soruşturma başlatıldığını duyuruyordu. “Usta gazeteci” nitelemesi, konuyu haberleştiren Zaman gazetesine ait…

Usta gazeteciyi soruşturma aşamasına getiren vetireyi şu şekilde özetlemiş gazete: “Ahmet Altan, İpek Medya’ya yapılan hukuksuz operasyonun ardından 2 Eylül’de Samanyolu Haber’deki programa katıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’yi eleştirdi. Erdoğan’ın Anayasa’yı çiğnediğini söyledi. Altan’ın konuşması, yandaş medyada ‘Altan canlı yayında Erdoğan’ı tehdit etti’ ve ‘Erdoğan’a küstah tehdit’ şeklinde haber yapıldı. Erdoğan’ın avukatlarının şikâyeti üzerine harekete geçen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Altan hakkında ‘Cumhurbaşkanı’na, hükümete, kamu görevlilerine hakaret ve halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek’ iddiasıyla soruşturma başlattı.”

Daha önce çok yazdım. Güç ve iktidar sahiplerinin eleştiri (hatta hakarete ve küfre varan sözler) karşısındaki pozisyonunun ne olması gerektiğini, kendimden örnekler vererek anlatmaya çalıştım…

Ben Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın yerinde olsam, edilen hakaretlere dönüp bakmam bile. Hakaret sahipleriyle, mahkeme huzurunda da olsa,“hesaplaşmayı” tenezzül meselesi sayarım.

Söylemesi ayıptır, şu dımdızlak halimle bile bu nevi sözlere bakmıyorum, görmüyorum, ilgilenmiyorum. Hakaret sahipleriyle mahkemede hesaplaşmayı zül addediyorum. O çirkinliklerle ve rezilliklerle muhatap olmamaya çalışıyorum. Canımın çok sıkıldığı durumlarda, çok şükür elimde kalemim var, canlarına okuyorum, tabir-i amiyane ile kötü söz sahibini “itin bilmem neresine” sokuyorum.

Fakat herkes aynı kabulle ya da esneklikle bakmıyor. Bakamıyor…

Erdoğan (son beş yıldır yedi çarpı yirmi dört saat “diktatör” diye küfür yiyen Erdoğan), eleştiri sınırlarının ötesine geçen söz ve davranışlarla karşılaştığında mahkemeye koşuyor, kötü cürüm sahiplerini hukuka havale ediyor… Çekip kimseyi vurmuyor, eski yöneticiler gibi işi “infaz mangalarına” havale etmiyor, sahte trafik kazaları düzenletmiyor, depoya adam kaldırtıp pataklatmıyor. Yargıya gidiyor. Onun da böyle bir tarzı var. Dolayısıyla, “Olgunlukla karşıla. Niye böyle yapıyorsun?” deme hakkımız bulunmuyor…

Hemen son olayla ilgili hissiyatımı da söyleyeyim:

Başta da söylediğim gibi, Altan hakkında soruşturma başlatılmış hoşuma gitmedi.

Hayır, “Bir ülkede yazarlar susturuluyorsa…” gibi ağlak ve sahtekârca yazılara meydan vereceği, “halkı susturmayı” biricik siyaset yordamı sayan hokkabazlara “susmayacağız” çığlığı atma fırsatı vereceği için değil…

Lüzumsuz bir iş olduğu için hoşuma gitmedi!

Daha doğrusu, Ahmet Altan kim ki, önemi ve değeri ne ki, Cumhur’un başı karşısında “davalı” pozisyonuna düşüyor!

Haa, olay ayrıca Zaman gazetesinin zikrettiği gibi cereyan etmedi.

Evet, usta gazeteci Ahmet Altan İpek Grubu’na (İpek Medya’ya değil) yapılan operasyonun ardından (2 Eylül’de) Samanyolu Haber’deki programa katıldı ama hiç de eleştiri sınırları içinde kalmadı.

Zaten nicedir “eleştiri sınırları” içinde göremiyoruz bu düşük insanı ve hiç de şaşırmıyoruz. (Kendisini bazı “hallere” düşürdüğü için“düşük” diyorum. İsterse mahkemeye gidebilir.)

Samanyolu Haber’deki dayılanmalarını tümüyle izleyemedim ama katıldığı başka bir televizyon programında söylediklerini adeta içtim. Neler mi söyledi?  “Erdoğan yargılanma hakkını kaybetmiştir” dedi. İç savaş istedi. Türkiye’yi “PKK sopası”yla tehdit etti. AK Parti’ye oy verenleri (hem de en şen’i cümlelerle) aşağıladı.

Bunları hep yapıyor.

Bunları yaptığı için de “usta gazeteci” diye ödüllendiriliyor.

Son “numarasını” söyleyeyim: Yine katıldığı bir televizyon programında, “Böyle giderse, sıra Hürriyet gazetesine gelecek. Kapatacaklar bu gazeteyi”dedi. “Özkök’le, Ahmet Hakan Coşkun’la dayanışma içine girilmesi gerektiğini” söyledi.

Namuslu bir gazeteci, “Daha önce kaç gazete kapatıldı ki, sıranın Hürriyet’e geleceğini söylüyorsun? İktidarın baskısı sonucu kapatılmış üç gazetenin, hayır bir gazetenin ismini söyleyebilir misin?” sorusuna cevap verir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ARDAN ZENTÜRK-STAR

Erdoğan’ı uyarıyorum…

ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass’ı, Sedat Ergin’in yanında Hürriyet’in yeni takılmış camını incelerken görünce, “bu normal değil” dediğimi hatırlıyorum. Büyükelçi, bir “dayanışma” için orada olduğunu söylüyor, bunu da, sıradan “basın özgürlüğü” zeminine oturtmaya çalışıyordu. “Dayanışma” kavramı, o büyükelçiyi Türk iç siyasetinin bir cephesine yerleştirdi. “Normal değil” dediğim budur. 

Cevabı, 80’lerin başlarında CIA fonlarıyla kurulmuş National Endowment for Democracy’nin (NED) Eylül 2015 tarihli bir araştırmasında buldum. Yazarı Paul Rothman, konusu ise siyaset-medya ilişkileri olan bir rapordan söz ediyorum. (Meraklısı şu linkten okusun: http://www.cima.ned.org/wp-content/uploads/2015/08/CIMA-The-Politics-of-Media-Development1.pdf )

Araştırma, “yükselen otoriter rejimler” başlığı altında iki kişiyi hedefe oturtuyor: Bugünlerde mülteci krizi nedeniyle ismi ısıtılan Macar Başbakan Viktor Orban ve Recep Tayyip Erdoğan. Erdoğan hakkında yazılanların bilimsel hiçbir değeri yok, muhalif medyadaki bazı örnekler copy-paste yapılmış gibi. Rothman, Erdoğan’ı, “basın özgürlükleri” açısından suçlamanın yolunu buluyor, “diktatör kampanyasının” temelini sağlamlaştırıyor, o kadar.

Aslında rapor, bir işaret fişeği; çünkü bir lobinin bu konuyu ekim ayında Columbia, Harvard, Yale ve Pensilvanya Annenberg Üniversiteleri’ndeki bir dizi toplantıda köpürteceğini öğreniyoruz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı uyarıyorum, 1 Kasım seçim atmosferinde bu alanda büyük bir saldırıyla karşılaşacak.

Türk medyasının tiraj ve reyting toplamında yüzde 75’inin muhalif olduğu ve muhalif yayın organlarının reklam gelirlerini düzenli olarak artırdıkları (hiçbir otoriter rejimde olmaz) gerçeğini perdeleyen bir kampanya olacak bu.

Ahmet Kekeç’in 19 Eylül tarihli “Zırlamalarnız kabak tadı verdi” başlıklı yazısında gündeme getirdiği Hürriyet gazetesinin kırılan cami konusunun çıkış noktasını oluşturacağı, (bunun için hiç susmayacaklar Kekeç)  paralel medyanın da benzinini taşıyacağı bir kampanyadan söz ediyorum.

(Bu arada, AK Parti milletvekili Abdürrahim Boynukalın’ın Hürriyet’in önünde ne işi vardı?)

CIA ve işbirlikçileri…

NED’in kurucularından Allen Weinstein 1991 yılında Washington Post’a şunu söyledi: CIA’nın 25 yıl önce gizli olarak yaptığı bir çok şeyi bugün NED yapıyor. Erdoğan’ı diktatör kampanyasıyla hedefe oturtan bir takım insanlara “darbeci” kimlikle “öyle ya da böyle gidecek” dedirten gerçek gücün kim olduğunu gösterdiği için son raporu yazan Paul Rothman’a teşekkür borçluyuz. Konunun Türkiye’deki işbirlikçilerine fazla girmeyeceğim, Kayahan Uygur zaten yazmıştı. (ABD’den para alan ‘bağımsız’ gazeteciler, AKŞAM, 17 Mart 2015) 

Birlikte yatağa girdikleri kurum tehlikeli. 80’lerde Nikaragua’daki Sandinist yönetime karşı faşist gerilla gruplarını fonlamış, Avrupa’daki sol sendikalara karşı sarı sendikaları güçlendirmiş, Ukrayna başta eski Sovyet coğrafyasındaki “renkli devrimleri” planlamış bir kurumdan söz ediyoruz. Son marifetleri, Mursi’nin devrilmesini sağlayan sokak hareketlerine para yağdırmak oldu. Yani, Gezi Parkı gibi, “demokrasi talebi görünümlü” sokak hareketlerinde de mahir bir kuruluştan söz ediyorum. 

Erdoğan yalnız bir portre…

Erdoğan, Türk siyasetinin “varoş” mahallesinden geldi, bu nedenle Beyaz Türkler onu hiç sevmedi. Vesayet rejimine göre ise hemen ezilmesi gereken bir dışarlıklıydı. Ama, o sistemin merkezine yürüdü. Eğer bu ülkede “gerçek sol” bir siyasi damar olsaydı, sadece Davos’taki “one munite”in anti-emperyalist ruhuna sahip çıkardı, tersini yaptılar!..

Tarih, Erdoğan’ı yalnız bir adam olarak yazacak. Her kriz anında bir süre kaderiyle baş başa kaldığı için…

Bu kez bunu yapamayız.

Recep Tayyip Erdoğan, PKK ve FETÖ’yü kullanarak ülkenin üzerine gelen emperyalizme karşı artık, bir “ulusal güç unsuru” olduğu için…

TSK’nın bu iki unsurla mücadelede sivil siyasi otorite ile tam uyum sağlamış olması, millet açısından rahatlatıcıdır. Çünkü…

Erdoğan’ın ezilmesi, emperyalizmin zaferidir…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ORHAN MİROĞLU-STAR

Tuğrul Türkeş’le aynı partide…

Bir isimleri bile yok. Kendi isimleriyle ortaya çıkmaya cesaretleri yok çünkü.  Sosyal medyada kod adlarıyla yazıp duruyorlar. Attıkları tweetlerle,  kişilik katli yapıyor, fikirlerinden hoşlanmadıkları insanları itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. 90’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerde tetiği çeken ve sadece kod adıyla yaşayabilen tetikçilerden bir farkları yok aslında.

Bu tetikçilerin  ‘iştigal’ alanlarından biri de benim maalesef. Hiç durmuyor, habire saldırıyorlar. Yalan ve iftira kampanyaları düzenliyor, çocuklarımın adını bile istismar ediyorlar. Liderleri, Suruç katliamından sonra, gider havuz sefası yapar, gıkları çıkmaz, ama onlar benim Diyarbakır mitinginde patlayan bombadan sonra halay çekip eğlendiğimi yazarlar.

Kürt halkının yaşadığı trajediyi anlatan kitaplarım dahi bu iftira ve yalan kampanyalarından kendini kurtaramadı. Diyarbakır cezaevini, evlatları dağa çıkmış Kürt kadınlarını, Uğur Kaymaz ve öldürülen diğer Kürt çocuklarını anlatan kitaplarımı bile alçakça ve haince itibarsızlaştırmaktan geri kalmadılar.

Çünkü, Hitler’in propaganda bakanı Gobels’ten alıyorlar ilhamlarını: Bir yalanı yüz defa tekrarlayın, ona inanacak yüz binlerce insan bulursunuz.

Bir insanı en güçlü olduğu yerinden vurmak..Bunu  iyi başarıyorlar doğrusu. Diyarbakır cezaevi gibi bir cehennemi yaşamış, ve o cehennemden alnınızın akıyla çıkmışsanız, ve bu hafıza yıllar sonra,  toplum içinde belki bir merhamet belki de bir saygınlık olarak yaşanıyorsa, hatta kişiliğinizin güçlü bir yanı olarak algılanıyorsa, bu trajik hikayeye de ateş eder dururlar. Bugün onları Kandil’den yöneten liderleriyle bir zamanlar aynı hücreleri ve koğuşları paylaşmanıza, cezaevinde işkence ve zulme karşı çıkan tutukluların isyanına katılmanıza rağmen, sizin idareyle işbirliği yapan biri olduğunuz yalanını yayarlar.

Açıkça söylemek gerekirse, bu tetikçi takımı saldırılarını arttırdıkça, fikirlerimin ve siyasi duruşumun daha da güçlendiğini hissediyorum.

Yıllar önce, bu zavallılara seslenmiş ve ne yaparsanız yapın, bulunduğum yerden bir adım bile geri atmayacağım demiştim.

Sözümde durdum, düşüncelerimin bedelini ödedim, sadece ben değil, kızım Hiwa, oğlum Zerdeşt ve anneleri Canan da bu bedelin ortağı oldular.

Sadece kod adıyla yaşayabilen tetikçiler son olarak beni ve Tuğrul Türkeş’i dillerine doladılar. Neymiş efendim, Tuğrul Türkeş’le, aynı partide olmam beni mutlu ediyor muymuş?

Evet, Tuğrul Türkeş’le aynı partide olmak beni memnun ve mutlu ediyor.

Kürtlere ve Türklere büyük acılar yaşatmış  İttihatçılığın,  bugünkü temsilcileriyle ve kendini solcu sayan Kemalistlerle aynı partide olmaktansa, yurtsever duygularından hiç şüphe duymadığım, Kürtler’i kardeş bir halk olarak gören bir Türk milliyetçisiyle AK Parti’de politika yapmayı tercih ederim.

Siz soğuk savaş yıllarında yaşamaya devam edin.

Bense, zamanın ruhu beni, Tuğrul Türkeş’le aynı partide buluşturduysa, bundan memnuniyet duyarım.

Sayın Türkeş’i seçimlerden sonra, kabul ederse eğer, Mardin’e davet etmek ve dertleşmek de istiyorum.

Türk milliyetçiliğinin, yaşadığımız son kırk yılın trajik olaylarında günahının olmadığını düşünenlerdenim.

Siz Kürt milliyetçiliğini ne kadar istismar ettiyseniz, İttihatçılar ve Kemalistler de, Türk milliyetçiliğini o kadar istismar ettiler..

Türk milliyetçileri ve ülkücüler, kendilerini yabancı güçlere açık tutsaydılar, bu ülke kırk yıl önce ve kanlı bir biçimde bölünürdü. Her zaman söyledim, Türk milliyetçilerine bu ülke bir iç savaş borçludur diye.

Türk milliyetçileri değildi, 12 Eylül’den sonra Kürtler’in silaha sarılmasını isteyen.

Biz, Diyarbakır’da, onlar Mamak ve Metris’te acı çekiyor ve düşüncelerimiz için ağır bedeller ödüyorduk.

PKK’nın Ankara’dan başlayarak, elinden tutup, Kürt gençlerini dağlara kim çıkardıysa ve hala da orada tutuyorsa,  bu ülkeye kötülük yapan da  odur

Sosyal medya tetikçilerine sormak lazım ayrıca:

Tuğrul Türkeş henüz MHP’deyken, sizin milletvekiliniz değil miydi, AK Partiyle değil, ama MHP’yle koalisyon kurabiliriz diyen?

Sizin lideriniz değil miydi, ‘MHP’nin bize karşı sertleşmesini anlayamıyoruz, MHP bugün koalisyon ortağı olarak düşünülüyorsa,  buna biz yol açtık’ diyen..

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SEVİL NURİYEVA-STAR

Rusya Esed’i Desteklemekten Neden Vazgeçmiyor?

Olayın başından itibaren Rusya kendi oyununu değil, Amerika’nın oyununa uygun senaryo geliştirdi. Yani aslında Rusya kendi başına Suriye politikasını pekiştirmedi. Ona ilham veren, esasında ABD oldu. 

Rusya; Amerika’nın kendisine dönük, yeni dağıtıcı planlarından haliyle rahatsız ve Amerika’nın Rusya’yı yeniden çöktürme niyetlerine karşılık senaryoları geliştirmekte. Suriye meselesine biraz da bu parametreden bakmak lazım. Aslında bakarsanız Putin, Esed’e değil; Esed Putin’e yardım ediyor. Oradaki tutumu, Orta Doğu’nun kan gölüne dönüşmesi, Amerika’nın hesabının realiteyle uymaması veyahut bu uyumun ömrünün verebildiğince daha da sonraki merhaleye atılması, esasında Putin’in ve İran’daki Mollaların işine yaramaktadır.

Putin, Esed’in ömrünü mümkün olduğunca uzatmaya niyetli. Nedeni, kendi ömrüne plan biçen Amerika’nın başının, Orta Doğu’da daha da bataklığa sokulmasına bir nevi yardım etmektir. Amerika ne kadar Orta Doğu’daki kargaşanın merkezinde bulundukça ve çözümü hızlı yapamadıkça, Rusya kendince bu durumdan nemalanmış oluyor. Aynen İran da bu taktiği izledi. Kendine yaklaşan tehlikeyi, başka bir yerdeki bombanın fitilini yakmakla, kendince soğutuyor. Suriye meselesinde bu kadar tutuculuğun ve bu kadar mültecinin, ölen, kaçan, zalimin zulmüne tabi tutulan Suriyelinin kaderine, basit bir olay olarak bakmasını da aslında garipsemedim. Çünkü Rusya ve Putin bu tür insani durumlara acımayacak kadar katı ve duyarsız siyasetin mimarıdır. Suriye meselesine, oradaki binlerce kişinin gaddarca öldürülen, yakılan, kaçarak canını kurtarmaya mecbur kalan insanların haline, Türkiye gibi veya Erdoğan gibi hassas ve insani bakamayacak kadar katı ve sert biri olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Rusya’nın devlet televizyonu; durmadan PKK terör örgütünü öven, Türkiye’nin terörle mücadelesini ise sanki Kürtlere karşı operasyon olarak lanse etmesinin arkasında, Kürt halkına duyduğu sempati filan yoktur. Zaman zaman duruma göre siyaset üretir ve duruma göre kendince algı yönetir. Muhteşem Yüzyıl dizisi ekranlardayken, nerdeyse Osmanlı yeniden doğdu, önünü nasıl keselim bakış açısıyla, bizzat devletin desteği ile ardı ardına Rusya İmparatorluğunu öven, milli duyguları nerdeyse yeniden pekiştirmeye yönelik diziler yaptırılmaya başlandı. Konumuza dönersek, sözüm o ki, Putin Suriye meselesinde tamamen Amerika’nın Rusya’ya yönelik adımlarına göre tavır almakta. Esed’i bu nedenle uzun vadeli destekleyecektir. Bu anlamda Amerika ile çatışmak ve onu yorgun düşürmek isteğindedir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EMİN PAZARCI-AKŞAM

Fethullah Gülen ve iftira

Dün, Ankara 22. Asliye Ceza Mahkemesi’nde duruşmam vardı. Sanık sandalyesi boştu; Türkiye’de olsaydı, oraya “iftira” suçundan yargılanan ve bugün Pensilvanya’da yaşayan Fetullah Gülen oturacaktı. 
Ben yalnızdım ama o değildi… 
Avukatları oradaydı. Dikkat ederseniz, “avukat” demedim, “avukatlarından” söz ettim. Çünkü karşımda bir değil, iki avukat vardı. Haklarını yemeyelim, görevlerini de çok iyi yaptılar, müvekkillerini güzel savundular. 
Fetullah Gülen, emekli bir vaiz. Üstelik Paralel Medya’nın yaptığı yayınlara bakılırsa, sadece bir ceketi var! Ama bir değil, iki avukatla temsil ediliyor! 
Adliyelerde yaptığı suç duyurularına ve diğer davalarına bakınca, bir “avukat ordusundan” söz etmek bile mümkün. Bunlar da bedavaya o işleri yapmıyorlar; “ücret-i vekalet” diye bir şey var. 
Peki nereden geliyor bu değirmenin suyu? Cevap verilmeyeceğini biliyorum ama yine de sormak istiyorum: 
Himmet paralarından mı? Yoksa başka bir kaynaktan mı? 
* * *
Gülen, ABD’nin Pensilvanya Eyaleti’nde devasa bir malikânede yaşıyor. Emekli bir vaizin hayal bile edemeyeceği bir hayat sürdürdüğüne göre, belli ki bir yerlerden kendisine para akıyor. 
Orada bulunmasının kendisi açısından çok önemli bir avantajı daha var. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının sunduğu imkânlardan sonuna kadar yararlanıyor. Suç duyurularında bulunuyor, tazminat davaları açıyor. 
Sadece gazeteciler aleyhine yaptığı suç duyuruları dudak uçuklatacak sayılara ulaşmış durumda. Yüzlerce savcılık başvurusu var. Gülen’in, haklarında 20’nin üzerinde suç duyurusunda bulunduğu muhabirler tanıyorum. 
Benim gibi onlar da büyük bir haksızlıkla karşı karşıya… 
Hakkında suç duyurusunda bulunuyorsunuz. Fetullah Gülen’e dava açılıyor. Ama O ortalıkta yok. ABD’ye sırtını dayamış durumda. 
Tazminat davası açıp kazansanız bile tahsili mümkün değil. 
Birincisi, kâğıt üzerinde emekli bir vaiz. İkincisi, o yaşadığı lüks hayata rağmen, üzerine kayıtlı herhangi bir malı da yok. Harcadığınız parayla kalır, tek kuruş bile alamazsınız. 
Nitekim avukatları duruşma sonunda Hâkim Hüseyin Turgut Bayraktar’a aynen şunları söylediler: 
-Müvekkilimin ifadesinin alınması için yazı gönderilse bile ABD’de iftira ve hakaret suç olmadığı için bir sonuç vermeyecektir. 
Doğru, ABD ceza kanununda böyle bir suç yok. Bu, tazminata konu olacak bir eylem. Ayrıca Amerika’da açılan tazminat davalarında öyle büyük miktarlara hükmediliyor ki, bu yüzden kimse böyle bir eyleme girişemiyor. 
Yani, ABD yargısı verdiği para cezalarıyla adamı anasından doğduğuna pişman ediyor! 
* * *
En önemlisi de ne biliyor musunuz?.. 
“İftira” ABD Ceza Kanunu’na göre suç olmasa da İslam’a göre büyük bir suç. Hatta öyle bir suç ki, zaman aşımı yok. Sonuçta alacağınızı mutlaka tahsil edersiniz. Çünkü kul hakkına giriyor ve Yaratan bile taraflar helalleşmeden bu suçu affetmiyor. 
Fetullah Gülen de emekli bir vaiz olduğuna göre, mutlaka bunu biliyor olması gerekir. Söylemlerine bakılırsa, çok da iyi biliyor. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK

Fiili işgale direnmek, İstanbul’u savunmak

1 Kasım Türkiye’nin siyasi tarihinde bir dönüm noktası olacak. Benzer ifadeler hep söylenir, biliyorum ama iç politikaya, seçime dönük bir yorum değil buradaki kastım. Çünkü bu kırılma, Türkiye’nin geleceğinin şekillenmesini birebir belirleyebilecek etkide olacaktır.

7 Haziran seçimlerinden hemen sonra anladık ki, ya o büyük yürüyüşü devam ettireceğiz ya da Suriyeleşeceğiz. 2 Kasım’da da bu sorunun cevabını arayacağız. Ya yüz yıldır verdiğimiz büyük mücadeleyi kaybedeceğiz ya da yola devam edeceğiz. Bütün önyargılarımızdan, ön kabullerimizden kurtulup bu soruyu kendimize sorduğumuz zaman, bunun ne anlama geldiğini pekala anlayacağız.

Önümüzdeki bu iki seçenekten başka hiçbir yol görünmemektedir.

Türkiye’ye karşı fiili işgal başlatılmıştır!
Bölgesel kaosun sınırlarımızı zorladığı, yer yer içeri girip bazı illerimizde fiili işgal başlattığı ve bu işgalin içeriden yoğun destek aldığı bir dönemdeyiz. Yeniden parçalanmış iktidar günlerine dönüş, merkezin zayıflaması, ülkenin ana hassasiyetinin merkezin dışına itilmesi Türkiye’yi omurgasız bırakıp tamamen savunmasız hale getirecektir.

Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Türkiye için en hayati, öncelikli konu ana omurganın sağlam tutulmasıdır. Bu sağlandıktan sonra her türlü tehdidin üstesinden gelmek mümkündür. O omurga zayıflatıldığı an gözlerimizi Suriye’ye, Irak’a, Ukrayna ya da Mısır’a çevirmekten başka çaremiz kalmayacaktır.

O vahim resmi kaç kişi görüyor?
Kabul edin ya da etmeyin; AK Parti bu anlamda Türkiye’de hemen her toplumsal kesimde yankı uyandıran ana omurgadır. Türkiye’nin her noktasına ulaşabilen tek siyasi harekettir. Siyasi aklı, rakiplerinin çok ötesindedir ve bu kadro dışında yakın dönemde böyle bir idrak ve aklın öne çıkması zor görünmektedir.

AK Parti, çözülmenin daha önce tanık olmadığımız noktalara ulaştığı ülkemiz için bir tutkaldır. Ne kadar öfkeniz varsa, ne kadar nefretiniz varsa, ne kadar eleştiriniz varsa öylece ortada dursun ama bu değişmez bir gerçektir.

AK Parti’nin çekildiği bir Türkiye siyaseti düşünün. Varolanların haline bakın. Bunu yaparken de sadece siyasete bakmayın. Türkiye olarak bakın, ülkeyi geçmiş ve geleceği ile birlikte düşünerek bakın, dünya genelindeki güç kaymalarını göz önüne alarak bakın, coğrafyamızı kasıp kavuran felaketlin sınırlarımıza dayandığı gerçeğiyle bakın.

Büyük bir karamsarlık kaplayacak sizi. Öfkelerinize, günübirlik reaksiyonlarınıza hakim olursanız, bunları biraz olsun susturabilirseniz, gözlerinizi kör eden, zihinlerinizi rehin alan angaryalardan kurtulabilirseniz o vahim resmi görmenize hiçbir engel kalmayacak. AK Partili değil Türkiyeli olup olmamakla alakalı bir hassasiyetten söz ediyorum.

Türkiye’de merkez değişti, buna alışın
Parçalanmış iktidarların kaldıramayacağı bir yük var önümüzde. Mahalle siyasetinin üstesinden gelemeyeceği sorunlar var. Yirmi yıl öncesinin siyasi aklının, kadrolarının yönetmekte zorlanacağı büyüklükte bir Türkiye var. Artık Türkiye meselesi, yoksunluklar, mağduriyetler meselesi değildir. Güç meselesidir. Kendi içinde, coğrafyada, küresel ölçekte güç mücadeleleriyle alakalı meselelerdir. Ülke ölçeğinin çok ötesine ulaşabilen bir siyasi vizyon, güçler çatışmasında boy ölçüşebilecek bir maharet meselesidir.

Merkez değişti. Sadece iktidar merkezi, siyasi merkez değil, sosyolojik merkez de, Türkiye’nin bölge ve dünyadaki merkezi de değişti.

Eskinin devlet iktidarının dar toplumsal tabanı genişledi, daha muhafazakar, daha milli olan oldukça geniş kitleler, devletle kucaklaştı. Devlet aygıtı bu toplumsal değişime göre, yeni bir omurgaya kavuştu. Siz bu omurganın sadece AK Parti’nin tabanı mı sanıyorsunuz? Yüzyıllardır devam eden değişerek varolma yeni bir aşamaya girdi ve bu toplumsal taban değişikliği ile devletin ömrü uzatıldı.

Maalesef Türkiye’nin geleneksel siyasi muhalefeti bu değişimi okuyamadı. Bu omurgaya cephe aldı, bunu iç politik rekabet olarak sandı. Bu hata yeni hataları getirdi, bazı siyasi çevreler, terör örgütleriyle ortak resimler vermeye başladı. Galiba hızla marjinalleşip Türkiye’nin ana omurgasından daha da uzaklaşacaklar.

Artık Türkiye’ye kurşun sıkıyorlar
Sadece siyasi hareketler mi bu hatayı yapıyor, hayır! Eskinin “merkez”inde yer alanların çoğunun savrulduğunu görmüyor musunuz? Medyanın halini görmüyor musunuz?

“Merkez medya”dan merkez siyasete kadar her şeyin ekseni değişti. Askeri stratejilerden devletin siyasi kimliğine, ekonomiden bölge ve dünyaya bakışa kadar bir çok alanda yeni bir siyasi kimlik, pozisyon, perspektif hakim oldu.

Erdoğan düşmanlığı insanı teröre destek verecek ölçüde savurabilir mi? İktidar kavgaları siyasi çevreleri terörle ortak olup Türkiye’ye kurşun sıkacak bir çıldırmışlık noktasına sürükler mi? İşte Suriye’den bölgeye ve Türkiye’ye yayılan yıkıcı tehdit ne kadar büyükse, içerideki bu savrulma da o kadar yıkıcı ve tehditkardır.

“Eski Merkez”i oluşturan çevrelerin hemen hepsinin PKK ile, diğer terör örgütleriyle, terörle ortaklık kurduğu, en azından ona tavır alamadığı, alma niyeti olmadığı ve marjinalleştiği gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Kişisel hınç ve tercihlerin ortak meselelerin çok önüne geçtiği, bir kırık cam hikayesi ile on altı şehidi unutturabildiği bir ülkede, bu çevrelerin ellerindeki etki gücünün bir silah olarak ülkeye, millete yöneldiği bir ülkede herkesin şu an durduğu yerin yeni cümlelerle tanımlanması bir zorunluluktur.

Merkez medya kendi trajik sonunu hazırladı
Bu anlamda merkez medya değişmiştir. Artık ana omurganın hassasiyetlerini temsil etmiyorlar. Devlet iktidarı ile de hızla ayrışıyorlar. Çünkü terör kadar vahim bir ihanete ortak oldular. Onu pazarladılar, savundular, kamufle ettiler, cesaretlendirdiler. Bu öyle bir savrulma ki, bir daha dikiş tutturamayacaklar, yeniden eski pozisyonlarına gelemeyecekler.

Terör üzerinden devlete, millete şantaj yapan, elinde sadece sermaye gücü kalan, o sermaye gücünün de devlet tarafı sallantıda olan bir medya grubunun uzun süre ayakta kalması mümkün olmayacaktır. Bu yüzden de medyada da merkez değişecektir ve değişmeye başlamıştır. O “merkez medya” terör ve kanla, PKK ve DHKP-C ile, ülkeye silah çekmekle kendine trajik bir son hazırlamıştır.

Suriye çokuluslu savaşa dönüşebilir
1 Kasım kırılmadır, evet. Unutmayın, örgütler üzerinden istikrarsızlaştırma, konjonktürel bir olay değildir. En az yirmi yıl bu bölgede böyle devam edecektir. Ülkeler dağıtılacak, haritalar yeniden çizilecektir. Bu harita taslaklarının Türkiye ayağı servis edilmiştir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN-YENİŞAFAK

1 Kasım seçiminde AK Parti’yi kuşatan sorular

1 Kasım Seçimi, neresinden bakarsak bakalım AK Parti’nin seçimi olacaktır. Bu seçimde kamuoyu AK Parti’yi yeniden tek başına iktidâr yapacak mı? Seçimin sorusu budur.

Bu değerlendirme çoğu çevreler tarafından yadırganıyor ve tarafgirliğe yoruluyor. Halbuki “nesnel” bakabilen bir göz de bu değerlendirmeyi haydi haydi yapabilir. 1 Kasım seçiminde ne CHP, ne MHP ne de HDP’nin tek başına iktidâra gelme şansı olmadığı apaçık bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Üzerinde durulabilecek tek alternatif ihtimâl; seçim sonunda CHP ve MHP’nin bir koalisyon kurabilecek kadar güç kazanıp kazanmayacağıdır. CHP 7 Hazîran Seçiminde kendi tabanını pekiştirdiği kadar pekiştirdi. Bu arada bazı desteklerini HDP modası yüzünden bu partiye kaptırdığını da biliyoruz. Ama bu oranın kayda değer değişiklikler doğuracak kadar olmadığı ortada. Mâkul tahminler bu oranın %1-1.5 bandında kaldığını söylüyor. Bu oranın ne kadarının CHP’ye döneceğini bilmiyoruz. Diğer taraftan MHP’nin, çözüm sürecinden hoşnut olmayan, muhafazakâr-milliyetçi hassasiyetleri yüksek AK Parti seçmenlerinin bir kısmını almış olduğuna işâret ediyor. Bunun da yaklaşık %3 oranında olduğunu aşağı yukarı biliyoruz. Temelde AK Parti-MHP arasında seyyâl olan oyların %4 olduğu öngörülüyor. Demek ki, 7 Hazîran’da MHP bunun %3’ünü almış durumda. Şimdi soru, 1 Kasım’da kalan %1’i de alıp almayacağı noktasında kristalize oluyor. Diyelim ki, muhtemel CHP-MHP Koalisyonu için bu senaryolar gerçekleşti. Yâni CHP %1.5, MHP ise %1’lik bir artış sağladı. Bu %2.5’luk artışın CHP-MHP Koalisyonu için yeterli olamayacağı da âşikâr. Elyevm, 130+80, yani 210 sandalyeye sâhip olan bu ihtimâl, iktidâr olabilmesi için kalan 66 milletvekilini, % 2.5’luk bir artış gerçekleşse bile tamamlayamayacaktır.

HDP ise %13 olan oy oranını muhafaza etse de, görece kaybetse de denklemin dışındadır. Havaalanındaki mâhut rastlaşmada Sayın Şafak Pavey ile Sayın Selâhattin Demirtaş arasındaki; “berâber iyi salladık” yollu konuşmanın hayatta bir karşılığı olmadığı anlaşılıyor. Ortak karşıtlıktan ittifak çıkar diye bir zorunluluk yok. CHP-HDP Koalisyonu matematik olarak imkânsız bir formüldür. Buna MHP’nin eklemlenmesi ise “eşyanın tabiatına aykırıdır”.

Yukarıdaki değerlendirmeler, “1 Kasım AK Parti’nin seçimidir” temelindeki tezimizi, nedenleri ile yeteri kadar doğrulamaktadır. Bu durumu, tablonun nesnelliği ortada olduğu için, AK Parti’nin “tek başına iktidârda kalma” tutkusu ile açıklamak da yetersizdir.
Gelelim AK Parti’nin durumuna. 7 Hazîran Seçiminde bütün hesaplar, HDP karşısında ayılmadan besleniyor ; MHP’ye akan desteği durdurmaya mâtuf işliyordu. Bunun başarılı bir strateji olmadığını o zaman da yazmıştık. Nitekim sonuç bunu gösterdi. 13 senelik bir iktidâr pratiğinden sonra, asansör düşüşe geçti. Ama %41 katında durdu. Bu küçümsenecek bir durum değildir. AK Parti tam da psikolojik eşikte durdu. 1 Kasım itibarıyla AK Parti’nin temel stratejisi , kayıplarını telâfî etmek olacağı âşikârdır. Dolayısıyla vizyon yenileme, toplumsalın kendi doğal tabanı dışında kalan kütlelere erişmesini beklememek gerekiyor. AK Parti’nin dezavantajı, iktidâr konumundayken kendisini yenilemesidir. Ama bu çetin iş, 1 Kasım Seçimi îtibârıyla ertelenmek durumundadır. Biraz daha açık ifâde edelim: Kimse yenilenmiş bir AK Parti beklemesin. AK Parti bunu yapsa bile, anlamı olmayacaktır. Meselâ 100 maddelik Davutoğlu vizyonu, 7 Hazîran seçiminde kaynadı gitti. 1 Kasım Seçiminde bu haydi haydi böyle olacaktır. Elbette yenilenme çalışmaları devam ettirilmelidir. Ama bu çalışmaların stratejik olarak merkeze alınmasının bir anlamı olmayacaktır. Yenilenmenin hissettirilmesi yeterlidir. Daha öncelikli olan telâfi siyâsetleridir. Bu seçim AK Parti’nin güven tâzelemeyi hedefleyeceği ; kendi tabanını konsolide etmeye mâtuf bir seçimdir. Buradaki referans “istikrar” ve “kararlılık” gibi duyguların kamuoyuna hamâsetle değil, daha ince bir söylem üzerinden hissettirilmesidir.

AK Parti MHP’ye giden ve onu yeniden %44 bandına eriştirebilecek %3’ü geri alabilecek midir? Birinci derecede önemli olan bu süreç partiyi “sağcılaştırmadan” başarılabilecek midir? İkinci soru budur. Üçüncü olarak, vasatî olarak % 15 civarındaki mesâfeli, küskün, kararsız , ne dersek diyelim bir kitle içinde ne oranda bir destek devşireceğidir.