Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, Çözüm Süreci ve koalisyon arayışları var.
MEHEMET BARLAS-SABAH
“Bu dönem de evlat acıları ile birlikte geride kalacak”
Her çeşit terör örgütünün ve kayıt dışı siyasetin devlet düzenini ve toplumun istikrarını hedef alan silahlı eylemlerinin ve algı operasyonlarının tırmandığı bir dönemi, ne yazık ki bir kez daha yaşamaktayız.
Demokrasiyi ve uzlaşma ortamını güçlendirmesi beklenen 7 Haziran genel seçimleri, ne yazık ki HDP’nin kayıt dışı siyasetin unsurları ile yakınlaşmasına dayandı. Bu partinin seçim barajını geçmesini mutlulukla karşılayan ve TBMM’nin daha kapsamlı bir temsil gücüne kavuşmasından mutluluk duyanların önemli bölümü şimdi şaşkın… HDP ile PKK’nın özdeş konuma girmeleri, 7 Haziran seçimlerinin beklenen sonucu değildi.
İlk kez değil ki
Terör örgütlerinin devlet düzenine karşı silahlı eylemler koydukları dönemleri geçmişte de defalarca yaşadık. Bu dönemlerin nasıl sonuçlandığını da herhalde hatırlıyoruz… “Eli silahlı kuvvetler” eylemlerini tırmandırdıklarında devreye “Silahlı Kuvvetler” girdi ve derindeki devletin öteki yanı “Askeri yönetim” kisvesi altında yüzeye çıktı. İçinde bulunduğumuz dönemde ise artık devrede “Derin Devlet” yok… “Vesayet rejimi” de “Bürokratik oligarşi” de galiba geçmişte kaldılar.
Bunlar hatırladıklarımızın bir bölümü… Ancak “Bilmek” ve “Hatırlamak” çok farklı şeylerdir.
Yaşlıların kurbanları
Eğer bir toplumda “Yazılı Hafıza” yoksa “Bilgiler” genellikle “Hatırlananlar”dan ibaret kalır. Sonuçta yaşı ileri olanlar daha çok şeye tanık oldukları için, daha bilgili kabul edilirler… Bu şekilde yazılı hafızası olmayan toplumlarda yaşlanmak, bilgelik konusunda rütbe almak anlamına da gelir.
Ve şimdi PKK’nın Kandil’deki yaşlıları da, Paralel Örgüt’ün Pensilvanya’daki yaşlıları da, hem bellekleri hem de bilgileri zayıf olan gençleri Ortadoğu coğrafyasının insafsız ortamı içinde felaketle noktalanacak serüvenlere yönlendiriyorlar. Bu coğrafyada devletin öfkelenmesinin ne anlama geldiğini ve askeri ya da sivil rejimlerin sabır çizgilerinin zorlanmasının ne tür sonuçlara dayandığını, bu gençlere anlatan çıkmıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HAŞMET BABAOĞLU-SABAH
“Yarın, dünden iyi olacak!”
Yaşımdan herhalde…
Biraz da ait olduğum kuşağın özgün tarihi nedeniyle…
Yani heybesi darbe dönemleri, siyasi ve ekonomik krizlerle dolu bir adam olmamdan…
Çevremdeki gençler merak ediyor.
Olup bitenler karşısında ruh halim nasıl? Kötümser miyim? Geleceği nasıl görüyorum?
Belli ki medyatik yorumlardan ve üstünkörü memleket analizlerinden sıkılmışlar.
Daha çok hislerimi merak ediyorlar; daha derinden akan düşüncelerimi öğrenmeye çalışıyorlar.
***
Onlara söylediklerimin bir bölümünü buraya da yazmak istedim.
Zaman zaman karamsarlığa düştüğüm doğrudur fakat asla kötümser olmadım.
Elbette kederliyim.
Acılar büyüyüp yoğunlaştığında, terörün şiddeti etrafı yaktığında, annelerin yüreği yine kan ağladığında insan nasıl kedere kapılmaz.
Belki bugün acılıyız.
Kızgınız, kırgınız.
Yine de umutluyum.
Yarın dünden de iyi, güzel olacak!
Çünkü görüyorsunuz işte…
Son maskeler de bir bir düşüyor.
Kötülük artık güler yüzün arkasına saklanamıyor; barışı savunuyor görünüp düşmanlık üretenler izole oluyor.
***
Yakın tarihe dönüp bakın…
Bu halk… Ağır baskı altında…
Şiddetli saldırılar karşısında…
Tezgâhların, tuzakların, hesapların ortasında…
Ve felaket tellallarının oradan buradan çekiştirmesine rağmen… Hep sabrına, aklıselimine, imanına, irfanına sarıldı ve çizgisinden sapmadan siyaset alanına çıkacağı gün için yıkmadan, kırıp dökmeden çalıştı.
Kazandı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
EMRE AKÖZ-SABAH
“Kandil’in hesapları”
PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın geçenlerde söyledikleri bana gayet manidar gelmişti.
Örgütün Avrupa’daki gazetesi Yeni Özgür Politika’da yazan Kalkan, AK Parti ve MHP’ninHDP’yi sindirmek için el ele verdiğini iddia ettikten sonra… Şunu tavsiye etmişti:
“Bu durumda HDP için tek yol halkın içine çekilmek ve yerelden demokrasiyi inşa etmektir!” (8 Ağustos)
Yıllar sonra Kürtçü parti yüzde 10 barajını geçerek 80 milletvekili çıkarmış… Hattaİstanbul’da MHP’yi geride bırakmış…
Yahu daha ne istiyorsun? Çözüm Süreci’nin başarıya dönüşmesi, Kürtçü hareketin dağdan inip ovada siyaset yapması için bundan ala fırsat olabilir mi?
Pastaya yeni ortak
PKK baktı ki Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarının temsil ettiği demokratik- barışçısiyaset, karizmasını fena halde çizmekte… Siyasi aktörler, PKK’nın değil, Demirtaş’ın ne dediğine kulak vermekte… Raconu kesti: “Halkın içine çekilin!”
Duran Kalkan’ın dilinin altında ‘bomba’ taşıdığı, o günden beri geçen sürede iyice netleşti. Askerlerin ve polislerin şehit olmadığı bir gün dahi geçmiyor. Bıçak kemiğe dayandı.
PKK kan siyasetiyle, “yuh” dedirten eylemlerle, askeri ve polisi üstüne çekmeye çalışıyor. Daha doğrusu Kürt halkının üstüne çekiyor.
HDP’nin Meclis’e girmesinden sevinç ve gurur duyan Kürt halkına mesajı veriyor: “Demokratik- barışçı siyasetin rehavetine kapılıp beni bir kenara atmaya kalkmayın.”
AK Partililer milletvekilli pastasına ortak olan Demirtaş’ı masadan atmak istiyor… MHP’lilerin morarması için, zaten bir Kürt’ün siyaset yapması yeter de artar… Renk vermiyor ama oylarının bir miktarını HDP’ye götürdüğü için CHP’nin dahi kuyruk acısı var.
Velhasıl siyasetin belli başlı odakları erken seçime Demirtaş’sız girme hesabı yaparken… O da ne! Bir de bakıyoruz; PKK da Demirtaş’ı harcamayı kafaya koymuş. Öcalan ortalıkta yokken, PKK kendine bir rakip istemiyor. “Kürt gençleri Meclis’e teveccüh göstermesin, Kandil’e yanımıza gelsin” diyor.
Aç-kapa siyaseti
PKK 1984’ten beri ne yapıyorsa, şimdi de aynı şeyi yapmakta: Saldır- saldırma… Saldır- saldırma… Bir nevi aç-kapa siyaseti. Bu da olağan bir durum… Elinde silah olursa; ya ateş edersin, ya etmezsin.
İki boyutlu bir şiddet siyaseti: Tüm yapman gereken ne zaman ateş edip, ne zaman etmeyeceğine karar vermek.
Tabii şunu da söyleyelim: PKK’nın devlete saldırmasının asıl nedeni, İncirlik üssünüABD’ye açtığı dönemde Ankara’yı köşeye sıkıştırmak.
Ankara, bugün- yarın var gücüyle PKK’ya karşı taarruza geçecek… Bunun üzerine, PYD’yi kaybetme tedirginliği içindeki Washington’dan “IŞİD’e odaklanalım lütfen” mesajı gelecek.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Bu hanım aklımızla alay ediyor”
HDP’nin (ülkücü bir aileden gelme) Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, beklenen açıklamayı Almanya’nın Sesi’ne (Deutsche Welle’ye) yaptı.
Hani, “Sırtımızı PYD’ye, YPJ’ye, YPG’ye verdik, bunu gizlemiyoruz” demişti.
Deutsche Welle muhabirine yaptığı açıklamada ise bunu gizledi… “PKK ile HDP’nin arasında bir bağ bulunmadığını ve PKK’nın uyguladığı programın terör olmadığını” söyledi.
İki yapı arasında “kurulmak istenen bağ”la ilgili düşüncelerimi sonra söyleyeceğim.
Figen Hanım “program”dan bahsediyor.
PKK’nın uyguladığı program…
Bu program, öncelikle bir eşitlik ve demokrasi arayışıymış… Zaten PKK da, aynı zamanda (ve sadece) “demokrasi ve eşitlik mücadelesi veren bir örgüt”müş…
Hayır elbette PKK’nın bu hedeflere ulaşma konusunda başvurduğu yöntemleri onaylamıyorlarmış. Ancak kabul edilmeliymiş ki, PKK’nın uyguladığı program asla terör değilmiş.
Figen Hanım’a şunu söylemek lazım:
Bizim tartıştığımız şey de yöntem değil mi zaten Figen Hanım… Sizin de onaylamadığınızı söylediğiniz ama ne hikmetse yüksek sesle dile getirmekten imtina ettiğiniz “yöntem”e ilişkin sorunlar, PKK’yı otomatikman bir “terör örgütü”ne dönüştürmüyor mu?
Ya da şöyle soralım:
Onaylamadığınız yöntemler nelerdir?
Karakol basmak, yola mayın döşemek, uykudaki polislerin ensesine kurşun sıkmak, metroda bomba patlatmak, terhis olan askerlerin üzerine roketatar mermisi yağdırmak, sahte kaza ihbarı yapıp trafik polisi öldürmek mi?
Bunlara mı itiraz ediyorsunuz?
O zaman niçin duyamıyoruz sesinizi?
Ya da şöyle soralım:
PKK’nın “eşitlik ve demokrasi mücadelesi” çerçevesinde dile getirdiği taleplerin hangisi karşılık bulmadı? Eşitlik ve demokrasi mücadelesi çerçevesinde PKK bugüne kadar hangi iyileştirmeleri önerdi? Öldürmek dışında ne yaptı?
Mesele eşitlik ve demokrasi mücadelesi ise, bir temsil den gelen ve meşru siyasete yönelen/yöneldiğini söyleyen HDP yetmiyor mu ki, bir de eli silahlı insanları aracı kılıyorsunuz? Böyle bir mücadeleyi yürütmek için silah şart mı? Polis ve asker öldürmek şart mı? Siz ne güne duruyorsunuz?
Bu mücadeleyi pekâlâ siz de yürütebilirsiniz…
Yürütmelisiniz…
Fakat böyle bir mesai içine girmediniz, girmek istemiyorsunuz.
Her ağzınızı açışta “eşitlik, demokrasi, kardeşlik, barış, özgürlük” diyorsunuz; “âdem-i merkeziyet”in faziletlerinden dem vuruyorsunuz ama âdem-i merkeziyete kapı aralayacak yasal ve anayasal düzenlemelere karşı ret cephesiyle iş tutuyorsunuz.
Bu ülkede yapılan demokratik iyileştirmelerin sizi niçin mutsuz ettiğini öğrenmek isterim. Olağanüstü Hal’in kaldırılması, Kürtçenin “yasak dil”olmaktan çıkarılması, inkâr ve asimilasyon politikalarına son verilmesi (15 yıl öncesine kadar Kürt yoktu. “Kürtçe” şarkı söyleyenleri ya cezaevine tıkıyorlardı, ya da “Vay şerefsiz” nidaları eşliğinde ölüme gönderiyorlardı!) anadilde savunma hakkının yasalaşması, yerel isimlerin iade edilmesi, Kürtçe neşriyata izin verilmesi sizleri derin kederlere gark etti…
Bunun nedenini merak ediyorum.
Bugüne kadar ne istediğinizin değil, ne istemediğinizin takipçisi oldunuz…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET TAŞGETİREN-STAR
“Terör konusunda çok kötü iki tavır”
Şöyle söylense anlarım: – Çözüm süreci yanlış işledi. Çatışma ve ölümler olmasın, analar ağlamasın diye, silahlı yapının ülkeyi terk etmesinde ısrar edilmedi, aksine örgüt çalışmalarını derinleştirdi ve aradan geçen zaman içinde, bugün icra edilenlere baktığımızda görüldü ki, terör çözüm süreci öncesinden çok daha çetin bir yapılanma içine girmiş bulunuyor.
Bu noktaya gelişte Hükümet sorumluluğuna işaret edilirse onu da anlarım.
Ben de başından beri Çözüm sürecinin temel amacının silahlı yapının ülkeyi terk etmesi ve silahı bırakması olduğuna işaret ediyor, süreç içinde bunun gerçekleşmediğinin altını çiziyorum.
Ama gelinen noktada yeniden başlayan terörle mücadeleyi, 7 Haziran’da Ak Parti’nin oy kaybına ve “yeniden seçim”de oylarını artırma hesabına bağlayan yorumları “çok kötü” bulduğumu ifade etmek isterim.
Çok kötü; Çünkü:
Bu yaklaşım, bir, terör gerçeğini görmezden gelmeyi tercih ediyor. İki, terör bir gerçekse bile, onunla mücadelenin bugün gerekli olmadığını düşünüyor.
“Kötü” diye niteledim, çünkü terör bir gerçek, terörü üreten yapılanma ise sahneye çıkandan çok daha vahim bir gerçek. Sahnelenen terörün nasıl vahim boyutlara doğru tırmandığı zaten görülüyor. Cinayetler, sabotajlar, kundaklamalar, yol kesmeler, hendek kazıp şehirlere hakimiyet iddiaları vs. Terörü görmeyen gözün gerçekte kalb gözünün körleştiğinden kuşku duymamak gerekiyor. Terör gerçek de, dediğim gibi, terörü üreten yapılanma çok daha vahim. Çünkü henüz potansiyel terörün hangi boyutlarda olduğunu görebilmiş değiliz.
“Kötü” dedim, çünkü terörle mücadelenin “bugün” gerekli olmadığı düşüncesi, bir hesabı yansıtıyor. Hesabın bir ayağı, terör yapılanmasını korumak. Bu, terörle ideolojik – siyasi – stratejik işbirliği içinde olanların hesabı. Hesabın diğer ayağında ise şu değerlendirme var: “Terörle mücadele yeniden yapılacak seçimde Ak Parti’nin işine yarar, öyleyse onun işine yarayacak bir durum, Türkiye için gerekli olsa bile gerçekleşmemeli.”
Birinci “kötü”lüğün arkasında HDP ve PKK sempatizanları duruyor.
İkinci “kötü”lüğün arkasında ise Paralel Camia var.
Dün baktım, Zaman’da Ekrem Dumanlı’nın yaklaşımı ile HDP İmralı Heyeti’nin yazılı açıklaması neredeyse pişti olmuş.
Bu kötülük kardeşliği nedir Allah aşkına?
Paralel Camia, dünlerde KCK yapılanmasına işaret ediyor ve Hükümetin buna göz yumduğunu iddia ediyordu. Çünkü Doğu – Güneydoğu’da Camia çalışmalarının önündeki en önemli tehdit KCK yapılanması idi. Hala da zaman zaman “Gerçek paralel yapılanma”nın KCK olduğuna dair yorumlar çıkar Paralel medyada. Ama demek ki oturdular, “Paralel MGK”da bir “Paralel tehdit değerlendirmesi” yaptılar ve kendi “Kırmızı kitap”larında Erdoğan – Ak Parti Hükümetini “birinci tehdit” niteliğinde gördüler, ona göre ittifaklar aradılar, Doğu Güneydoğu’daki sandıkları ablukaya alarak HDP’ye oy akıtan KCK yapılanması – terör örgütü ana müttefik haline geldi. Strateji birleşti, söylem birleşti.
Şunu söylüyorum:
Şu anda Cumhurbaşkanı onlardan biri olsaydı, Hükümeti mesela Paralel – HDP koalisyonu yönetiyor olsaydı, terör gerçeğine nasıl bakacaklardı? “Bugün terörle mücadelenin zamanı değil” mi diyeceklerdi, yoksa PKK – KCK’yı terör yapılanması olarak görmeyecekler miydi?
Akıl tutulması bile değil bu, çok açık.
Bu çok kötü bir hesap.
Paralel camia bakımından değerlendirdiğimizde Erdoğan ve Ak Parti düşmanlığı adına Türkiye’nin güvenliğini ıskalamak demek bu.
HDP ve bileşenleri adına ise terör örgütü ile aynı stratejik kulvarda buluşmak demek.
Hükümete “geç kaldın” denilebilir. Vatandaşlardan bir kısmı bunu diyor. MHP bu kitlenin hassasiyetini dile getiriyor.
Onun eksikliği, Devlet ile Kürt vatandaşlarımız arasındaki “problemli alan”ı görmemesi ve bunu çözme noktasında bir projesinin olmaması.
Ötekiler, çözüm süreci içinden fesat çıkarma hesabındalar.
Şu anda Hükümetin terörle mücadelesi geç kalmış ama sonuna kadar haklı bir mücadeledir, bir Türkiye savunmasıdır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ETYEN MAHÇUPYAN-AKŞAM
“Koalisyon mu seçim mi?“
Soru AKP açısından kritik ve çok katmanlı bir geçiş dönemine işaret ediyor. AKP erken seçimde yine büyük farkla birinci parti olacak. Öte yandan ucu ucuna çoğunluk hükümeti de sağlayabilir ama bu durumda AKP ve ‘diğerleri’ arasındaki ayrışma derinleşecek, iktidarı devirmek üzere iç ve dış manipülasyon son hadde kadar zorlanacaktır. Bunun ahlaki olmamasını bazı AKP’liler bir ‘argüman’ sanabilir. Ama asıl sınav sizin ülkeyi yönetebilip yönetemediğinizdir ve özellikle ekonomi ve dış politika alanında böylesine kırılgan bir durum varken iktidarın yönetememesi için her şeyin yapılacağına emin olabilirsiniz…
Dolayısıyla tek başına iktidar AKP için tuzağa dönüşebilir. Tabii bu saldırıyla baş edemez ise… Demek ki soru şu: Acaba AKP bu haliyle böyle bir saldırıyla başa çıkabilir mi? Kimliksel ve yandaşlık romantizmi içinde “evelallah” demek mümkün. Ama siyaset geleceği düşünerek yapılmak zorunda… AKP yönetiminin önlerindeki yirmi yılın sosyolojik zeminini, dünya koşullarını ve bunun gerektirdiği yapı, söylem ve kadroyu öngörerek adım atmaları gerek. Dolayısıyla soru şöyle formüle edilmeli: Acaba uzun vadeli ve kalıcı bir AKP iktidarı için gerekli kurumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi açısından koalisyon mu daha elverişli, yoksa erken seçim mi?
Yanıtı ararken İslami camiada objektif yazılara imza atan İsmail Kılıçarslan’in 8 Ağustos tarihli köşe yazısına bakalım. ‘Koalisyon şart’ başlıklı makalede Kılıçarslan muradının bir AKP/CHP koalisyonu olmadığını belirterek daha derindeki meseleye parmak basıyor: “ … Türkiye’nin en büyük sorununun ‘koalisyonsuzluk’ olduğunu düşünüyorum… Türkiye’de özenle biriktirilen sorunların çözümünün ‘koalisyon mantığı’ ile çözülebileceğini iddia ediyorum.” Gerekçesini ise şöyle ifade etmiş: “Bugün Türkiye’de, vatandaşlık tanımından tutunuz da anadilde eğitim meselesine, dini hayatı özgürce yaşama hakkından tutunuz da terör örgütü tanımına kadar pek çok meselede ‘sonuçları Türkiye bakımından oldukça ağır’ bir ayrışma yaşıyoruz… Ben dümdüz korkuyorum artık bu ayrışmadan. Zira bu gibi durumlarda kimin kârlı kimin zararlı çıkacağını bilecek kadar uzun süredir yaşıyorum.”
Kılıçarslan ‘koalisyon’ kelimesiyle ‘amaçları, taraflara faydaları ve görev dağılımı’ ile bir uzlaşma biçiminden söz ettiğini de vurguladıktan sonra “Türkiye’nin görüp görebileceği en önemli koalisyonlardan birinin AK Parti’nin bizatihi kendisi” olduğunu ekliyor. Ancak bu tespitini ‘inceltme’ gereğini de duyuyor: “2007’deki kadar net şekilde ayakta durduğunu da söylemek zor bu koalisyonun.” Ayrışmanın 2009 sonrasında yaşandığının altını çiziyor ve sözü şöyle bağlıyor: “ Açıkça söylemem gerekirse, AK Parti’nin elindeki en büyük imkân, ne pahasına olursa olsun o mevzii yeniden tahkim etmektir.”
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM
“MHP haklı çıktığını sanıyor!”
MHP yönetiminde bir kibir, bir tepeden bakış, bir küstahlaşma ki sormayın… Bu kibir, terbiyeli ve sorumlu üslubuyla tanıdığımız Bahçeli’nin ağzını bile öyle bir bozdu ki, kendisini tanıyamaz hale geldik.
Nereden geliyor bu kibir?
Çünkü MHP, Çözüm Süreci’nin çıkmaza girmesinin ve PKK’nın yeniden silahlı saldırılara başlamasının, kendi tezlerinin hepsini doğruladığını sanıyor. Bütün partilerin yanıldığını, sadece kendisinin doğru çizgiyi savunduğunu, Türkiye’nin “vizyonu en geniş partisi” olduğunu söyleyip kasım kasım kasılıyor ve bu özgüven içinde herkese üst perdeden hakaretler yağdırıyor.
Oysa MHP’nin politikasında doğrulanan hiçbir şey yok. Bu partinin Kürt sorununa ve Çözüm Süreci’ne ilişkin politikaları dün de yanlıştı, bugün de yanlış. Ve eğer 2002’den bu yana MHP’nin politikaları uygulanmış olsaydı, bugün Türkiye kardeşin kardeşi kırdığı amansız bir iç savaş içinde, cehenneme dönmüş bir ülke olurdu.
Neydi MHP’nin Kürt politikasının esası?
Sadece Öcalan’la müzakereye karşı çıkmak mı? Ya da, Öcalan’ın çağrısından sonraki dönemde, çözüm sürecinin kazaya uğramaması uğruna, Güneydoğu’da güvenlik güçlerinin bölgedeki PKK hâkimiyeti karşısında pasif kalması mı?
Elbette değil… MHP’nin politikasının esası, devletin 1925’ten beri uyguladığı inkâr ve asimilasyon politikasıydı; ateşkese ve müzakereye karşı çıkışını da bu temel politikasının üzerine oturtuyordu.
Eğer MHP’nin politikaları uygulanmış olsaydı, bugün Kürtlerin anadillerini konuşması, anadillerinde kitap, roman şiir yazması, şarkı söylemesi, televizyon seyretmesi hâlâ yasak olacaktı. Çocukları hapiste olan ve Türkçe bilmeyen anne-babalar görüş günlerinde hâlâ çocuklarıyla konuşup anlaşamayacaktı. Sanıklar savunmalarını anadillerinde yapamayacaktı. Okullarda Kürtçe seçmeli ders bile olamayacak; özel okullarda anadilde eğitim hakkı da olmayacaktı. Güneydoğu’nun dağında taşında hâlâ Kürtlere gözdağı verircesine “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazacak, okullarda Kürt çocuklar her sabah “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” diye ant içmek zorunda olacaktı. MHP’nin politikaları uygulansaydı, Kürt vatandaşların kimlik taleplerini siyaset alanına taşıyacak bir partiye sahip olmasına müsaade edilmeyecekti. Yani siyaset yoluyla çözüm kapısı sımsıkı kapalı olacaktı.
MHP’nin politikaları uygulansaydı, Güneydoğu hâlâ olağanüstü hâl cehenneminde kavrulacak, insanlar köy meydanlarında soyulup toplu dayaktan geçirilecek; Kürt köyleri yakılacak, boşaltılacak, karakollara alınanlar bir daha çıkamayacak, JİTEM’ciler Kürt önderlerini “itlaf” faaliyetine tam hız devam ediyor olacaktı. Kürtlere hâlâ “Sen aslında Türksün” denilecekti!
* * *
Denecek ki, işte bugün de silahlar patlıyor, bugün de şehitler geliyor, değişen ne?
Evet ama biliyoruz ki, bu dönem uzun sürmeyecek. Çünkü Çözüm Süreci sayesinde, şu anda Türkiye devleti haklı, PKK haksız zeminde. Bu yüzden de, PKK’nın başlattığı saldırı ne iç, ne dış, hiçbir kesimden destek bulamıyor. Şu anda PKK, tarihi olarak, ulusal ve uluslararası planda en fazla tecrit olduğu dönemden geçiyor. Dünyanın hiçbir başkentinde aradığını bulamıyor; ne yapıp edip de ateşkesi yeniden sağlayabilsem diye çırpınıyor. İzlenen intihar çizgisi yüzünden kendi içlerinde binbir parçaya bölünüp birbirlerine düşmüş haldeler. Ana üsleri olan Kandil’in Zergele Köyü’nde bile köy halkı Barzani’ye müracaat edip “bizi PKK’dan kurtarın” diye yalvarıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
FUAT UĞUR-TÜRKİYE
“Devlet PKK’ya Orantılı Karşılık Veriyor mu?”
Her gün en az bir ya da iki şehit haberi geliyor.
Tam da 40 yıldan beri terörün açtığı yaraları onarmaya başlamıştık. Son günlerde yaşadığımız bu acılar nedeniyle duygularımızın, merhametimizin, hoşgörü ve sabrımızın istiap haddini doldurmasından korkuyorum en çok.
Bu duygularla baş etmeye ve soğukkanlılığımızı korumaya çalışırken Avrupa Birliği’nin bir açıklaması oldu.
Türkiye’den, kendilerinin de terör örgütü listesine aldığı PKK’nın saldırılarına ve katliamlarına karşı orantılı karşılık vermesi istendi.
Türkiye son iki yıldır “çözüm süreci”ni devreye sokarak kanı durdurmayı başardı. Gelgelelim Öcalan’ın Nevroz çağrılarına rağmen PKK silah bırakmadı ve sınır dışına çıkmadı. Doğu ve Güneydoğu huzursuzdu, istim üzerindeydi. PKK’nın 6-8 Ekim katliamları insanlara “Eski karanlık günlere dönüyoruz” izlenimi verdi. AK Parti’ye oy veren Kürtler, HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş 1 Mart 2015’te “Bize oy verin, barajı aşalım. PKK’ya silahı ancak biz bıraktırabiliriz” dediği için HDP’ye yöneldiler. Gerçi korkutuldular da “kan dökülecek” diye ve sandıklarda terör estirdiler. Sonuçta HDP barajı aştı. Ancak seçim sonrasında PKK açıkça devrimci halk savaşının başladığını ilan etti ve polise, askere, karakollara saldırmaya, emniyet görevlilerini yataklarında uyurken katletmeye, subayları eşlerinin yanında enselerinden kurşunlamaya, karakolların önünde tonlarca bomba patlatmaya başladı. Doğal olarak gözler 1 Mart tarihindeki konuşması hatırlanarak Demirtaş’a çevrildiğinde eş başkanda cevap hazırdı:
“PKK, biz bırak dedik diye silah bırakmaz…”
Türkiye Devleti bir terör örgütünden taahhütlerini yerine getirecek ahlaki tutarlılık beklemediği için hazırlıklıydı. Hemen karşılık verildi ama bu Avrupa Birliği’nin arzuladığı nispette “orantılı” değildi. Hakikaten PKK’ya “orantılı karşılık” verilmeliydi de, onların bilmediği, gözden kaçırdığı ve Türkiye devletinin elini kolunu bağlayan bazı sınırlamalar vardı bu orantı meselesinde.
ORANTILI KARŞILIK NEDEN OLAMAZ?
1-Sen çatışma sırasında yakaladığın PKK’lı teröristleri oracıkta infaz edemezsin. Sağ olarak yakalayıp adalete teslim etmek zorundasın. Çünkü sonuçta onlar da Türkiye cumhuriyeti vatandaşı ve yargılanmak hakları.
2-Sen yakalayıp adalete teslim etmek zorundasın ama terör örgütü öldürmeye, bombalamaya, katletmeye odaklı. İnsanları öldürmüyorlarsa sebebi vardır. Kaçırıp şantaj yapmak içindir. Nitekim şu anda bir polis ellerinde.
3-Sen bu ülke insanının vergileriyle güvenlik için nitelikli insan gücü yetiştirirsin; subay, polis, bürokrat, işçi, girişimci. Terör örgütü onları hedef alır. Yani senin nitelikli insan gücünü katleder. Kendi militanlarının ölümünü ise umursamazlar. Niceliktir onlar için mühim olan, nitelik değil. Eli silah tutsun, insan öldürmeye yemin etsin yeter. Geride bol miktarda aynılarından vardır çünkü.
4-Sen teröristi yakalarken sivil insanlara bir zarar gelmemesi uğruna azami gayreti sarf edersin. O insanlardan bazıları teröristi saklasalar bile onlara yatakçı muamelesi yapamazsın, çünkü yargılamadan bilemezsin.
5-Teröristte senin hukuki ve ahlaki değerlerinden bulamazsın. Milyarlar harcayarak yaptırdığın barajlara, yollara, inşaatlarda çalışan işçiye, mühendise, müteahhide ve teknisyene saldırır. Kimseyi bulamazsa araçları yakıp hurdaya çevirirler. Sen ise hâlâ “Yatırım yapılmadığı için bölge bu hale geldi, oralarda et ve balık kurumu olsa bakın her şey düzelir?” mavalını okumaya devam eden muhalefete laf anlatmaya çalışırsın bu arada.
6-Teröristin Meclis’te temsilcileri vardır. PKK bayrakları altında toplantılar düzenlerler, PKK’nın uzantısı örgütlere arkalarını yasladıklarını söylerler, “PKK sizi tükürüğüyle boğar” diye açıklama yaparlar, köylere gidip korucuları “O elinizdeki silahları bir gün size çevireceğiz, defolup gideceksiniz buradan” diye tehdit ederler. Bizzat eş başkanı “Herkes kendi savunmasını yapmak için hazırlanmalı” der. Zaten ağabeyi Nurettin Demirtaş Kandil’dedir
7-Bunların dokunulmazlıklarının kaldırılması gerektiği söylenir, kıyamet kopar. “Orantılı” karşılık öneren AB ülkelerinin lokomotifi Almanya gibi yapılsa Avrupa Birliği memnun olur mu acaba? Malum Almanya 18 Ekim 2014 tarihinde PKK flaması kaldıran Almanya Sol Parti federal milletvekili Nicole Gohlke’nin dokunulmazlığını kaldırmıştı. Eğer AB’nin kastettiği “orantı” Almanya’nınki gibiyse Meclis’te HDP’li vekil kalmaz, haberleri olsun.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
TURGAY OĞUR-TÜRKİYE
“Şimdi söz sırası kronolojide”
Hakkında çok şey yazılıp çizildi. Aslında böyle değil, şöyle dediği söylendi. Üzerinden misilleme denen infazlar, canlı bombalı saldırılar meşrulaştırılmaya çalışıldı. “Erdoğan’ın saldırgan politikaları”nın, “PKK’nın misillemeleri”ne davetiye çıkardığını yazarak adalet hatta kısas konusunda bile IŞİD’den daha geri bir yere düştüğünü gösterenler oldu.
2005’den beri çözüm süreçlerinin arkasında durmuş Erdoğan’ın başkan olmak için savaş çıkarttığı gibi kör testereyle yapılmış komplo teorileri, 11 Eylül’ü Bush yaptırdı tezlerini ileri sürenlere meczup muamelesi yapan yabancı gazetelerde kapış kapış gidiyor.
Her kronoloji muhakkak siyasi bir hatırlama eleğinden geçer. Olabildiğince farklı siyasi eğilimli kesimlerce yapılmış örneklere bakarak hazırlanmış bu kronolojinin de muhakkak öyle bir eleği vardır; Umarım “Çözüm sürecini savunmak” olduğu düşünülür.
Aslında hakkı 2005’ten başlatmaktır. Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasından ve MİT’in ilk PKK temaslarından alıp, Oslo sürecinden, Habur’dan, 2011’de Öcalan’la yürütülen temaslara kadar getirmek…
Hatta 1993 görüşmelerinden, 1998 görüşmelerinden başlatmak daha da doğru olabilirdi.
Ama o kadar geriye gitmek bugün bize bir şey söylemeyecek. Muhakkak eksikler, hatalar, atlanmış yerler, olaylar, önemsenmemiş ama kritik bulunacak gelişmeler bulunacaktır.
Önerilere açık, zaten şimdiden 20 bin vuruş, daha fazla uzamasından kimseye zarar gelmez.
Şimdi söz sırası uzun süredir herkesin üzerine atıp tuttuğu kronolojide.
2.5 yıl öncesine gidip, başlatıyoruz takvimi:
16 Aralık 2012: MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı adasına giderek Öcalan’la görüştü.
29 Aralık 2012: Başbakan Erdoğan TRT canlı yayınında İmralı’yla görüştüklerini açıkladı.
3 Ocak 2013: Ayla Akat, Altan Tan ve Ahmet Türk’ten oluşan ilk BDP heyeti İmralı’ya gitti.
8 Ocak 2013: Paris’teki PKK ofisindeki saldırıda Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez öldürüldü.
10 Ocak 2013: Başbakan Erdoğan Afrika Ziyareti dönüşü uçakta çekilme için Meclis’ten yasa çıkması talebini değerlendirdi: “Ha biz onlara neyi garanti edebiliriz. Daha önceki çıkışlarda bazı operasyonlar yapıldı. Silah bırakarak yapacakları çıkışlarda bu tür şeylere müsaade etmeyiz”
17 Ocak 2013: Paris’te öldürülen 3 PKK’lı kadın için Diyarbakır’da düzenlenen cenaze törenine yüzbinler katıldı ve barış çağrıları yapıldı.
24 Şubat 2013: PKK’nın şehir milisleri YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) kuruluşunu ilan etti.
28 Şubat 2013: Milliyet Gazetesi’nde HDP’ye yakın bir muhabirin imzasıyla 23 Şubat 2013 tarihinde İmralı’da BDP heyetiyle Öcalan arasındaki görüşmenin tutanakları yayınlandı. Tutanaklarda işadamı Osman Kavala’nın Öcalan’a “Başkanlık sistemine destek vermeyin” diyen bir mektup gönderdiği ortaya çıktı. Tutanakların sızmasıyla ilgili BDP Genel Merkezi’nde görevli iki kişi işten çıkarıldı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Kara Pazartesi…”
Pazartesi günü, dün, en önemli mesele, bu yazı kaleme alındığı sırada henüz başlamamış olan Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu görüşmesiydi. Ne var ki, arka arkaya gelen terör saldırıları, ölüm ve şehit haberleri bu önemli gelişmeyi geride bıraktı.
Bir Kara Pazartesi yaşadık.
İstanbul Sultanbeyli’deki Fatih Polis Merkezi’ne bomba yüklü araçla saldırı yapıldı. Bomba imha ekibine açılan ateş sonucunda bir şube müdürü hayatını kaybetti. Üç eylemci öldürüldü. İddia ve bilgiler eylemin PKK tarafından yapıldığı yönünde.
İstanbul’da ABD Konsolosluğu’nun önündeki polis nöbet kulübesine DHKP-C militanları tarafından ateş açıldı.
Şırnak Silopi’de PKK’nın mayınlı saldırısında 4 polis memuru şehit oldu. 3 PKK’lı öldürüldü. Beytüşşebap’da askeri helikoptere açılan ateş sonucu bir asker şehit oldu.
Güneydoğu’da örgüt, İstanbul’da DHKP-C ve belki bir başka örgüt daha…
Güvenlik güçlerine yönelik saldırılar, bunların her geçen gün artması pek çok soru ve endişeyi doğal olarak beraberinde getiriyor. Kaybedilen hayatlarla, yaratılan ortamla ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor, Türkiye’nin demokrasisi, istikrarı tehdit ediliyor ve hedef alınıyor.
DHKP-C’nin bugünlerde neden aktif saldırılara soyunduğu önemli bir sorudur.
Sultanbeyli Polis Merkezi’ne yapılan saldırının arkasından başka bir örgüt çıksa bile, Şırnak ve Beytüşşebap olayları, iki gün önce Silopi’deki 4 kişinin hayatını kaybettiği saldırı örgütün, git gide, mantığını kaybetmeye başladığını, denetimsiz bir şekilde silaha teslim olduğunu, savaşçı grupların galebe çaldığını gösteriyor.
Günlerdir gerek Kürt Siyasi Hareketi temsilcilerinin yaptığı açıklamalar, gerek HDP’den gerekse Kandil ve Brüksel’den mesajlar, çözüm sürecine geri dönüşle ilgili bir arzu ve beklentinin altını çiziyordu. Hatta Karayılan kısa bir süre önce verdiği bir söyleşide, 2 polisin başlarından vurularak öldürülmesinin örgüt emri olmadığını, bunun Apocu Fedailer adlı bir grup tarafından gerçekleştirildiğini ifade ediyordu. Zübeyr Aydar İMC televizyonunda katıldığı bir programda Karayılan’ın bu açıklamalarının veri alınmasını istiyordu.
Kürt hareketinin bu tür açıklamaları yapma ihtiyacının nedenleri ortadadır. Bunlar arasında en önemlisi siyasete geri dönüş arayışıdır.
Ne var ki, buna karşılık, güvenlik güçlerine yapılan saldırılardaki artış oranı, hızla geri dönüş imkanlarını azaltmakta, yolları tıkamaktadır.
Unutmamak gerekir ki her dönemin, geçmiş birimleri içeren kendisine has özellikleri, dinamikleri vardır. 2011 sonrası keskin savaş döneminin, 14 ayda 700 insanın hayatını kaybettiği günlerin çözüm süreciyle sona ermesi örgüt açısından bir veri olamaz. Diğer ifadeyle örgüt, silah, baskın, şiddet yoluyla devleti ve devletle ilişkileri istediği kıvama getiremez.
Unutmamak gerekir ki, örgütün nasıl 30 yıllık savaş tecrübesi varsa, devletin de PKK’ya karşı mücadele birikimi ve buradan elde ettiği deneyimler bulunuyor. Bugün gelinen noktada, siyasi iktidar ve devlet için belirleyici olan husus, çözüm sürecinin kimi unsurlarını kendi açısından yerli yerine oturtmak, 2013 şartlarına, yani örgütün Türkiye’deki silahlı birimleri çekmesi vaadine geri dönmeleri. Ancak en az bunun kadar önemli bir husus çözüm süreci sırasında iyice bir sorun haline dönüşen Güneydoğu’daki kamu düzeni meselesidir. Başka bir ifadeyle örgütün bu coğrafyaya devletimsi işlevlerle yayılma politikasıdır. Davutoğlu’nun devlet için varoluşsal dediği, örgütün geri adım atmamak için direndiği bu husus, tarafların çözüm sürecine dönme arzularına rağmen, aradaki makasın biraz daha açıldığını gösteriyor. Olabilecek en kötü senaryo, PKK şiddetinin ve devletin bastırma çabalarının karşılıklı denge içinde çatışmaları görece uzatmasıdır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AKİF EMRE-YENİŞAFAK
“Bağımlı örgütlerle özgürlük savaşı! “
Bir zamanlar Ortadoğu Arap-İsrail çatışmasından ibaretti, Türkiye kamuoyu algısı bakımından. Bu çatışmaya yönelik bir uzaklık sanrısı yaşanıyordu; hatta beyaz elitler nezdinde yürütülen dış politika icabı İsrail’le gizli kapaklı dayanışma bile mümkündü bu çatışmada. Daha sonra Filistin-İsrail çatışmasına indirgendi Ortadoğu; yine bize uzak bir çatışma olduğu sanısı hakimdi ama İsrail flörtünü eskisi gibi rahat sürdürmek imkansızlaşıyordu. Kudüs gündeme geldikçe siyasetin konforunu bozan durum ortaya çıkabiliyordu.
İran-Irak savaşı, daha sonra Irak işgali kıyılarımıza vurmaya başlayan bir tedirginlik dalgasına dönüşecekti. Hele sınıra yığılan Kürt mülteciler medyaya düştükçe ezber bozan durumlar ortaya çıkıyordu. Epey bir müddet Kürt meselesi Ortadoğu meselesinde öne çıkmakla kalmadı, bizzat meselenin tarafı olduğunu hatırlamak zorunda kaldı dış politika yapımcılarımız.
Şimdilerde hemen her unsuru ile doğrudan taraf olduğumuz bir sorunlar yumağı demek oldu Ortadoğu. Aslında enformatik obezite nedeniyle fark etmediğimiz, unutulan, kabullenmek zorunda kaldığımız gerçekle yüz yüze geldik. Türkiye uzun süre burun kıvırdığı, sırtını döndüğü bir coğrafyanın parçası idi ve bu coğrafyanın sorunları ile bir gün yüzleşmek zorunda kalacaktı. Türkiye’yi Batı medeniyeti camiasının bir mensubu yapmakla övünenler gerçeklik ilişkisini travmatik biçimde hatırlamak zorunda kalacaklardı. Evet, Türkiye yine bize uzak medeniyet camiasının tanımlaması ile bir Ortadoğu ülkesi idi aynı zamanda!
Enformatik obezite mağduru bir toplum olarak zihinlerimiz gerçeklikten kopuyor ve hakikat algısı alt üst oluyor. Suriye’de yaşananlar, IŞİD’in birden sahneye çıkması, PKK ile yaşanan sürecin geldiği nokta, Suriye’de PYD’nin tercihe mazhar seküler yapı olarak öne çıkması…
Tüm bu aktörlere bakıldığında her birinin taraftarları, haklı olduklarını iddia ediyorlar ve kendilerini hakikat ve özgürlük savaşı veren bağımsız özneler olarak sunuyorlar. Suriye’den Doğu’ya doğru sahadaki unsurları tek tek ele aldığımızda hangisinin ne kadar bağımsız ve ne kadar büyük oyunun parçası olduğu daha iyi ortaya çıkıyor.
Suriye’deki taraflara bakalım: Totaliter tek parti rejimi olarak Baas, belli bir azınlığın çıkarlarını koruyan iktidar olarak yıllardır ayakta. Bölgedeki Amerikan ve Batılı ittifakların kurduğu denkleme karşın Rus ve İran’ın stratejik desteği ile ayakta duruyor olsa da fırsat verildiğinde Batı’ya yelken açmaya hazırdı. Nitekim Türkiye ile yakınlaşması bunun ilk adımlarıydı. İsrail’e kafa tutması rejimin meşruiyeti açısından tek tutanağı olsa da gerçekte İsrail’le savaşmaya ne kadar niyetli olup olmadığı meçhuldü.
Arap Baharı esintisiyle ayaklanan muhalifler, iki önemli hususu dikkate almadılar. Birincisi Baas rejiminin karakteri ki, böylesi bir isyana nasıl cevap vereceğinin tecrübesi de hafızalarda duruyordu. 1982 Hama katliamı muhalefeti bastırmakta ne kadar acımasız olacağını gösteren en kanlı ve de canlı tecrübe olmalıydı. İkincisi silahlı bir mücadelenin silahı sağlayanların size sunduğu destek kadar bağımsız olma imkanının olabileceğiydi. Devletlerarası dengelere, stratejik hesaplara güvenerek yola çıkmak aynı zamanda devletlerin daha büyük çıkarları gereği sizi yarı yolda bırakacağı anlamına da gelir.
Suriye’de üçüncü taraf olarak ortaya çıkan seküler Kürt hareketinin radikal dinci, El-kaideci, daha sonra IŞİD karşıtı cephede denge unsuru olarak öne çıkarılması… Tıpkı Suriyeli ılımlı muhaliflerin Amerika tarafından desteklenmesi gibi seküler Kürtlerin de muhalefete karşı destekleniyor olması… Özgül ağırlığından çok bu hareket, stratejik konjonktürel boşluktan dolayı arkalanmaktadır. Bu desteğin PKK gibi Stalinist bir gelenekten gelen seküler etnik temelli örgütünün anti emperyalist, anti batıcı söylemiyle çelişmesinin pratik bir karşılığı yok. Tıpkı İslam düşmanı emperyalizme karşı savaştığını düşünen muhalefetin Batıcı ülkelerin desteğine muhtaç, hatta bizzat Batı’dan her anlamda destek beklentisi içinde olmaları gibi..
Irak’ta ortaya çıkıp Suriye’deki muhalefeti de rehin alan IŞİD, bir anda tüm kötülüklerin adresi gösterilmesine rağmen aslında Batı’nın bölgesel manevralarını meşrulaştırma gerekçesi haline geldi. Askeri olarak oluşturduğu tehditten çok İslam üzerinden yapılacak her tür operasyona, hatta bölge dışı düzenlemelere bile meşruiyet kazandıracak bir algı oluşturmasına ve bu algının medyatik olarak hızla, bilinçli biçimde yaygınlaştırılmasına dayalı stratejilere dikkat kesilmeli. Hem Irak’a hem Suriye’ye, hatta Türkiye’ye uzanan hatta, bölgeyi her türlü bölge-dışı hegemonların operasyonuna hazırlayan işlevinden belki Avrupa’dan kalkıp savaşmaya gelenler bile habersizdir.
Kuzey Irak-Türkiye denkleminde, PKK’nın seçimlerin ardından yeniden hareketlenmesi ve buna karşın gerek iktidarın gerekse muhalefetin en azından söylem düzeyinde tutumları ciddi bir analize muhtaç. Mesela, PKK üzerinden Kürt halkının özgürlük mücadelesi verdiğini savunan anti emperyalist beyaz Türk/Kürt blok Amerika’nın en küçük destek işaretini sevinçle karşılamaktadır. Ya da Türkiye’ye karşı özgürlük savaşı verenlerin Amerika’nın taraf olmasını talep etmesi, bu ülkenin Türkiye’ye baskı yapmasında hiç sakınca görmemesi hiç de şaşırtıcı bir durum değil. Şaşırtıcı olmadığı gibi hiç de ilk kez yaşanan bir durum değil.
Benzer durum Amerikan desteği ile de facto bağımsız hale gelen Kuzey Irak’ta yaşanıyor. Kürdistan yönetimi Amerika’nın başka bir hesabına uygun gelen başka bir Kürt grupla karşı karşıya gelmek durumunda olmanın çelişkisini yaşıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
İSMAİL KILIÇARSLAN
“Kafayı yemek üzereyiz”
Kafayı yemek üzereyiz.
HDP Eşbaşkanı Yüksekdağ, -tabii ki- Almanya’nın Deustche Welle’sine konuşmuş. Bir an, Türkiye’de siyaset yapan bir partinin eşbaşkanı olduğunu unutmuş olmalı ki Alman hükümetinden, Türk hükümetini masaya oturtmasını talep etmiş. Diyor ki: ‘Biz bu sorunu Türkiye toplumu ve bölge halklarıyla çözmek istiyoruz. Ama Alman devleti kendi Kürt kökenli Alman vatandaşı yurttaşlarına duyduğu sorumluluk gereği Kürt sorununun demokratik çözümü için ön açıcı olmalı destek sunmalı. Mesela hükümeti çözüm ve barış için masaya oturmaya davet etmeli.’
Nedense bunu yapmaya bayılıyor HDP’liler. Çözüm ve barış süreci yürüyüp dururken bu sürecin içine edenlerin kim olduğunu görmezden gelmeye yani. Ardından da dostlarına ‘Türk hükümeti çözüm ve barış sürecini mahvetti. Yetişin imdada’ diyorlar. Tabii, Türk hükümetinin ne yaparak çözüm ve barış sürecini mahvettiğini bir türlü elle tutulur, gözle görülür biçimde anlatmaya yanaşmıyorlar. Yalnız yakında o hususta da göz kamaştırıcı bir performans sergilemelerini bekliyorum.
Mesela şunları diyebilirler: ‘Kobani eylemlerinde PKK’lı kılığına giren AK Partili vekiller 50’yi aşkın insan öldürdü. Hatta bununla da yetinmeyip 15 yaşındaki bir çocuğu benzin döküp yaktılar. Sonra da, aynı vekiller IŞİD’li kılığına girip Suruç’ta 32 kişiyi havaya uçurdular. Bunun hemen ardından da aynı vekiller tekrar PKK’lı kılığına girip ülkenin dört bir yanında asker-polis öldürerek çözüm ve barış sürecini yerle bir ettiler. Bütün bunlar olurken de PKK, Kandil’de çevre düzenlemelerine dair yönerge hazırlamakla ve dağ keçilerinin yaralarını tımar etmekle meşguldü. Fakat bu gözü dönmüş, yeşil ve doğa düşmanı Türk hükümeti, Kandil’de mıntıka temizliği yapan masum PKK’lıların üzerine F-16’larla bomba yağdırdı.’
Zaten -tabii ki- Deustche Welle’ye konuşan Yüksekdağ PKK’yı bir ‘halk özgürlük hareketi’ olarak tanımlayıp yapıştırıyor: ‘Yöntemlerini onaylamıyoruz, ancak şunu da kabul etmeliyiz ki, uyguladığı program terör değildir.’
Bu arada nefis bir numara daha çekiyor Yüksekdağ. PKK’nın HDP ile bir bağı olmadığını söylerken şöyle bir cümle kuruyor: ‘Belge konulması lazım ortaya, aksi takdirde çok saçma kalıyor iddialar.’
Vay arkadaş. Kendilerine oy veren hemen herkesi, ellerinde tek bir belge olmadan ‘IŞİD destekçisi AKP’ cümlesine inandıranların geldiği noktayı kes. HDP – PKK bağlantısı için belge istiyorlar.
Kafayı yemek üzereyiz.
İmralı heyeti, yaptığı açıklamada şöyle diyor: ‘AKP’li bazı heyet üyelerinin son dönemlerde heyetimize, partimize ve halkımıza saldırarak kendilerini gündemde tutma, mevcut konjonktürde kendilerine yeni konum edinme çabalarını büyük bir ibret ile takip etmekteyiz.’
İnsan gerçekten merak ediyor. İmralı heyeti, bu açıklamanın yanında Serdar Ortaç ya da Hande Yener albümleri de dağıttı mı? Bu trip atma biçimini popçularda görmeye alışkınız biz zira.
Kafayı yemek üzereyiz.
Cumhuriyet Gazetesi’ne konuşan Selda Bağcan ‘düzenden hoşlanmayan tüm partilerin de destekleyeceği daha yoğun bir Gezi’ye ihtiyaç var’ diyor ve ekliyor: ‘ben 3 kere hapse girdim, şimdi sıra gençlerde.’
Tabii haklı kadın… Bir kere Türkiye’de seçimler yapılmadı. AK Parti, koalisyon görüşmeleri yapmak yerine emrindeki askerlerle bir darbe yapıp hükümeti ele geçirdi. Gazeteler, televizyonlar, siyasi partiler birer birer kapatıldı. Dikta rejimi her gün sokaklarda yüzlerce insanı acımasızca infaz ediyor. Yani şimdi ikinci ve daha yoğun bir Gezi olmasın da ne olsun.
Kafayı yemek üzereyiz.
Sultanbeyli’deki polis merkezine bomba yüklü araçla gerçekleştirilen saldırının ardından PKK’nın yayın organlarından biri sosyal medyada ‘Eğer bu saldırıyı IŞİD yaptıysa bu hükümet PKK yaptı der üstünü kapatır. Bir de yayın yasağı getirir’ yazıyor, pek çok paralel hesap da bu tweeti olduğu gibi kopyalayıp yapıştırarak yaygınlaştırıyor. Böylelikle de ‘muhalif’ olduklarını sanıyorlar.
‘Kafayı yemek üzereyiz’ diyorsam biz Türkiye halklarının ne kadar sabırlı olduğunu bildiğimdendir. Aksi takdirde ‘buralar bildiğin akıl hastanesine dönmüş’ deyip çıkardım işin içinden.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİAPK-YENİ AKİT
“Kim kimdir?”
Kirli bir oyun oynanıyor.. Eskiden bir JİTEM vardı, özel harp, MİT filan diğerleri derin bir yapının altında buluşuyordu. Mafiası da oradaydı, emniyet istihbaratı filan hepsi bir merkezden oryente ediliyordu.. Bu yapı 12 Mart’ta ağır bir yara aldı. CHP-MSP koalisyonu, ardından 1. Ve 2. MC hükümetleri sırasında bütün dengeler altüst oldu. İran’da devrim rüzgarları esmeye başlayınca, Türkiye’yi de bu yeni duruma göre yeniden dizayn etmek gerekti. 80 darbesi bunun sonucu ortaya çıktı. Sovyetlerin dağılması, soğuk savaşın bitmesi, AB’nin ortaya çıkması ile durum yeniden gözden geçirildi. İslamcıların bir şekilde bu oyuna dahil edilmesi gerekiyordu. BOP üzerinden Türkiye’nin örneklik ve önderliğinde bölge yeniden dizayn edilecekti filan.
Evdeki hesaplar çarşıya uymadı. Ve bugünlere geldik.. Şimdi eski yapı dağıldı, yeni bir düzen de oluşturulamadı. Her geçen gün bu durum batı açısından daha da içinden çıkılamaz bir hal alıyor.
Derin devlet ortada. Şimdi bir de paralel devlet belası çıktı. PKK derin yapının kontrolündeydi, artık nerede başlayıp bittiği belli olmayan bir yapıya dönüştü. Dün paralel yapı KCK’ya karşı operasyon yapıyordu, bugün kol kola girdiler.. Ulusalcı beyaz Türkler bu her iki yapıya da karşıydılar, şimdi canciğer kuzusarması oldular. Ergenekonun gönüllü avukatlığını yapanlar Ergenekonun savcılığını üstlenen Paralel yapı ile kol kola girdiler..
Paralelcilerle PKK da artık aynı cephede. En fazla oy, sürgün yemiş paralel memur lojmanlarından çıkıyor HDP’ye..
Yeni bir iddia daha var. Paralel yapı, üniversite giriş sınavlarının sorularını PKK yöneticilerinin çocuklarına da sızdırmış. Doğru düzgün Türkçe konuşamayan çocuklar tanınmış üniversitelere yüksek puanla giriş yapmışlar. Dağda savaşan militanlar HDP’li belediyelerde mevsimlik işçi ya da dağdaki militanların çocukları, CHP’li ve HDP’li belediyelerde bankamatik memur yapılıyormuş. Silah ve uyuşturucuların resmi araçlarla taşındığını iddia ediyor birileri.. İlgezdi yolsuzluğu ve benzeri olayları derinlemesine inceleyecek olursanız bakın bakalım bu işin ucu nerelere gidiyor.. Yani tek başına dağları bombalayarak bu işi çözemezsiniz.. Polisin kırsalda aradığı adamlar şehir içinde kuryelik yapıyor, mal taşıyor, resmi araçla dolaşıyor olmasınlar sakın. İddialar vahim.
Paralel yapı da himmet paralarını, belge ve bilgi nakliyelerini resmi araçlarla yapmıyor mu idi..
Bakın bakalım yurtdışından diploma getirip, eşdeğer alıp, “arı görmemiş bal” misali üniversite görmemiş akademisyenler dolaşıyor mu ortalıkta.. Ya da yurtdışından gelip Türkiye’de burslu okuyan öğrencileri bir iyi araştırdınız mı? Kim bunlar, nereden gelip, nereye gidiyorlar. Hepsi değil elbette, ama bu öğrencilerin seçiminde yurtdışına giden mülakatçıların paralel yapı tarafından nasıl bir baskı altına alındığını bilmeyen var mı?
AK Parti’nin bu konuda ne kadar başarılı olduğunu, il ve ilçe teşkilatlarındaki, kritik kadrolardaki adamları ile, belediye ve merkezi hükümetteki bürokrasi atamalarına bakarak, hatta geçin bunları milletvekili aday profiline bakıp görebilirsiniz.
Kaldı ki, önümüzdeki tek tehlike terör ya da Paralel yapı değil.. Şehir bazlı hemşehricilik görünümlü ırkçılık da tehlikeli, diğer cemaat denen yapıların paralel yapıyı örnek alan yaklaşımları da..
Tek sorun “Tunceli dayanışması”, “Kürt dayanışması” değil, “Alevi dayanışması” değil, aynı tehlike Adıyaman, Malatya, Konya, Rize, Trabzon, Çerkez, Gürcü vd. “dayanışma” gibi gözüken yapılar için de geçerli. “Tarikat dayanışması”, “ideolojik ve siyasi dayanışma” görünümlü “menfaat çeteleri” için de geçerli. Hani işi ehline verecektiniz. Bunlar için kullanılabilecek ne varsa değer ifade eden onu kullanırlar. Din, mezhep, ideoloji, ırk, felsefi ve vicdani kanaat, hak, çevre, kadın, çocuk, annelik, yaşlılık, kullanılacak ne varsa o. Yeterki maksatlarına ulaşmada kendilerine hizmet etsin. Onlar için gayeye giden her yol meşrudur.
Bunların bazıları, namazını da kılar orucunu da tutar, hatta gösterişli iftar da yaparlar, 5 yıldızlı hac da.. “Vay o namaz kılanların haline.” Onların ibadetleri Allah’a ulaşacak da değildir. Onların bazıları insanları, bazıları da vicdanlarını susturmak adına kendilerini kandırmak için şeklen ibadet edermiş gibi yapıyorlar aslında.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5